01/10/2022 - Serkan Kiremit
“Mistiklerle ve kâhinlerle tartışmanın bir yararı yoktur. Varsayımlarını sezgi üzerine kurarlar ve rasyonel incelemeye teslim etmeye hazırlıklı değillerdir... Ancak, bilim düşünmeden edemez; her ne kadar aklın üstünlüğü konusunda şüphe duyanları inandırmakta asla başarılı olamayacak olsa bile... Tarihi yapan fikirlerdir, fikirleri yapan tarih değil.”
Ludwig von Mises İnsan Eylemi, s.81
I. Giriş
Ludwig von Mises, 1881 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu toprakları içinde doğdu. Mises, orta Avrupa Musevîlerindendi. Çocukluğu ve gençliğinde Alman Tarihçi Okul etkisiyle hukuk ve tarih üzerine çalıştı. Mises, hukuk ve tarih alanında saha çalışması yaparken Carl Menger’in “İktisadın Prensipleri” kitabını okuduktan sonra geri dönülmez bir şekilde iktisatçı olmaya karar verdi. Bu karar sürecinde hem Alman Tarihçi Okul’u terk etti hem de Avusturya İktisat Okulu’na giriş yaptı. Bu girişle beraber felsefe alanında çalışmaya başlayan Mises toplumun, hiç düşünmeden uygulamaya koyduğu geleneksel âdetlerle ya da zorla ve emirlerle oluşturulmuş bir yığınlar birliği olmadığını gördü. Tam tersine toplum bilinçli bir örgütlenmeydi. Bu gönüllü ilişkilerin oluşturduğu kuvvetli ağda gönüllülük, mülkiyet, bireysel haklar, özgürlükler ve en önemlisi de karşılıklı ilişkilere dayalı sosyal işbirliği sistemini gördü. Medeniyet denilen şey de tam olarak buydu.
Mises piyasa sistemini bütün gönüllü ilişkiler ağının bilgi taşıyıcısı olarak görüyordu. Bu, medeniyet denilen şeyin kısa yolu ve en az maliyetli biçimiydi. Mises şöyle der: “Hayalperestlerin doğanın (Tanrının) bedava hediyesi olarak telakki ettikleri bütün zenginliği, işbölümü sistemi gereğince işbirliği yapan insanlar yaratmışlardır. Bu zenginliğin “bölüşümü” yönünden, sözde ilâhî veya doğal bir adalet ilkesine müracaat etmek mantıkî değildir.”¹ Çünkü eğer ilâhî adalet varsa neden Asya ve Afrika ülkelerinde makineler onlara da eşit olarak dağıtılmamıştır. Mises bunu devamlı bir şekilde bütün zahitlere (Sosyalistlere ve kurumsal dinlere inananlara) sorar durur.
Ne yazık ki kurumsal ve tek Tanrılı dinler Max Weber’in dediği gibi liberal çağı başlatmamıştır. Aksine, piyasa sistemini, yani medeniyeti baltalamaktan başka bir şey yapmamışlardır. Hıristiyanlığın hem Katolik ayağına baktığımızda hem de Protestan ayağına baktığımızda sosyalizmin zeminini görürüz. Orada âdil fiyatın zorla uygulanmasından tutun, özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasına varacak birçok düşüncenin kökenini bulabiliriz. İslamiyet’in faizi yasaklayan düşüncesi, kredi sistemini yok etmiş ve İslam ülkelerinde artan oranda tasarrufun yatırıma dönüşmesi engellenmiştir. İslam ülkelerinde ‘dünyalık’ süreklilik kazanamadığından sadece olanı tüketmeye dayandığı için sermaye, çoğalarak gelişememiş ve böylece sürekli artan nüfusu doyuramamışlardır. Sadece fetih ile hazineyi sürekli kılmaya çalışmışlardır. Açlık, savaş ve sürekli baskıya maruz kalan halklar ne yazık ki barışın, huzurun ve refahın tadını çıkaramazlar. 21. yüzyıl İslam ülkelerinin kabuğunu kırmaya çalıştığı şey de budur. Mises bunu erken fark eden kişilerden biridir. O, İslam ülkelerinin, medeniyeti ve demokrasiyi ya petrol parasıyla alınacak bir şey olarak gördükleri ya da tepeden inme bir uygulamayla kültürel olarak değiştirilecek (sarıktan fese, festen şapkaya) bir âdet sandıkları için bugüne kadar başarısız olduklarını söylemektedir.
Sermaye, Tanrının veya tabiatın bedelsiz bir hediyesi değil, insanın, tüketimini basiretli bir şekilde sınırlandırmasının bir neticesidir. Fakirliğin ve kıtlığın giderilmesinin rasyonel en etkin yolu, bırakınız yapsınlar kapitalizminin bütünüyle kabul edilmesidir. İhtiyaç duyulan şey, özel girişim ve yeni sermaye birikimi, kapitalistler ve müteşebbislerdir. İşaret edilen çözüm “sosyalist sistem” ya da “ilâhî sistem” değildir. Özel mülkiyete dayalı sosyal işbirliği sisteminin, diğer bütün sistemlerin güvenilir olmayan politikalarının yerine ikame edilmesidir.
II. İktisatçı Olarak Mises ve Metodolojisi
Ludwig von Mises, geçtiğimiz yüzyılın fark edilememiş bir dahisidir. O dehasını ilgilendiği konulara aşırı yoğunlaşmasıyla kazanmıştır. Mises’in üzerinde yoğunlaştığı konu elbette iktisattır. Fakat o, iktisat konusunu enine boyuna araştırırken, kıyısından köşesinden değindiği farklı disiplinlere göz attığında görürüz ki Mises’te garip bir çekicilik vardır. Bu çekicilik kendi deyimiyle sadece mesleğiyle uğraşmamış, başka disiplinleri de araştırmış olmasında yatar. “İktisatçı asla bir uzman olmamalıdır. Bir sorunla uğraşırken gözünü daima tüm sisteme sabitlemelidir.”²
Mises, iktisadı idrak etmek için felsefecilerin “Tümdengelim” metodunu kullanır. Çünkü bir ekonomistin, iktisattaki problemlerin çözümü için gözünü tüm sisteme dikmesi gerekir. O, mantığın mükemmel işleyişine hayran değildir. Mises, hayat ve gerçekliğin anlaşılması yolunda, mantığı elimizdeki tek uygun araç olduğu için kullandığını söyler. Aklın bu açıdan yetersiz ve çözüm olamayacak hatta en küçük sorunları bile çözemeyeceğini söyleyenlere “elimizde başka bir araç var mı,” diye sorar. Mises akıldışılığı (irrasyonalizmi) kabul etmez. Çünkü akıl dışılık sadece iki tür insana atfedilir. Birincisi çocuklar ve bunamışlar; ikincisi delilerdir. Ve bunlar zaten hayatın ve gerçekliğin dünyasında değillerdir. Bilim, gerçeği arayanlarındır. Gerçeği de rasyonel insan arar. Bu açıdan akıldışı insan yoktur. Hepsi rasyonalizm içindeki insanın usavurumu durumudur. İrrasyonel insan, suyun kaldırma kuvveti veyahut yer çekimi kanuna ne kadar kayıtsız ise iktisadın ‘marjinal değer’ kavramına da bir o kadar yabancıdır. Öyleyse insanı salt içgüdüsel davranıştan ayıran tek şey akıldır. Kısacası insan tek kelime ile rasyoneldir.
