Serbest Piyasada Çevre Koruma Meselesi
- Murray N. Rothbard

- 3 Oca 1974
- 15 dakikada okunur

Entelektüellerin de kadınların etek boyları kadar modanın kaprislerine tam anlamıyla tâbi olduğu artık herkesin bildiği bir gerçek olmalı, Görünen o ki, entelektüeller bir sürü zihniyetinin kurbanları olma eğilimindeler. Bundan dolayı, John Kenneth Galbraith’ın en çok satan kitabı The Affluent Society [Refah Toplumu] 1958’de yayımlandığı zaman, her entelektüel ve yoldaşı Amerika’yı uygunsuz ve aşırı varlıklı olmakla suçluyordu. Ama, sadece iki veya üç yıl sonra, moda aniden değişti, aynı entelektüeller bu defa da Amerika’nın yoksulluk içinde olduğundan şikayet etmeye başladılar. Bütün bu ideolojik cümbüşün hemen hepsinde, o anda odaklanılan hastalık ne idiyse bunun sebebi olarak kapitalizm suçlanıyordu: 1958’de hepimizi sözde aşırı derecede maddi mallara boğmaktan sorumlu olan kapitalizm, 1961’de bu kez ülkeyi aşırı yoksulluğa maruz bırakmaktan eşit derecede suçluydu.
Başka bir çarpıcı örnek de 1930’ların sonları ve 1940’ların başlarında birçok iktisatçı tarafından öne sürülen “durgunluk tezi” idi. Durgunluk tezine göre, artık daha fazla teknolojik icada, dolayısıyla da sermaye yatırımına yer kalmadığı için, kapitalizm yolun sonuna gelmişti. Bu nedenle de kapitalizm sürekli ve artan bir işsizliğe mahkûmdu. Bu görüş zayıflayıp solduktan sonra, 1960’ların başları ve ortalarında bu defa kapitalist sistemi tam tersi bir gerekçeyle suçlamaya başladılar. Durgunluk tezinin sahipleri de dâhil olmak üzere birçok entelektüel şimdi de yakında vuku bulmasından korkulan otomasyon ve bilgisayarlaşmanın pratik olarak herkes için kalıcı ve büyüyen bir kitlesel işsizliğe yol açacağını, çünkü insanlara yapacak iş kalmayacağını öne sürdüler. Allahtan, otomasyon histerisi son yılların entelektüel modalarına uyup gözden kayboldu. Ancak bu olguların çoğunda, sınır tanımaz çelişkilerin arasında, çok önemli bir çizgiyi görmek mümkündür: Problem ne olursa olsun, piyasa ekonomisi suçlu ilan edilmektedir.¹
En son ortaya çıkan entelektüel çılgınlık da kısa zamanda adeta bir sel felaketi boyutlarına ulaşmış, çevre, diğer adıyla ekoloji ya da yaşam kalitesi denen şeydir. Son iki ayda, Mahvolmuş Çevre Sorununun bombardımanına uğramamış bir tek gazete veya dergi bulmak imkânsız hâle gelmiştir. Sorunun boyutları ne olursa olsun, bir ya da iki ay gibi kısa bir zamanda ihmal edilebilir büyüklükten bütün yöreyi etkisi altına alır hâle gelmiş olmasına inanmak zordur. Ne var ki, durum aynen budur.
Solda, kendilerini yıllardır rahatsız eden Vietnam ve mecburi askere almalar gibi son derece önemli sorunlar aniden ve sihirli bir şekilde gözden kaybolmuşlardır. Solcular ve protestocu öğrenciler artık çevre ve temiz hava adına nöbet tutup gösteri yapmaktadırlar. Muhafazakârlar aksi görüşte olanların dişlerini sökmek üzere sevinçle meselenin üzerine atlamışlardır. Dünyada kim -sol, sağ, veya merkez olsun- çirkin görüntü, çöp veya hava kirliliği lehine açıkça pozisyon alabilirdi ki? Kurulu düzen organları sevinçle Çevre meselesinin 1970’lerin en esaslı siyasi “meselesi” olacağını ilan etmektedirler. Başkan Nixon iştahla sinyal değiştirip, Ulusa Sesleniş Konuşması’nın² esas teması olarak “yaşam kalitesi” üzerinde durmuş, şöyle demiştir:
Yetmişlerin büyük sorunu şudur: Çevremize teslim mi olacağız, yoksa doğa ile barışıp havamıza, toprağımıza ve suyumuza verdiğimiz zararı telafi edecek adımlar atmaya mı başlayacağız? Doğayı doğal hâline döndürecek adımlar atmak her türlü hizipleşmeyi... aşan bir davadır. Bu mesele bu ülkede yaşayan herkesin ortak davası hâline gelmiştir... Kongreye sunacağım program Amerika’nın tarihinde bu alandaki en kapsamlı ve maliyetli program olacaktır... Her birimiz şu noktada buluşmalıyız: Her gün herkes evini, mülkünü veya şehrin kamuya ait yerlerini biraz daha temiz, biraz daha iyi bir durumda bırakmalıdır... Bu sorunlar çözülemez hâle gelmeden ülkemizin ulusal bir büyüme politikası geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum... Amerika’da yaşam kalitesiyle ilgili kaygımızı kırdan banliyölere, köylerden şehirlere kadar her tarafa ileteceğiz.