Böylece bütün insanlar tümdengelimin ortak vurgusu olan eylem kategorisiyle hareket eder. İnsan eylemi sarsılmaz bir temel olarak, herkes için geçerli bir öncüldür. Bu ilk hareketle beraber, mantığın giderek muhakeme yoluyla yavaş yavaş ilerlediği görülür. İnsan eylemleri bilimi, “varsayımları ve koşulları kesin olarak tanımlayarak, kavramlar sistemi inşa eder. Elde edilen sonuçlara dair yalnızca iki davranış mümkündür: ya sonuçları ortaya çıkaran zincirdeki mantıksal hataları ortaya koymak, ya da doğrulukları ve geçerliliklerini kabullenmek.”³
Mises, iktisat teorisini sağlam ve yıkılmaz bir şekilde kurmak için muhakeme zincirini geniş ve eleştiriye açık tutmuştur. Çünkü çürütülemez bir teori için sağlam bir mantık olmalı ve kişisel ya da keyfî olmamalıdır. Marx sadece bir sınıfa atıfta bulunurken, diğerlerini dışlar. Bu bilim için büyük bir sorundur. Faşistler ve naziler de aynı hataya düşer. Onlar için sadece kendi ırksal özellikleri ya da ten renkleri önemlidir, diğerleri alt milletlerdir. Dinler de aslında böyledir. Kendi dışındakiler hep bâtıl iken sadece kendileri haktır. Böyle şeyler hem dışlayıcı hem de hoşgörüsüzdür. Oysa Mises sistemini keyfiyete göre kurmaz. Onun sisteminde barışçıl evrensel işbirliğinin meyveleri vardır. Bu Misesyen dünyada düşmanlığa yer yoktur. Mises’in düşüncesi neredeyse Yunus Emre’ye benzer:
Adımız miskindir bizim Düşmanımız kindir bizim Biz kimseye kin tutmayız Kamu âlem birdir bize...
Mises buna benzer şekilde şöyle devam eder: “Düşmanca eylemlerin kendileri sadece asosyal değil, aynı zamanda anti-sosyaldir. ‘Toplumsal ilişkileri’ diğer insanların yok edilmesi ve eylemlerinin hüsranını hedefleyen şekilde tanımlamak, uygun değildir. İnsanlar arasında sadece ölümcül ilişkilerin olduğu yerlerde ne toplum, ne de toplumsal ilişkiler söz konusudur.”⁴
III. Liberal Hoşgörü, Rasyonalizm ve Sabit Fikirler
Mises 1927 yılında yayınladığı “Liberalizm” adlı kitabında liberal hoşgörüyü şöyle açıklar: “...Şüphesiz, üstün olduklarında, karşı görüşe zulme doymayan din ve mezhepler, azınlık olduklarında en azından kendileri için hoşgörü talep ederler. Fakat bu hoşgörü talebinin, liberal hoşgörü talebiyle ortak hiçbir noktası yoktur. Liberalizm hoşgörüyü fırsatçılıktan değil, bir prensip meselesi olarak talep eder. Liberalizm açıkça saçma olan öğretiler, aykırı anlamsız formlar ve çocukça batıl inançlar için bile hoşgörü talep eder. Topluma zararlı sayılan düşünce ve doktrinler ve hatta liberalizmin bizzat kendisinin yorulmak bilmeden savaştığı gruplar için de hoşgörü talep eder. Liberalizmi hoşgörü talebine sevk eden tolere edilecek doktrinin içeriği değil, ancak hoşgörünün sosyal barışı yaratacak ve koruyacak olmasıdır. Bu olmaksızın insanlık barbarlığa ve uzun suren yüzyılların sıkıntısına geri dönecektir. Liberalizm, saçma, hatalı, şeytanî olana karşı baskı ve kaba güç ile değil aklın silahı ile dövüşür.”⁵
Mises bilimin verdiği yöntemlerle yazarken “gerçeği” sanki kuru bir inat üzerine yapılandırıyormuş izlenimi verebilir. Ama sırf Mises böyle değildir ki; Darwin “evrim gerçektir” dediğinde büyük bir ihtimalle bilimsel kanıtlarla böyle bir sonuca varmıştır. Ya da bir coğrafyacı “Seylan adası Hindistan’ın güneyindedir” derken aynı özgüvenle konuşur. Bu kendini bilme durumu bir “inat” ya da “bilinçsiz inanç” meselesi değildir. Bilim adamı fikri sabit değildir. Bilim adamı atalarının eski zamanlarından kalma saçma inançlarına, tarihte var oldu diye inanmaz. O kesin, net ve kanıtlarla sürekli desteklendiği şeylere güvenerek konuşur durur. Yeni elde edilecek kanıtlar ortaya çıktıkça ve “gerçeğin” çürütülmesiyle “inancından” hemen o gece vazgeçer. Bir tek mistikler, romantikler, tarihselciler, dinciler, tutucular ve hayalperestler asla “eski alışkanlıklarından” vazgeçemezler. Mises bu durumu şöyle açıklar: “Hiçbir Alman milliyetçisi, Alman ordusunun hem 1914 hem de 1918’de Marne’de mağlup edildiğini kesinlikle kabul etmedi. Eğer böyle şeyler Almanlar için mümkünse Hinduların -ineğe tapanların- Ricardo’nun ve Bentham’ın teorilerini kavraması gerektiğini nasıl bekleyebiliriz?”⁶
Mises çok iyi bilir ki bir rasyonalistin başa çıkması gereken öncelikli şeyler mitler, kutsal şeyler ve mutlak dokunulmaz doğaüstü güçlerdir. Fakat bu konuda bir rasyonalistin elinde mucizevî bir kurtuluş yolu yoktur. Hatta öyle ki bütün dinî inanışlar, “insan yalnız bırakıldığında kurtuluş yolunu yalnız bulamazdı,”⁷ gerçeğine dayanır. Bu, tüm dinî öğretilerin temel felsefî unsurudur. İlkel kabileleri hatırlatan bu düşünce biçimi, insanı doğaüstü -sosyalizmde tarih, dinde Tanrı, Hegel’de Mutlak Tin, adına her ne derseniz- bir gücün koyduğu kanuna uymak zorunda bırakır ve kanunla güçlendirilmiş otoriterlere itaat etmeye zorlar. “Bu kanunla oluşturulmuş düzen, yani insan toplumu, insanın işi değil Tanrı’nın mutlak planıdır. Eğer Tanrı bu mutlak planı uygulamasaydı, insanın aydınlanması mümkün değildir. Hatta toplum var olamazdı.” derler.