O hâlde bu çevre sorunu ile ilgili olarak ne yapmamız gerekir? İlk yapmamız gereken şey, gündeme getirilen farklı sorunları birbirinden ayırt etmektir. Her şeyden önemlisi, çevre histerisine tutulmuş çılgınların tamamen birbiriyle alakasız bir yığın sorunu tek bir kocaman çöp poşetine doldurma yönündeki telkinlerine direnmeliyiz. Kısaca bizler, Fortune dergisinin çevre konulu özel sayısında (Şubat 1970) yapmamızı istediği şeyin tam tersini yapmalıyız:
Teker teker bakıldığında, mevcut yağmacılıkların çoğunu düzeltmek görece kolaydır. Ancak korkunç şeyleri yan yana dizdiğimiz zaman -pasaklı ve hantal şehirler, billboardlar, pisliğe gömülü göller, gürültü, zehirli hava ve su, tıkanmış otoyollar, dağlar gibi birikmiş kötü kokan çöp yığınları- bütün bunların birikimli etkileri, bizi temelde tek bir derin sakatlık olduğu sonucuna doğru götürmektedir...
Sol, elbette, kendi açısından derinlerde yatan bu sakatlığın kaynağını bulmuştur: Sürpriz! Kapitalizm. Buna göre kaynaklarımızı yağmalayıp mahveden şey, “kapitalist açgözlülüktür,” vs. Sorunun kapitalizm olmadığı, Sovyetler Birliği’nin çok daha fazla “yağmalanmış” bir çevreye yol açtığı gerçeğinden açıkça belli olmalıdır, tabii Amerika Birleşik Devletleri’ne kıyasla endüstriyel faaliyetinin çapı hesaba katıldığında. Sovyetler’in Baykal Gölü’nün meşhur kirliliği bu konuda çok çarpıcı bir örnektir.
O hâlde gelin, birbirinden çok farklı problemleri ayırt edelim. İlk sırada, estetik sorun var. Çok sayıda “çevreci” Amerika Birleşik Devletleri’nde hayatın “çirkinliğinden,” “çirkin” şehirlerden, “berbat” binalardan, vs. fena hâlde şikâyet etmektedir. Her şeyden önce, estetik bizi, farklı bireysel değerler ve zevkler denizinde dümensiz bir akıntıya sürüklemektedir. Birinin “çirkinliği” öbürünün “güzelliği” demektir yahut da bunun tam tersi. Benim kendi gözlemim, şehirlerimizin çirkinliği konusunda dırdır edenlerin ve iştahla bozulmamış vahşi doğa şarkıları terennüm edenlerin çoğunun, inatla aynı şehirlerde yaşamaya devam ettikleridir. Neden terk etmiyorlar? Bugün hâlâ, onların yaşayıp tadını çıkarabilecekleri çok sayıda kırsal, hatta vahşi doğa alanları bulunmaktadır. Neden kendileri oralara gidip şehirlerden memnun olan bizleri de kendi hâlimize bırakmıyorlar? Üstelik, kendilerinin gitmesi, başka bir şikayet konusu olan “fazla kalabalık” kentsel alanlar sorununun hafiflemesine de faydası olabilir. İkincisi, binaların ve arazinin -çoğu estetik tanımına göre- çirkinliğinin büyük bölümü, kentsel evlerin, dükkânların ve mahallelerin düşüncesizce yerle bir edilmesini ve iktidar sahiplerinin müsadere gücü ve sübvansiyonlarla baraka tipi yerler yapılmasını öngören kentsel yenilenme amaçlı hükümet programlarının sebep olduğu şeylerdir. Dahası, bu ülkedeki hangi bina, Pentagon’dan mahallenizdeki posta ofisine kadar devlet organlarına ev sahipliği yapan binalardan daha çirkindir ki?³ Yahut, anayolların ve otoyolların yaygınlaştırılması gibi hükümet programları kadar, araziyi yağmalayıp yol boyundaki mahalleleri yerle bir eden başka bir şey olmuş mudur?