Böylece Mises’in dikkat ettiği gerçeğe gelmişizdir. Şöyle ki “bu noktada tüm dinî doktrinler seküler insan bilimleri yöntemlerini ve mantıksal muhakemeyi bırakmak ve inancın teolojik ve metafizik meselelerine geçmekle yükümlüdür.”⁸ Yani “biçare akıl, liberal hoşgörü, çoğulculuk ve seküler insan bilimleri” refah kaybının, özgürlüğün, hakların ve medeniyetin kaybedilmesi uğruna bile olsa terk edilmeliydi. Çünkü dinî doktrinler dünyevi refahın değil, öteki dünyanın mutluluğunun peşindeydi. Böylece dinî hassasiyet gerçeğin, yaşamın ve bugünün dünyasına karşı hoşgörüsüz, sert, çatışmacı, savaşçı, bozguncu ve toplumsal işbirliği terk edişçiydi. Yani akıl gibi kurucu ve yapıcı değil, mutlak anlamda korkutucu ve yıkıcıydı.
Mises, Georges Sorel’in temel düşüncesini hedef alarak “eğer kendinizi mitlerin bu zeminine yerleştirirseniz eleştirel çürütmenin herhangi bir türüne karşı dayanıklısınızdır”⁹ fikrine inanmaz. Mises, kimsenin mitlerle veya kutsallıkla, yani kurnazlık ve hilekârlıkla kitleleri uzun süre ayakta tutamayacağını ifade eder. Sorel yanılmaktadır, der Mises; “...eğer bir ifade ispatlanamıyorsa ona bir mit statüsü vererek ve bu sayede mantıklı itirazlara karşı bir kanıt sağlayarak onu meşrulaştıramazsınız. Hıristiyanlık, sosyalizm ile müdahalecilik ve devletçilik ile milliyetçilik, takipçilerin gözünde mitler değildir, aksine, amaçlarını gerçekleştirmenin uygun bir yoluna işaret eden öğretilerdir. Bu öğretilerin gücü, onları tatbik ederek kısmetlerini etkin bir şekilde iyileştirecek kitlelerin sarsılmaz inancıdır. Diğer taraftan onlar asılsızdır, yanlış varsayımlardan başlar ve onların akıl yürütmeleri kıyası fasit (paralogisms; yani yanlışlık kıyasın kendisinde olabilir veya öncüllerin yanlışlığından gelebilir) ile doludur... Söz konusu öğretiler kamuoyuna hâkim olacak ve siyasetçiler ile devlet adamlarına rehberlik edecektir. İnsanlar her zaman yanlışa hassastırlar. Geçmişte hata yapmışlardır; gelecekte de hata yapacaklardır ama kasıtlı olarak hata yapamazlar. Başarılı olmak isterler ve uygunsuz araçların tercih edilmesinin onların eylemlerini boşa çıkaracağını pekâlâ bilirler. İnsanlar mitleri değil aksine ulaşmak istenen amaçlar için doğru araçlara işaret eden işe yarar öğretileri talep ederler.”¹⁰
Öyleyse uzun dönemde muhakemeye dayalı akıl, “akıldışılığın düşmanı” olmakla yetinmemelidir. Bu zaten yanlış bir şeydir. Düşmanla hoşgörüsüz bir şekilde sadece güç kullanarak savaşmak, rakibin daha da kuvvetlenmesini beraberinde getirir. Yapılması gereken şey entelektüellerin bir amaç doğrultusunda araçlarını sürekli aklın süzgecinden geçirerek ilerleyen zaman için hatalarını sistemden temizlemek ve hedef olarak seçtikleri şeye doğru koşmaktır. Başka türlüsü düşünülemez bile. Zira hürriyet bir bütündür. Sanatsal bir heykel veya ulusal bir önder -size göre- kötü diye yıkılamayacağı gibi bir mit, bir aziz ya da anlam-dışı bir din de zorla kişilerin yüreklerinden ve hislerinden temizlenemez.
Ama bir rasyonalistin kendisine entelektüel hedef olarak seçtiği ve peşinde ısrarla koşacağı şey, kendisi için değil, genel için gerçek ve doğru olan şeydir. Bu his onda değiştirilemez bir umut ve cesaretle ilgilidir. Bütün insanlığın onuru, huzuru ve refahı için tercih edeceği şey çok açıktır. “Kir ve yoksulluk içinde sadakayla yaşayan Budist dilenciler arasında kendilerini mükemmel bir şekilde mutlu hisseden ve nüfuzlu herhangi bir kimseyi kıskanmayan bazı insanların var olduğu doğru olabilir. Mamafih, şu bir gerçek ki insanların kahir ekseriyeti (birçoğu) için böyle bir hayat dayanılmaz olacaktır. Onlara göre, varoluşun harici şartlarının iyileşmesini amaçlamaya yönelik bitmek tükenmek bilmeyen bir dürtü insanın içine işlemiştir. Asya’ya mahsus bir dilenciyi ortalama bir Amerikalı için kim bir örnek olarak kabul edecektir?”¹¹
Mises değerden bağımsız (wertfrei) bir düşünür olduğunu söylese de o, bir taraftır. Çünkü değerden bağımsız biri olarak o, “değere bağlı” olanlara karşı çıkan biridir. Yani o, kesinkes kendini belli bir zeminde tanımlayan kişidir. Lakin onun durduğu taraf, aklın süzgecinden geçtiği ve insan mantığına oturduğu sürece var olur. O, çoğu kişilerin herhangi bir nedenle seçtiği bir yolu vazgeçtiği yollardan daha değerli görür. Fakat bazı kişiler diğer kişilerin vazgeçtiği yolları seçmekte özgürdür. Mises o kişileri de olumlar. Peki, Mises hangi seçimlere karşı çıkarak “değerden bağımsız” bir düşünür olurken bazı “değere bağımlı” düşüncelere karşıdır? Kritik soru budur. Cevap Mises’te saklıdır. O, bu konuyu aşağı yukarı şöyle izah eder: “Alman Milliyetçileri, Marksistler ve sosyalistler ‘bağlantısız entelektüel’ olduklarını iddia ederler. Alman Milliyetçileri Ari ırkın, Marksistler proletaryanın düşünürleridir. Kendilerine göre diğer düşünürler burjuva, Yahudi veya onların yandaşlarıdırlar. Bu yaklaşıma göre ırkçılar, Marksistler ve sosyalistler ‘çok mantıkçılığı’ (polylogism) icat etmişlerdir. Ve... Ne kendi ifadelerinin doğruluğunu gösterebildiler ne de iktisat ve insan eylemlerinin genel bilimine (praksiyolojiye) ilişkin teorileri çürütebildiler. Bu yüzden, onlar, çok mantıkçılığın çatısı altına sığındılar.”¹²
Oysaki “çok mantıkçılık” psikolojiden, biyolojiden, iktisattan ve anatomiden veyahut başka herhangi bir sosyal bilimden, hatta doğal bilimlerden bile çıkarılamaz ve ispatlanamazdır. Nasıl ki “Tanrı fikri” herhangi bir nedenle mükemmel bir şekilde akıl ile kanıtlanamaz ise tersi de yani “Tanrının yokluğu” da kanıtlanamaz. Öyleyse herhangi biri “çok mantıkçı” düşüncede bilimsel bir değer bulamaz. “Ne olursa uyar!” felsefesi bilimsel değil, metafizik bir söz dizimidir. Çok mantıkçılık, fanatikliğin bir diğer adıdır. Bu ad, bu yüzyılda postmodern teoriyi kurmuştur. Sonuçta akıl yürütme ve mantık, batıl inançla yer değiştirmiştir.