Şehirlere yöneltilen bir başka eleştiri, berbat derecede “aşırı kalabalık” olduklarıdır. Burada da bir kez daha, eleştirmenlerin ileri sürdüğü desteksiz bir değer yargısıyla karşı karşıyayız. Ne kadar kalabalık “aşırı kalabalık” oluyor acaba? Jane Jacobs’un da işaret ettiği gibi, dekar⁴ başına yüksek konut yoğunluğu ve arazinin üzerindeki şeyler, şehirlerin en beğenilen en iyi yerlerinin çeşitlenmesi, büyümesi ve hayatiyeti için çok önemlidir. Jacobs’un dediğine göre yoğunluğu az olan banliyölerde mağazalar ve işyerleri sadece çoğunluğun ekonomik ihtiyaçlarını temine yönelmekte, bu da hayatın ve semtin dümdüz bir aynılığa mahkûm olmasına yol açmaktadır. Kapsamlı bir azınlık damak zevkleri grubuna hitap edecek geniş bir mağazalar ve hizmetler yelpazesini kârlı yapan, yüksek yoğunluklu alanlardır. Kaldı ki, bir kere daha söyleyelim, kalabalıklardan yakınanların ipi kırıp vahşi doğaya kaçmalarını önleyen hiçbir şey yoktur.
Çevreci eleştirmenler aynı zamanda acınacak derecede tarih bilgisinden yoksun durumdadırlar. Bir yüzyıl veya yüzyıllar öncesinde şehirlerin, kimin estetik standartlarına göre bakarsanız bakın, bugünkünden çok daha kalabalık ve nahoş vaziyette olduğunu görememektedirler. O eski günlerde, sokaklar çok daha dardı, kaldırım taşları döşemeleri çok daha gürültülü, modern lağım boşaltma sistemi mevcut olmadığı için de pis kokular ve salgın hastalıklar yaygındı, köpekler ve bazen de çiftlik hayvanları sokaklarda serseri mayın gibi dolaşırlardı, bunaltıcı sıcaklardan klimaya sığınma imkânı yoktu, vs... Çevrecilerimiz en büyük ithamlarını da modern teknolojiye yöneltmektedirler; oysa bugünün çok daha kalabalık şehirlerinde her bir sakin için çok daha büyük sağlık, kolaylık ve rahatlık sunmaya imkân veren şey, tam da modern teknolojidir.
Eleştirmenler bu arada nüfus artışını kontrol altına alma aracı olarak zorunlu doğum kontrolüne doğru yol almaktadırlar. Nüfus sorunu konusunda da yapılmadık şey kalmamıştır. Güney Amerika ve Afrika, bütün yoğunluk kriterlerine göre, nüfus yoğunluğu bir hayli düşük olan yerlerdir, ama buna rağmen büyük oranda yoksulluk çekmekte, geçimlik sınırında zar zor yaşamaktadırlar. Aynı mekanik kriterlere göre, Japonya, aynen Hindistan gibi, hayli “aşırı nüfuslu” bir yerdir, ama buna rağmen Japonya, Hindistan’ın aksine, büyük bir maharet ve girişimcilikle bugün dünyada en yüksek endüstriyel büyüme hızına sahiptir.
Çevreci hareketin en rahatsız edici özelliklerinden biri de modern teknolojiye karşı duydukları açık nefret ve romantik “doğaya dönüş” felsefesidir. Derler ki kalabalık, kirlilik ve kaynakların yağmalanmasının sorumlusu, teknoloji ve uygarlıktır; öyleyse bırakın bozulmamış doğaya, Walden Pond’a⁵ dönelim, uzak ormanların ortasında derin düşünceye dalalım. Modern kültür ve uygarlığı eleştirenlerin hiçbiri de doğaya dönüş yolunun yalnızca medeniyetin faydalarından vazgeçmek değil, aynı zamanda -modern endüstriyel piyasa ekonomisinin sermaye ve iş bölümüne bağımlı yaşayan- insanlığın büyük bölümü için açlık ve ölüm anlamına geldiğinin farkında değilmiş gibi görünmektedir. Yoksa bizim modern romantikler, hayata değil de tersine ölüme odaklı bir öncülden mi hareket etmektedirler? Büyük ölçüde durum onu gösteriyor.
Mesela, modern ekonominin doğal kaynakları “tahrip ettiğine” dair standart çevre korumacı şikâyetleri. Eğer Amerika kıtasına hiç gidilip yerleşilmemiş olsaydı milyonlarca kilometre karelik ormanın bakir kalacağı doğrudur. Ee, ne olmuş yani? Hangisi daha önemli, insanlar mı ağaçlar mı? Şayet 1600 yılında filizlenen bir korumacı lobi mevcut vahşi doğaya dokunulmaması üzerinde ısrar etmiş olsaydı, Amerika kıtasında bir avuç kürkçü dışında hiç kimseye yer olmazdı. Eğer insanoğlunun bu ormanları kullanmasına izin verilmemiş olsa, işte o zaman bu kaynaklar gerçekten israf edilirdi, çünkü kullanılamazdı. Amaçlarını gerçekleştirmek için insanın onları kullanması yasaklanırsa, kaynaklar ne işe yarar ki?⁶
Dahası, büyüyen teknolojinin kullanılabilir doğal kaynakları sadece tüketmediği, aynı zamanda onlara bir şeyler ilave ettiği de pek fark edilmemektedir. Otomobil ve modern makinelerin geliştirilmesinden önce, yeraltındaki geniş petrol rezervleri insan için tamamen değersiz bir şeydi; kullanışsız, siyah bir sıvıdan ibaret. Oysa modern teknoloji ve endüstrinin gelişmesiyle, bunlar birden kullanışlı kaynaklar hâline gelmişlerdir.
Bir yaygın argüman da, ne zaman bir doğal kaynak kullanılsa, ne zaman bir ağaç kesilse, gelecek nesilleri bu kaynakları kullanmaktan mahrum bıraktığımız argümanıdır. Bu argüman da fazla ileri giden argümanlardandır. Çünkü şayet gelecek bir neslin öyle yapmasına engel olacağımız için bugün bizim ağaç kesmemiz yasaklanacaksa, o zaman söz konusu gelecek nesil de, “şimdiki” nesil hâline geldiği zaman, kendi gelecek nesillerinin korkusuyla ağaca dokunamayacaktır; bu böyle devam eder gider, sonuçta o kaynak insanlar tarafından hiçbir zaman kullanılamaz demektir. Açıktır ki bu son derece “insan karşıtı” bir tezdir; çünkü insan, genel olarak hiçbir zaman kullanamayacağı bir kaynağa boyun eğdirilmektedir. Üstelik, gelecekte kaynakların kullanılmasına izin verilse bile, yaşam standartlarının genellikle bir nesilden diğerine yükseldiği göz önünde bulundurulursa, bu demektir ki, bizden daha zengin olacak bir geleceğin hatırına biz kendimize köstek olmalıyız. Oysa açıktır ki, görece yoksul olanın daha zengin olan hatırına kendisini feda etmesi gerektiği fikri, kimin etik standardı açısından bakılırsa bakılsın, nev’i şahsına münhasır bir etiktir.
Şayet, o zaman, her şimdiki nesil kaynakları rahatlıkla kullanabilirse, bütün bu çevre koruma sorununu çok daha ağırbaşlı ve daha az histerik bir boyuta indirgeyebiliriz demektir. Her bir nesil için, acaba herhangi bir kaynağın ne kadarı kullanılmalı ne kadarı geleceğe saklanmalıdır? Çevreciler ve korumacılar, serbest piyasa ekonomisinin kendi içinde uygun koruma düzeyine karar veren otomatik bir prensip barındırdığını fark etme konusunda büsbütün çuvallamaktadırlar.
Örneğin tipik bir bakır madenini ele alalım. Bakır madencilerinin, cevheri bulup bir damar açar açmaz bütün bakırı birden çıkarmak için acele etmedikleri bilinir. Bunun yerine, bakır madeni korunup yıldan yıla aşamalı olarak çıkarılmaktadır. Acaba neden? Çünkü maden sahipleri fark etmektedirler ki, örneğin, bu yılın bakır üretimini üçe katlarlarsa, bu yılın cirosunu gerçekten de üçe katlarlar, ancak aynı zamanda madeni de tüketip bir bütün olarak madenin parasal değerini düşüreceklerdir. Madenin parasal değeri bakır üretiminden gelecekte elde edilmesi beklenen gelire göre hesaplanmaktadır. Eğer maden zamansız bir şekilde tüketilecek olursa, madenin değeri, madenin hisse senetlerinin satış fiyatı, düşecektir. O zaman, her maden sahibi, bakır üretiminden kısa vadede elde edilecek gelirin avantajları ile madenin bir bütün olarak sermaye değerindeki eksilmeyi göz önünde bulundurmak durumundadırlar. Kararları, ürünlerine olan talep ve bundan elde edilmesi beklenen gelir, mevcut ve beklenen faiz oranları vs. tarafından belirlenecektir. Eğer, örneğin, bakırın birkaç yıl içinde ortaya çıkacak yeni bir sentetik metal yüzünden işe yaramaz hâle geleceği tahmin ediliyorsa, şimdi daha değerli iken daha çok bakır üretecekler, bakırın düşük değerli olacağı gelecek zamanlar için çok az tasarruf edeceklerdir; böylece tüketicilere ve bir bütün olarak ekonomiye fayda sağlayacaklardır. Öte yandan, eğer, dünyadaki pek çok bakır damarının yakında biteceği ve dolayısıyla da gelecekte bakırın değerinin yükseleceği tahmin ediliyorsa, şimdi daha az üretilecek, geleceğe daha fazlası saklanacaktır; yine aynı şekilde tüketicilere ve genel ekonomiye fayda sağlayan bir gelişme yani. Böylece, görüyoruz ki piyasa ekonomisi kendi bünyesinde harika bir mekanizma taşımakta, bu sayede kaynak sahiplerinin şimdiki ve gelecekteki üretim miktarına ilişkin kararı yalnızca kendi gelir ve servetlerinin değil, aynı zamanda tüketici kitlelerinin ve ulusal ekonomi ve dünya ekonomisinin de yararına olmaktadır.