Oysaki insanlar tek bir araçla, yani mantığın ortak olgularıyla hareket etmektedir. Nasıl ki her insan eylemde bulunur ise her insan da mantığın tümdengelimli muhakemesiyle iş görür. Bu, şu demektir: Eğer insanlar konuşabiliyorlarsa bu, dili ortak kullanmalarıyla alâkalıdır. Ari ırk ya da proleter olmak ile alâkalı değildir. Yani kısaca her insan bu mantığın sınırlarındadır. Ne bu sınırın dışına çıkabilir ne de bu sınırı genişletebilirler. Birisi sayı saymaya sıfırdan, bir diğeri birden başlar fakat varacakları son sonsuzluğa giden sayı dizimidir. Bu sayı dizimi her insanda aynıdır. Bir diğeri belli bir mantığa oturmadan karışık sayı sayarak bir başka “özel mantık” oluşturamaz. İllaki sayı sırası her insanda aynıdır. Biri matematik dâhisidir, birisi sadece ikiye kadar sayı sayar. Ama mantık aynıdır. Bugüne kadar hiçbir tarihçi veya gezgin, A ile A-OLMAYAN şeyi kendisinin aynısıdır diye bizlere tanıtmadı. Yani, ancak bu kadar olur ki düşünürler, tarihin bu zaman dilimi hariç herhangi bir yanlışında asla ısrarcı olmadılar.
Öyleyse insanlar mantıksal ilkeleri bozmaya çalışmış olsalar da onlar sadece ya saçmalamaktadırlar ya da hata yapmaktadırlar. Mises “değerden bağımsız” bir entelektüel olarak bu mantıksal hataları düzeltmenin düşünürüdür ve asla bir başka mantık, bir başka tarih, bir başka sınıf ya da bir başka ırkın üstünlüğünü ispatlamanın aydını değildir. O, hep tümdengelimli mantığın yolunu izlememizi salık verendir. Çünkü eğer bunu yaparsak her toplumun ortak bir dili olabileceğini kabul ederiz. Bunun adı da kesinlikle sabit fikirlilik değil, liberal hoşgörü modelidir. Bu model günü kurtarmak için değil, belli bir ilkeler meselesi olarak zamanlar üstü barışçıl bir süreçtir.
IV. Nietzsche, Mises ve Faydacılık
Bu arada Mises, Nietzsche gibi düşünmektedir. Mises, geç-Nietzsche felsefesindeki “doğaya karşı olan bir şey doğadır zaten” fikrine katılır. Nietzsche şunu söyler: “Bugün insanların çoğu, insanın yaşamını düzenlediği değerleri kendisinin yarattığını ve bu değerlerin de bize doğa tarafından verilmediğini fark etmezler.”¹³ Nietzsche, Mises gibi bir örnek verir: “Çileci rahiplerin peşine düştükleri şey felsefecilerin peşine düştükleri şeyle aynı şeydir, yani daha iyi bir şimdiki hayat uğruna yaşanan şimdiki hayatın yadsınmasıdır.” Öyleyse çileci ideal ya da modern hayat aslında bir “insan eylemidir” ve tercihten başka bir şey değildir. Öyleyse nasıl “akıl ve akıldışılık” yok ama sadece akıl varsa, doğa ve doğaya karşı duran bir hayat biçimi de yoktur. Peki ne vardır? Her insanda bulunan “insan eylemi kategorisi” ve “tercihli yaşam biçimi”, kısaca özgür toplumda “her ne isek oyuzdur.” Bu da doğadan başka bir şey değildir.
Fakat bu felsefî görüşten bir ahlâkî yargı çıkartabiliriz miyiz? Mises ve Nietzsche bu soruya neredeyse aynı şekilde bir nebze faydacı cevap verir. Şöyle ki “Kişi daha başka, daha büyük fayda karşılığında belirli bir faydadan vazgeçer. Faydadan caymak için başka bir şey yoktur. Ahlâk bu hesapta hiç rol oynamaz. Davranışta bulunan tutum tamamen kişiseldir.”¹⁴ Mises buna iktisadî bir kavram bulur: Vazgeçilen maliyet. Bu, uzun dönemde daha iyi bir yaşam, mutluluk, sağlık ve huzur için terk edilen diğer seçeneklerdir. Yani birey için “o şey” her neyse onun için terk edilen diğer fayda veya faydalar toplamıdır. Bu yol saf ahlâkî olmadığı gibi faydacı da değildir. Bilakis kişinin ona atfettiği değerde saklıdır. Amaca ulaşmak için kişinin hedeflediği şeye değecek olan ve neticede vazgeçilen şeylerin sonucunda ortaya çıkacak olan şeydir.
Ama Mises ve Nietzsche, felsefelerinde temel olarak “faydadan” başlamazlar. Onlar bu açıdan ne Bentham’cı ne de Mill’cidirler. Nietzsche kesin olarak bir şeyi anlatmak ve anlamak için “faydadan faydalanamaz... Çünkü... Bir uzvun faydası kökenini açıklamaz”¹⁵ der. Mises’in sosyal darwinizmi reddetmesinin altında yatan şey tam da budur. Onu “kendi çıkarının peşinden giden birey” felsefesinden özel mülkiyete dayalı “karşılıklı yardımlaşma” sosyolojisine sürükleyen şey de budur. Yani özel mülkiyet altında işbölümüne dayalı kapitalist toplumdaki iki kişinin mübadeleye girişmelerine neden olan şey sadece fayda değil, birbirine ihtiyaç duyduklarını da anlamasıdır. Mises “Sosyalizm” kitabındaki “zahitliğin yayılması olarak sosyalizm” adlı bölümde bu konuyu enine boyuna tartışmış ve zahitliğin ya da sosyalizmin eninde sonunda iktisadî yasalara dayanması gerektiğini ve bunun da yine dünyevi meselelerle çözüleceğini söylemiştir. Doğaya ya da iktisada karşı gelerek zaten onlara karşı gelinmiş olunmaz. İktisadın ve doğanın meselelerini anlamak ve onun sınırlarında eylemde bulunmak ne yazık ki bir sınırlılık hâlidir. Bunun için “bir lokma, bir hırka” mantığı anca o lokmanın ve hırkanın yapılmasını gereken iktisadî işlemlerden sonra ortaya çıkacaktır. Bunun için de Ortodoks olarak ne dinler ne de romantik ideolojiler tek başına yeterli değildir.
Peki Nietzsche’nin “Tanrı Öldü!” fikrine Mises neden katılmaz? Mises bu açıdan diğer filozoflara göre daha değişik görüşlüdür. Aslında o nasıl “tam sosyalizm imkânsızdır... Ama sosyalizme inanç asla kaybolmaz” dediyse, Tanrı fikrinde de hemen hemen aynı kanaattedir. Onun “Tanrı fikri” insan eylemleri bilimindeki gibi muhakemeye dayalı olarak dünyevidir. “Tanrı fikri” insan mantığın sınırlarında anlaşılır bir şeydir -başka türlüsü olamaz.
V. Mises’te Tanrı Kavramı
Öyle ki Mises, Tanrı’dan geldiği iddia edilen adalet, refah(rızık), etik, sosyoloji ve hatta liberal iktisadın (Bastiat ve Adam Smith’teki gibi…) kesinlikle dünyevi olarak insandan ve onun eylemlerinden ortaya çıktığını söylüyordu. “Hukuk ve meşruluk, manevi kurallar ve sosyal kurumlar artık Tanrı’nın sırrına erişilmez inançları olarak sayılamazlardı. İnsan kaynaklı olduklarından bunlara uygulanması gereken tek ölçüt insan refahına olan elverişliliğiydi.”¹⁶
Mises “Tanrı fikrinde” dünyevi araçları kullanır. Çünkü dünyevi olmayan şey Nirvana gibi manevi bir sınıf veya dindarlık derecesi değildir. Mistik ve romantik bir hayal dünyasıdır. Öyleyse Mises için “dünyevi olmayan şey” nedir? İnsan fikrinin dışında muhakemenin sınırıdır. Dikkat edilirse eğer, Mises, öğrencisi Hayek gibi bilgi eksikliği ya da aklın yetersizliğinden dem vurmaz. Akıl, dilin ve gramerin yapısal olarak aktarabileceği ve illaki mantığın ve muhakemenin çerçevesinde anlaşılır bir şeydir. İnsan, eylemde bulunurken yaşamaktadır ve yaşarken karşısına çıkan zorluklar, değer çatışmaları, hüsranlar ve bozgunlar insanın mükemmel olmadığını gösterir. Mükemmel olmak insan için “hayalî bir kavramdır”. Hayalî kavram olarak ‘mükemmellik’ gerçeklikte yaşamamaktadır. Ölü bir fikirdir. Tanrı fikri, bu açıdan koşulları olmayan bir fikir üzerine temellendirilmiştir. Mükemmellik, akıl ile kavranamaz, deneyimlenemez ve doğruluğu saf akıl ile anlaşılamaz. Öyleyse insan için mantığı aşan bir şeydir. Mükemmel bir şeydir. Yani yoktur. Mises bu konuyu şöyle açıklar: “Kaf dağının ardını veya meleklerin hayatını tarif etme girişimi çelişkilerle sonuçlanır.”¹⁷ Tam sosyalizm ve kesin mükemmellik, Mises için her yönüyle, amaçları ve araçlarıyla, kendisiyle paradoks hâlindedir. Birey ve toplum, onlardan herhangi bir sonuç alamaz. En azından dünya hayatında genel bir refah sağlayamaz.
İnançlı birisi için huzur ve mutluluk, inandığı şeyde mümkün olabilir. Lakin “genel refah”, yani manevi refahın yanında maddi refah sürekli artan nüfusu en azından evsiz, giysisiz ve katıksız(ekmeksiz) bırakmadan birinci derecede akrabalarına ve gerekirse komşularına, vatandaşlarına veya diğer ülke insanlarına yardım etmek, alışveriş yapmak ve hibe etmek için gereken bolluk ve sermaye fazlalığıdır. Mises bu durumu şöyle ifade eder: “Bu sebeple, liberalizm tarafından sürekli artan şekilde sermaye oluşumunun, sayesinde büyük kitlelerin konumunun mütemadiyen iyileştirebileceği tek araç olduğu söylenmiştir. Sosyalizm ve yıkıcılık, bu amacı farklı bir yolla elde etmeye uğraşmaktadır. Onlar, gelecek pahasına şimdiki zenginliği arttırmak için sermayeyi tüketmeyi önerirler. Liberalizmin siyaseti, tasarruf yapan ve kendisi ile evlatları için bina yapan ihtiyatlı babanın yöntemidir. Yıkıcılığın siyasası, geleceği düşünmeksizin mirasını dağıtan müsrifin siyasasıdır.”¹⁸ Liberalizm Mises’in anladığı manada medeniyetin rasyonelleştirilmesidir. Bu rasyonelleştirilen hayat ve gerçeklik tepeden inme değil, bizzat mantığın sırlarını kavrama meselesidir. Bu açıdan liberalizmin, yani yapıcılığın zaferi, bütün insanların eğitimine ve idrakine bırakılmıştır. Liberalizmin sürekli barış, özgürlük ve refah idealinin devamlı ertelenmesinin arka planında bu gerçek yerli yerinde durmaktadır. Çünkü insanlar, en azından bugünün bireyleri, iktisadın evrensel prensiplerini içselleştiremeyecek kadar bilinçten uzaktırlar. Üstelik, tümdengelimin mantıksal zincirini takip edemeyenleri de bunlara eklersek işler liberalizmin için hiç de kolay olmayacaktır.
Zira liberalizmin zıttı, yani yıkıcılığın siyasası ve iktisadı, insana en ufak bir yarar sağlamayacaktır. Çünkü “Diktatörlerin ve Hz. İsa’nın yeryüzünde binlerce yıl süreceği söylenen imparatorlukları başarısızlığa mahkûmdurlar; asla birkaç yıldan daha uzun yaşayamazlar. Böyle ‘mutluluk çağları’ (asr-ı saadet) düzenlerinin pek çoğunun yıkılışına şahitlik etmişizdir; hâlâ ayakta kalanlar da fazla uzun yaşayamayacaktır.”¹⁹ Öyleyse liberalizm belli bir sınıfın değil, bütün insanlığın refahının peşindedir. Sosyalizm, iktidarı gasp ederek burjuvaziyi, sermaye sahiplerini, mülkiyeti elinde bulunduranlara karşı sürekli bir şiddet hâlinde olacaktır. Dinler de kendi “Tanrısının” iktidarı için diğer herhangi bir “Tanrıyı” mahkûm edeceklerdir. Cadı avları, engizisyon, cennetten kovulma ve daha birçok eziyet ile korkutma insanın özgürce düşünme ve inanmama hürriyetini elinden alacaktır. Ne yazık ki liberal hoşgörü hariç diğer her felsefe, ideoloji ve dinler şiddete dayalı olaylarda hemfikirlerdir. Onlar sadece ilk kimin tahakkümü uygulayacağı ve zafere ulaşarak iktidarı gasp edeceği meselesinde ayrılırlar.