Esasen, görüyoruz ki, hiç kimse kapitalizmin bakır ve demir kaynaklarını “yağmaladığından” şikayet etmemektedir. Peki o hâlde ormanların durumunda sorun nedir? Madenler değil de neden ormanlar ve balıkçılık alanları “yağmalanmaktadır?” Sorun şudur: Aşırı üretimin mevcut olduğu alanlar tam da piyasa mekanizmasının işlemesine devlet zoruyla engel olunan alanlardır. Daha açık söylersek bunlar, kaynağın bizzat kendisinde özel mülkiyete izin verilmeyip, sadece günlük veya yıllık kullanımlarına izin verilen alanlardır.
Diyelim ki, demir ve bakır madenciliği daha başlarken devlet bir kararname çıkarıp, madenlerin bizzat kendilerinde özel mülkiyetin olamayacağına, madenlerin mülkiyetinin devlete ya da “kamuya” ait olduğuna, ama özel işletmelerin madenleri aydan aya kiralayıp kullanabileceğine karar verdi. Açıktır ki bu, özel işletmelerin, madenlerin sermaye değerine sahip olmayacakları için, söz konusu madenleri mümkün olduğunca hızlı bir şekilde çıkarıp bitirmeye çalışmaları anlamına gelmektedir, çünkü bu insanlar gelecekteki geliri değil, sadece şimdiki geliri elde edebileceklerdir. [Bu durumda] özel maden işleticileri madenleri çabucak bitirmeye çalışacaklardır, zira bunu yapmazlarsa, gelecekteki bakır cevherinin faydasını başka madenciler elde edecektir. Özel bakır madencileri derhal ellerinden geldiği kadar çok bakır üretmeye koştukça, solcular “açgözlü” kapitalizmin değerli bakır kaynaklarımızı insafsız bir şekilde yağmaladığını söylemeye başlayacaklardır. Ama bunun suçu piyasa ekonomisinde değil, tam da piyasanın ve özel mülkiyet haklarının bakır kaynakları üzerinde bir bütün olarak işlemesinin devlet tarafından engellenmesi gerçeğinde yatmaktadır.
Ormanlar, balıkçılık alanları ve petrol gibi gerçekten de aşırı üretim ve kaynak israfının meydana geldiği alanlarda şimdiye kadar olan şey tam da budur:⁷ Amerika Birleşik Devletleri’nde ormanların büyük çoğunluğu federal hükümetin mülkiyetine verilmiştir; özel firmalar sadece cari dönemde kullanım hakkını kiralayabilirler. Tabii ki bu, özel şirketlerin ormanları mümkün olduğu kadar çabucak kullanmak ve gelecekte kullanıma hiçbir şey bırakmamak için her türlü teşvik ve şevke sahip oldukları anlamına gelmektedir. Dahası, şayet ormanlar bir bütün olarak tam anlamıyla özel şirketlerin mülkü olabilseydi, bu firmaların, kaynağı ve uzun vadeli verimliliğini artıracak teknikler geliştirmek üzere -şu anda hiçbiri olmayan- her türlü ekonomik özendiriciye sahip olması mümkündü. Bu takdirde de gerek cari yıllık üretim ve gerekse bir bütün olarak kaynağın miktarı aynı anda artırılabilirdi. Şu anda işlerin idare şeklinde, kaynak artırıcı ve sürdürülebilirliği sağlayıcı teknoloji geliştirmek için böyle bir teşvik ve şevk yoktur.
Aynı durum, hatta daha da kötüleşmiş hâliyle, okyanuslardaki balıkçılık alanlarında söz konusudur. Devletler okyanusların bir kısmında özel mülkiyet haklarına asla izin vermemişlerdir; özel kişilerin ve firmaların yalnızca balık tutmak veya yakalamak üzere balık kaynağını kullanmasına izin vermiş, ama balık kaynağına, yani bizzat sulara sahip olmasına asla izin vermemişlerdir. [Bu durumda] balıkçılık alanlarının büyük bir tükenip yok olma tehlikesi altında olmasında şaşılacak bir şey var mıdır?