Kurumsal dinler ve sosyalizm, liberalizmin serbest piyasa sayesinde manevi önderleri, dâhileri, Mimar Sinan gibi mühendisleri, sanatçıları ve popülerlikten uzak duran entelektüelleri öğüteceğini, çünkü halkın ortalama zevklere sahip olduğundan ince ve müthiş fikirleri ve eserleri yok sayacağını söylemektedir. Oysaki “liberaller insanın ruhsal ve entelektüel özelliklerine tepeden bakmaz. Tam tersine, entelektüel ve manevi olgunluğa, bilgelik ve estetik mükemmelliğe can atarlar. Bu ulvi ve asil şeyler hakkındaki görüşleri, rakiplerinin zalim tanıtımlarından çok uzaktır. Sosyal organizasyonun felsefî ve bilimsel düşünceyi, sanat ve edebiyatta şaheserler üretimini ve kitleleri daha aydın hâle getirmeyi dolaysız teşvik etmede başarılı olacağı yönündeki safiyane düşünceyi paylaşmazlar. Toplumun bu alanlarda başarabileceği tek şeyin, dâhilerin yoluna aşılmaz engeller çıkarmayan bir çevre sunmak ve sıradan insanı maddi kaygılardan kurtararak, onun sadece ekmek parasından ziyade başka şeylerle de ilgilenmesini sağlamak olduğunu idrak ederler. Kendi görüşlerine göre, kişiyi daha insan yapmanın başta gelen toplumsal anlamı, yoksulluk ile mücadeledir. Bilgelik, bilim ve sanat, fakir insanların arasından ziyade, bolluk ve bereketin olduğu bir dünyada çok daha iyi yeşerir ve gelişir.”²⁰
Mises, insanın elindeki yegâne ölçüt olan insan mantığının “Tanrı fikrini” tam ve kesin doğrularla anlayamayacağını söylemektedir. Bu açıdan “Tanrı fikri” bireyin zihinsel ve fiziksel sınırlarında son bulur. Mises asla Skolastik filozoflar ve teologlar gibi insan muhakemesinin hiçbir işe yaramadığını veya kıt olduğu için “Tanrıyı” kavrayamayacağını ifade etmez. Akıl’ın eğer bir sorunu varsa kıtlığından ve faydasızlığından değildir, bilinçli sınırlılığı ile ilgilidir. Şöyle ki eğer insan aklı her şeyi duymaya çalışsa idi sesler kakofoni yapacağından hiçbir şey duyulamayacaktı. Oysaki insan aklı seçici ve yakını duymak istemektedir. O diğer sesleri gene aklın keşfi ile teknolojik araçlarla, uzayın en uzak noktasını bile duymaktadır. Kulağımızın seçici ve yakınsal olmasının nedeni onun bilinçli sınırlılığını ifade etmektedir.
Veyahut Mises, “akıl çağının” düşünürleri gibi insan aklının Tanrıyı yarattığını söylemez. Çünkü eğer insan aklı, “Tanrı fikrini” yaratsaydı, o zaman insan eylemleri, kategorileri ve kavramları asla bugünkü “Tanrı anlayışıyla” çelişkiler taşımazdı. Şöyle ki “Her şeye gücü yetme ve her şeyi bilme uyumlu mudur? Her şeyi bilme, gelecekte olacak her şeyin değiştirilemez bir şekilde önceden belirlendiğini varsayar. Eğer her şeyi bilme varsa, her şeye gücü yetme imkânsızdır; zira olayların önceden belirlenmiş seyrinde bir şeyi değiştirmeye gücü yetmemek (iktidarsızlık) failin gücünü sınırlar. ...Fakat eylem hoşnutsuz varlığa atfedilir ve tekrar eden eylem bir vuruşta toptan rahatsızlığını ortadan kaldırma gücünden yoksun olan varlığa yüklenebilir. Eylemde bulunan hoşnutsuzdur ve sonuçta her şeye gücü yeten değildir. Hoşnut olsaydı, eylemde bulunmazdı ve eğer her şeye gücü yeten olsaydı, çok önceden hoşnutsuzluğunu gidermiş olurdu. En güçlü olan varlık için rahatsızlığın değişik çeşitleri arasında bir tercih baskısı yoktur; daha az kötüye katlanmak zorunda değildir. Her şeye gücü yeten her şeyi başarmak için gereken kuvveti hazırladı ve bir sınırlamaya tâbi olmaksızın, tam bir tatminkârlıkta yaşadı. Fakat bu eylem kavramı ile uyumsuzdur. Her şeye gücü yeten için amaçlar ve araçlar kategorisi mevcut değildir. İnsan anlayışının, idrakinin ve kavrayışının üzerindedir. Her şeye gücü yeten için her ‘araç’ sınırsız hizmetleri mümkün kılar, her ‘aracı’ her türlü amacı elde etmek için kullanır, her amacı hiçbir araç kullanmadan başarır. Nihai mantıksal sonuçlarıyla tutarlı bir şekilde her şeye gücü yetme kavramını düşünmek insanın akıl melekesini aşar. Paradoks çözümlenemez. Her şeye gücü yeten, acaba daha sonraki müdahalelerine karşı korunaklı bir şeyi değiştirme gücüne sahip midir? Eğer böyle bir güce sahipse, gücünün sınırları vardır ve artık kendisi her şeye gücü yeten değildir; eğer böyle bir gücü yoksa sadece bundan dolayı her şeye gücü yeten değildir.”²¹
Öyleyse, Mises eldeki verilerle “Tanrı fikrinin” çözülemeyeceğini ifade etmektedir. Çünkü fikir, aslında bugüne kadar tanımlanamamıştır. Yani insan aklının sınırının dışında olduğu kadar dilin grameri içinde de en ufak bir tanım ortaya çıkamamıştır. Bize şöyle bir soru sorsalar cevabınız ne olurdu: “Sonsuzdan daha büyük olan ama görülemeyen, en kısa zamandan daha kısa bir anda olup fakat zamansız kabul edilen, bununla birlikte uzayda bulunmamasına rağmen dünya işleri ile ilgilenen ‘X’ günahkârlardan neden nefret eder?” Cevabınız ne olursa olsun, Mises’in cevabı aşağı yukarı şu olurdu: “Beyefendi, ben size cevap veremem. Neden bahsettiğiniz hakkında en ufak bir bilgim yok. Çünkü siz soruyu bana tanımlayamadınız.”