Bu defa da toprakta mülkiyet ve kullanım hakkını karşılaştıralım. İlkel zamanlarda, insanoğlu toprağın kendisini dönüştürmüş değildir; ilkel avcılık ve toplayıcılık ekonomisinde, sadece doğal toprak ve arazinin meyvelerini kullanmıştır: Gıda olarak vahşi hayvanları avlamak ve yabani meyveleri veya tohumları toplamak gibi. Söz konusu avcılık ve toplayıcılık aşamasında, kaynaklara göre nüfus da az olunca, toprak kıt değildi. Dolayısıyla toprakta özel mülkiyet diye bir şey gündeme gelmemişti. Ancak insan toprağı dönüştürmeye başladıktan (tarım) sonradır ki toprakta özel mülkiyet kavramı ve kurumu ortaya çıkmıştır. Fakat şimdi insanoğlunun balığı kullanımı bu kaynağı kıt hâle getirmeye başlamış olup, okyanusun ilgili kısımlarında özel mülkiyete izin verilmediği sürece, söz konusu kaynak giderek daha da kıt hâle gelecektir. Okyanusun hiçbir parçasına kimse sahip olamadığı için, onu korumak için kimsenin bir teşvik ve şevki de yok demektir. Dahası, henüz yararlanılmamış büyük akuakültür⁸ kaynağını geliştirmek için artık bir ekonomik teşvik de bulunmamaktadır. Şayet okyanusta özel mülkiyet hakları var olmuş olsaydı, akuakültürün harika bir biçimde gelişip serpilmesi söz konusu olur, bu gelişme sadece okyanusun yararlanılmamış kaynaklarını kullanmakla kalmaz, aynı zamanda gübreleme, okyanusun belirli kısımlarını “çitle” çevirme vb. gibi teknikler yoluyla kaynakları muazzam ölçüde artırabilirdi. Bu suretle, basit gübreleme teknikleriyle balık arzı müthiş ölçüde artırılabilirdi (aynen gübrelemenin tarımsal gıda üretiminin inanılmaz ölçüde artmasını sağladığı gibi). Ancak, yatırımının meyveleri kendinden önceki insanın mülkiyet haklarına saygı duymak zorunda olmayan bir başka rakip balıkçı tarafından toplanabilecekse şayet, hiçbir kişi veya firma okyanusun belirli bir kısmında gübreleme yapmayacaktır. Şimdi bile, akuakültür tekniğinin şimdiki ilkel durumunda yani, okyanusun bir kısmının elektronik çitleme yoluyla, büyük balıkların küçük balıkları yemesini önleyeceği için, balıkları büyüklüklerine göre ayırmak balık arzını büyük ölçüde artırabilir. Bir de okyanusta özel mülkiyete izin verildi mi, bugünden öngörülmesi bile mümkün olmayan çeşitli yollarla denizin gerek kısa gerekse uzun vadeli verimliliğini artıracak bir gelişmiş akuakültür teknolojisi çok geçmeden ortaya çıkabilir.
Bu nedenle, balık ve denizlerdeki kaynaklar sorununda yapılması gereken şey kâr dürtüsü, teknoloji ve ekonomik büyüme üzerine yeni prangalar vurmak değildir. Aksine, doğru yol bunun tam tersi olup, özel mülkiyet haklarını karadan denize doğru uzatmak suretiyle, okyanusun dokunulmamış muazzam kaynaklarını kullanmak, artırmak ve geliştirmek üzere insanın enerjilerini serbest bırakmaktır.⁹
Bu bizi, çevrecilerin gerçekten de en sağlam gerekçelere dayandıkları, ama aslında hakiki manada anlamadıkları bir alana, o geniş kirlilik alanına; hava, su, gıda (böcek ilaçları) ve gürültü kirliliğine getirmektedir. Elbette ki, hava ve su kaynaklarımızın kirlenmesine yol açan büyük bir kirlilik sorunumuz vardır. Ancak sorunun kökeninde kapitalist açgözlülük, modern teknoloji, veya özel mülkiyet ya da serbest piyasa yatmamaktadır. Aksine, sorunun kökeninde yatan şey, yine, devletin özel mülkiyet haklarını korumaması veya uygulamaması gerçeğidir. Nehirler, özü itibariyle, kimseye ait değildir; böyle olunca da doğal olarak, endüstri, çiftçiler ve hükümet birbirine benzer biçimde nehirlere zehir boca edip durmaktadır. Temiz su ve temiz hava kit kaynaklar hâline gelmiştir; ama buna rağmen, balıkçılık alanlarında olduğu gibi, hâlâ özel kişiler tarafından sahiplenilememektedirler. Örneğin, nehirler üzerinde tam olarak özel mülkiyet hakları olsaydı, sahipleri bunların kirlenmesine izin vermezlerdi.¹⁰ Görünürde bir çözümü olmayan hava kirliliği sorununa gelince, şunun farkında olmak gerekir ki, havaya zehirli atık bırakan fabrikalar, otomobiller ve yakma fırınlar her birimizin özel mülküne zarar vermektedir. Sadece çiftçilerin meyve bahçelerine ve gayrimenkul sahiplerinin binalarına değil, herkesin ciğerlerine ve bedenlerine de zarar vermektedir. Açıktır ki her insanın kendi bedeni üzerindeki mülkiyet hakkı kendisinin en kıymetli kaynağıdır; kirleticilerin söz konusu özel mülke zarar vermesi gerçeği, bu kirletmenin önlenmesi yönünde mahkemeden yasaklama emri alabilmemiz için yeterli olmalıdır.