Böylece Mises aslında ne bir bilinemezcidir (agnostik) ne de baştan bir reddedicidir (ateist). Lakin o “Tanrı fikrinin” asla tam anlamıyla tanımlanamadığını ifade eden kişidir. “Tanrı fikri” Mises için semantik olarak tutarsız, gramer bakımından tarihsel, ama mantık açısından idrak edilemezdir. Aynı şu söz gibi: “Zamansız 1453 tarihi, koşar adım zafere yürüyor.” Bu söz herkese saçma gelecektir. Bir anlamı yoktur fakat söz dizimi kurgusal olarak mantıklıdır ve bir şeyleri çağrıştırdığı da kesindir. Fakat bu kuvvetli bir fikir için gerekli ön şartı oluşturuyor mudur? Cevap Mises için olumsuzdur.
Peki Mises için şüpheci diyebilir miyiz? Kesinlikle hayır. Çünkü kuşkucular aklın kesin bilgi elde edemeyeceğini, hakikate erişilse bile sürekli ve tam bir şüphe içinde kalınacağını, Mutlak’a ulaşmanın mümkün olmadığını savunan felsefî görüştür. Mises böyle bir felsefî fikre kendini hiçbir zaman kaptırmamıştır. O, insan aklının, “bilinçli sınırlı” olduğunu ama bazı konularda -örneğin iktisadın yalnızca apriori bilgiyle kavranabileceğini- söyleyen kişidir.
Bilinmesi gerekir ki Mises, peşin fikirli bir tutucu değildir. Eğer bir gün “Tanrı fikri” insanın muhakemesinde hiçbir boşluk bırakmadan tanımlanabilir ise Mises ve onun gibiler de “Tanrı fikrini” anlamlandırabileceklerdir. Mesela ekonomi biliminde birçok karşılaştırmalı fikir, bir iktisadî ilkeyi “apriori bilgi” olarak destekleyemiyorsa o iktisadî ilkeden bir bilim adamı o gece hemen vazgeçer. Ve neredeyse bütün iktisat kitaplarında bu yanlış, hemen diğer baskılardan çıkarılacaktır. Bir hata düzeltilecektir. Ve kitap yoluna devam edecektir. Fakat asla bir bağnaz bu duyguya kapılmaz. O inandığı kitabın yanlışlarını görmek istemez. Görse bile onu yok sayarak inancına devam eder. Yanlışında ısrarcıdır. Dinlemek, görmek ve duymak istemez. Hemen karşıdakinin ifade hürriyetini engellemek isteyecektir. Polisi, savcıyı ve gerekirse Tanrıyı göreve çağıracaktır. Bu açıdan tahammülsüz ve saygısızdır.
Buna göre Mises’in, liberal hoşgörü sürecine dayanarak dinlere inananlara yaklaşımı tutucu ve sert değildir. Lakin sosyal işbirliğinin barışçıl gelişimi için saygılı ve suskundur. Bir inanç ne kadar mantık dışı, absürt ve kötücül ise de ona karşı aklın muhakemesi ile alanı savunmaktadır. Onun diğer kişilerden farkı kendisinin aşırı tutkulu ve kendi düşüncesini iyimser ifade etmesinden kaynaklıdır. Mises’in “gerçeğe” olan tutkusu karşı konulmaz bir entelektüel duruştur. Ve bu kendisinin deyimiyle bir karakter meselesidir. “Kaçınılmaz felaketi biliyorken hayatımızı nasıl şekillendireceğimiz, bir mizaç meselesidir. Lisede Virgil’den bir sözü parolam olarak seçmiştim: ‘Kötülüğe teslim olma! Fakat daima cesaretle ona muhalefet et!’ Birinci Dünya Savaşı’nın en kötü günlerinde tekrar bu özlü sözü hatırladım. Rasyonel muhakemenin kaçış bulamayacağı durumlarla karşılaştım. Ama sonra kurtuluşa erdiğim beklenmedik bir şey oldu. Savaş hâlinde de olsa cesaretimi kaybedemezdim. Bir iktisatçının yapabileceği her şeyi yapacaktım. Doğru olduğunu bildiğim şeyi öğretmekten yorulmayacağım.”²²
Mises, dinî fanatikleri göz önüne alarak “Tanrı fikrinde” bile kişisel olarak samimi ve iyi niyetlidir. O, bu konuda kendi tarafını açıkça belli etmiştir. Hatta o zamanın liberallerinin çoğunun muhafazakâr olduğu bir dönemde yazıp çizmiştir. O cesaretle bilimin, gerçeğin, mantığın, doğruluğun ve aklın yanında yer almıştır. Büyüye, batıl inançlara, mantık dışı şeylere, romantik fikirlere, şüphecilere, bağnazlara ve yanlışında ısrar edenlere karşı Mises sadece aklın savunmasını yapmıştır.
VI. Sonuç
Mises’in “Tanrı anlayışı” yaşadığı çağın ruhuna uygun değildi. Az kişi Mises’le hemfikirdi. Fakat Mises’in “Tanrı anlayışı” asla orijinal bir düşünce de değildir. Mises, açıkçası “Hümanist Seküler Okulun” Tanrı anlayışını paylaşır. O, bilinmeyene duyulan mutluluğun değil, bilinene doğru atılan adımların sadece gerçekten var olacağını savunanların görüşünü dile getirir. Bu görüş, entelektüel bir bildirimdir. Ferdî çabanın ve sadece bu dünya için iyilik, güzellik, dürüstlük, refah ve mutluluk istemenin manifestosudur. Çeşitli arzuların tatmini için çalışmanın, üretmenin ve karşılıklı yardımlaşmanın zemini olarak sadece bu dünyayı görmenin yeridir. Bunun için bilgi edinmek, sorgulamak ve aktarmak gereklidir. Öncelikle bunların olması için ifade özgürlüğü ve araştırmanın -başka kişilerin özgürlüklerini engellemediği sürece- sınırı olmaması lazımdır. Özgürlük bunların hem sonucu hem de başlangıcıdır. Böylece insan ırkı huzura kavuşabilir.