O hâlde sorulması gereken soru, mülkiyet haklarının örfi hukuktaki savunmasının, maddi mülke ve hepimizin şahsına zararı dokunan hava kirliliğine neden uygulanmadığıdır. Nedeni şudur: Mahkemeler, modern hava kirliliğinin başından itibaren, örneğin, çiftçilerin meyve bahçelerini, yakındaki fabrikalardan veya lokomotiflerden çıkan dumanlara karşı bilinçli bir korumama kararı almıştır. Fiilen çiftçilere şunu demişlerdir: Evet, sizin özel mülkünüz bu dumanın işgaline uğramaktadır, ancak biz “kamu politikasının” özel mülkten daha önemli olduğunu kabul ediyoruz; kamu politikası da fabrikaların ve lokomotiflerin iyi şeyler olduğunu kabul etmektedir. Bu malların mülkiyet haklarını savunmaktan daha öncelikli olmasına izin verilmesi kirlilik faciasıyla sonuçlanmıştır. Çare hem “radikal” hem de çok nettir; çözümün de, gerçek sorunla karşı karşıya bile gelmeyen vergi mükelleflerinin sırtından çıkarılacak milyarlarca dolarlık palyatif programlarla ilgisi yoktur. Çare gayet basitçe, havaya kirleticileri enjekte etmek suretiyle başkalarının kişilik ve mülkiyet haklarını ihlal etmekten herkesi men etmektir, o kadar. Böyle bir yasaklama fermanının sanayi üretiminin maliyetini artıracağı argümanı en az, İç Savaş öncesinde dile getirilen, köleliğin kaldırılmasının pamuk yetiştirme maliyetlerini artıracağı, bundan dolayı da buna izin verilmemesi gerektiği argümanı kadar lanetlenesi bir argümandır. Zira bunun anlamı, kirleticilerin, mülkiyet haklarının ihlal edilmesine izin verilen kimseler üzerine yüksek bir kirlilik maliyetini cezadan muaf biçimde empoze edebilmeleridir.
Dahası, maliyet argümanı şu hayati gerçeği görmezden gelmektedir: Eğer havayı kirletmenin cezadan muaf biçimde yoluna devam etmesine izin verilirse, hava kirliliğini azaltacak veya önleyecek bir teknoloji geliştirmek için hiçbir ekonomik teşvik ve şevk olmayacaktır. Oysa sanayi ve devletin işgalci kirleticiliği engellenirse, çok geçmeden üretimin havayı kirletmeden yoluna devam edebilmesini sağlayacak teknikler geliştirilebilecektir. Anti-kirlilik teknolojisi açısından mecburen ilkel bir aşamada olduğumuz bugün bile, havanın kirlenmesini önleyecek biçimde atıkları geri dönüşüme sokan teknikler mevcuttur. Bu yolla, sülfür dioksit, ki başlıca kirleticilerdendir, iktisaden değerli sülfürik asidin üretilebilmesi için toplanıp geri dönüşüme sokulabilmektedir.¹¹ Bir hayli kirletici olan kıvılcım ateşlemeli otomobil motoru bir dizel, gaz türbini veya buhar makinesi ya da elektrikli araba ile değiştirilebilmektedir, özellikle de mevcut motoru değiştirme teknolojileri geliştirmek için ekonomik teşvikler elverişli olduğunda.