Mises ve Hümanist Seküler ekol her ırkın, kavmin ve bireyin farklı zamanda ortaya çıkan “Tanrı fikirlerine” saygılı davranırlar. Fakat onlar bilirler ki bu saygı, rakip “Tanrılar” arasında bugüne kadar asla olmamıştır. Savaşlar, bozgunlar ve hoş görülmeyen davranışlar dinler tarihinin bir gerçeğidir. Bağnaz ve değişmez olduğunu iddia eden fikirler sonuçta düşmanlıkların yaratılmasında en önemli kaynaktır. Bu, çağlar boyunca insan ırkını tehdit eden bir şeydir. Ölüm sonrasını düşünmeden önce yaşamı düşünmek Mises’in yoludur. Ve Mises için bu yol “Tanrı kavramının” nasıl olursa olsun her insanda aynı duyguyu paylaşmasa da aynı mantığı yansıtması gerektiğinde birleşmesidir. Yoksa teolojik savaşların asla sonu gelmez. Tanrı birliği olması için Tanrı kavramının tümdengelimli muhakemeye tam oturması gerekmektedir ya da bunun mümkün olmadığının anlaşılması gerekmektedir. İnsan mantığına ulaşmış başka bir üçüncü yol yoktur. Yoksa liberal hoşgörünün zaferi asla gerçekleşemez. Yani birbirimiz için yaşamak ve üretmek, vermek ve almak, paylaşmak ve farklılaşmak için sadece bu dünyayı hedef almak gerekir. Yoksa sadece dua etmek ve Hz. İsa’nın yeryüzüne inmesini ummak veya Noel Baba’nın gelmesini beklemek, bizim uzun dönemdeki artan nüfusumuzun refahını üretmeden tüketmek demektir. Oysaki bu dünya işleriyle uğraşarak tasarruf etmek hem bugünleri hem de gelecek kuşakları rahata erdirecektir. Samuel Beckett’in kara mizah tiyatro oyununda fark ettiğimiz gibi, “Godot’yu bekleyenlerin” herhangi bir emeği, şimdisi ve geleceği yoktur. Onlar, olup olmayacağı meçhul bir şeyin peşine takılmışlardır. Sürüklendikleri şey boşluk ve kaos dünyasıdır.
Mises için bütün bunların nedeni, “Tanrı kavramının” insan mantığı açısından herhangi bir tanımı olmadığından -en azından şimdilik- toplumsal bir ortak faydaya dönüşememesidir. Dönüşen şey olsa olsa öteki dünya içindir. Oysa bizler yaşamaktayız. Ve önümüzde bugün ve gelecek var. Bu dünya için toplumsal ortak fayda insan mantığının tümdengelimli muhakemesinde çoktan belirmiştir. Bu bizlere sürekli barışı, huzuru, refahı, bolluğu ve mutluluğu getirmiş olan liberal hoşgörü sistemi ve serbest piyasa ekonomisidir. İnsanın bugüne kadar başardığı tek ortak nokta da budur. Gerisi laf salatasından başka bir şey değildir. Godot asla gelmemiştir. Gelen sadece bizlerin eylemleri ve geride bıraktığımız eserler ve gelecekte yapmayı düşlediklerimizdir. Bildiğimiz en önemli şey budur. Bu gerçeği, olup olmadığını bilmediğimiz şeylerle çarçur etmemeliyiz. İşte, Mises için bütün mesele budur: “Bu kadar çılgın bir çalkalanmaya karşı koyacak tek bir silah vardır: Akıl. Boş vaatlerin ve hayalî tasavvurların insanlığa tuzak olmaması için, sadece aklıselim kâfidir.”²³
Dipnotlar:
1. Ludwig von Mises, Anti-Kapitalist Zihniyet, Çeviren: Yusuf Şahin, Liberte Yayınları, Nisan-2004, Ankara, s. 70.
2. Ludwig von Mises, İnsan Eylemi, Çeviren: İsmail Aktar, Liberte Yayınları, Ağustos-2008, Ankara, s. 68.
3. Ludwig von Mises, İnsan Eylemi, Çeviren: İsmail Aktar, Liberte Yayınları, Ağustos-2008, Ankara, s. 67.
4. Ludwig von Mises, İnsan Eylemi, Çeviren: İsmail Aktar, Liberte Yayınları, Ağustos-2008, Ankara, s. 166.
5. Ludwig von Mises, Liberalism in the Classic Tradition, Almancadan İngilizceye Çeviren: Ralph Raico, Ludwig von Mises Institute, 2002, Auburn/Alabama, ss. 56-57.
6. Ludwig von Mises, Kadir-i Mutlak Devlet, Çeviren: Yusuf Şahin, Liberte Yayınları, Ocak-2010, Ankara, s. 282.
7. Ludwig von Mises, İnsan Eylemi, Çeviren: İsmail Aktar, Liberte Yayınları, Ağustos-2008, Ankara, s. 144.
8. Ludwig von Mises, İnsan Eylemi, Çeviren: İsmail Aktar, Liberte Yayınları, Ağustos-2008, Ankara, s. 143.
9. Ludwig von Mises, Kadir-i Mutlak Devlet, Çeviren: Yusuf Şahin, Liberte Yayınları, Ocak-2010, Ankara, s. 133.
10. Ludwig von Mises, Kadir-i Mutlak Devlet, Çeviren: Yusuf Şahin, Liberte Yayınları, Ocak-2010, Ankara, s. 134.
11. Ludwig von Mises, Anti-Kapitalist Zihniyet, Çeviren: Yusuf Şahin, Liberte Yayınları, Nisan-2004, Ankara, ss. 63-64.
12. Ludwig von Mises, Kadir-i Mutlak Devlet, Çeviren: Yusuf Şahin, Liberte Yayınları, Ocak-2010, Ankara, s. 153.
13. Alexander Nehamas, Edebiyat olarak Hayat, Çeviren: Cem Soydemir, Ayrıntı Kitabevi, 1999, İstanbul, s. 155.
14. Alexander Nehamas, Edebiyat olarak Hayat, Çeviren: Cem Soydemir, Ayrıntı Kitabevi, 1999, İstanbul, s. 164.
15. Alexander Nehamas, Edebiyat olarak Hayat, Çeviren: Cem Soydemir, Ayrıntı Kitabevi, 1999, İstanbul, s. 160.
16. Ludwig von Mises, İnsan Eylemi, Çeviren: İsmail Aktar, Liberte Yayınları, Ağustos-2008, Ankara, s. 145.
17. Ludwig von Mises, İnsan Eylemi, Çeviren: İsmail Aktar, Liberte Yayınları, Ağustos-2008, Ankara, s. 70.
18. Ludwig von Mises, Sosyalizm, Çeviren: Yusuf Şahin, Liberte Yayınları, Şubat-2007, Ankara, s. 511.
19. Ludwig von Mises, İnsan Eylemi, Çeviren: İsmail Aktar, Liberte Yayınları, Ağustos-2008, Ankara, s. 150.
20. Ludwig von Mises, İnsan Eylemi, Çeviren: İsmail Aktar, Liberte Yayınları, Ağustos-2008, Ankara, ss. 151-152.
21. Ludwig von Mises, İnsan Eylemi, Çeviren: İsmail Aktar, Liberte Yayınları, Ağustos-2008, Ankara, s. 69.
22. Ludwig von Mises, Ludwig von Mises, Notes and Recollections, Düzenleyen: Margit von Mises, Almancadan İngilizceye Çeviren: Hans F. Sennholz, Haziran 1978, ss. 69-70.
23. Ludwig von Mises, Bürokrasi, Çeviren: Feridun Ergin, Liberte Yayınları, 2000, Ankara, s. 118.
Comments