Gürültü de özel mülkün işgalidir; çünkü gürültü denen şey, başkalarının şahsını ve mülkünü işgal edip bombardımana tâbi tutacak ses dalgalarının yaratılmasıdır. Burada da yine aşırı gürültüyü yasaklayan kararlar, egzoz susturucuları, akustik malzemeler, hatta gürültü yaratan makinelere takılacak, karşı ses dalgası yaratıp mevcut dalganın etkisini kıracak aletler gibi gürültü önleyici cihazların geliştirilmesini ve takılmasını teşvik edecektir.
O hâlde, çevrecilerin aşırı coşkularını, kafa karışıklıklarını ve de ayakları sağlam basmayan felsefelerini sıyırıp attığımız zaman, mevcut sisteme karşı önemli bir sağlam temel buluyoruz. Ancak ortaya çıkan dava kapitalizme, özel mülkiyete veya modern teknolojiye karşı bir dava değil, devletin işgale karşı özel mülkiyet haklarına izin verip koruması konusunda başarısız kalmasına karşı bir davadır. Kaynakların kirletilip aşırı kullanılması doğrudan doğruya devletin özel mülkiyeti savunmayı becerememesinden kaynaklanmaktadır. Şayet mülkiyet hakları yeterince savunulabilmiş olsaydı, aynen ekonominin ve toplumun öteki alanlarında olduğu gibi, burada da, özel girişim ve modern teknolojinin insanlığın başına bela değil, kurtuluşuna vesile olduğunu görürdük.
Dipnotlar:
1. Büyük iktisatçı Joseph Schumpeter modern entelektüelleri tartışırken durumu gayet parlak bir şekilde ortaya koymaktadır: “Kapitalizm, idam fermanı cebinde duran yargıçların önünde dikilmektedir. Savunma ne olursa olsun verilecek ceza bellidir; muzafferane savunmanın kazanabileceği tek başarı, sadece iddianamede bir değişikliktir.” Joseph A. Schumpeter, Capitalism, Socialism, and Democracy (New York: Harper and Bros., 1942), s. 144. Hoş bir nokta, aynı adamın, Machinery and Allied Products Institute’ta ekonomist olan George Terborgh’un, her iki safsatayı da çürütücü yazılar yazmış olmasıdır; önce 1945’de The Bogey of Economic Maturity [İktisadi Olgunluk Öcüsü], ardından yirmi yıl sonra The Automation Hysteria’yı [Otomasyon Histerisi] yazmıştır.
2. Amerikan başkanlarının yılda bir kez “State of the Union Address” adıyla yaptıkları ulusa sesleniş konuşması. (ç.n.)
3. Mahallelerin tahribi konusunda, bkz. Jane Jacobs, The Death and Life of Great American Cities (New York: Vintage Books, 1963). Ayrıca serbest piyasa şehirlerinin büyük önemi konusundaki yakın tarihli parlak tartışması için bkz., The Economy of Cities (New York: Random House, 1969), bunun yapıcı bir eleştirisi için de bkz. Richard Sennett, “The Anarchism of Jane Jacobs,” New York Review of Books (1 Ocak 1970).
4. Orijinal metinde geçen kavram “acre” olup Türkçe’de tam karşılığa sahip olmayan, 0,404 hektarlık ya da 4047 metrekarelik araziye karşılık gelen İngiliz dönümüdür. Amerikalılar bazı ölçü ve ağırlık birimlerinde hâlâ İngilizleri takip etmektedirler. (ç.n.)
5. Walden Pond: ABD’de Massachusetts eyaleti sınırları içerisinde, Henry David Thoreau’nun yaşayıp Walden, ya da Ormanda Yaşam kitabına adını veren bir küçük göl. (ç.n.)
6. Ormansızlaşmanın büyük sellere yol açtığına dair geniş kabul gören çevre korumacı mit konusunda, bkz. Gordon B. Dodds, “The Stream-Flow Controversy: A Conservation Turning Point,” Journal of American History (Haziran 1969), ss. 59-69.
7. Bütün bunlar için, bkz. Anthony Scott, Natural Resources: The Economics of Conservation (Toronto: University of Toronto Press, 1955).
8. Su ürünleri yetiştiriciliği. (ç.n.)
9. Bkz. Gordon Tullock’un tasavvuri risalesi, “The Fisheries: Some Radical Proposals” (Columbia: University of South Carolina Bureau of Business and Economic Research, 1962).
10. Nehirlerde muhtemel özel mülkiyet hakları konusunda, ötekiler yanında, bkz., Jack Hirshleifer, James C. DeNaven ve Jerome W. Milliman, Water Supply: Economics, Technology, and Policy (Chicago: University of Chicago Press, 1960), bölüm 9.
11. Bkz. Jacobs, The Economy of Cities, s. 109 vd.; ve Jerome Tuccille, “This Desecrated Earth: A Libertarian Analysis of the Air Pollution Problem” (yayımlanmamış notlar).




Yorumlar