Makul Tercihler ve Sorumlulukların Varış Noktası Zenginlik ve Özgürlüktür
- Fırat Kaan Aşkın
- 22 Şub 2022
- 11 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 19 Eyl

“Marx hakkında tek iyi şey vardı: O bir Keynesçi değildi.”
Pek çok progresif sol-liberalin ve sosyalistin iddialarının aksine, zenginlik en başta emek yoluyla yaratılmaz; daha ziyade risk alarak ve hazzı ertelemeye istekli olarak yaratılır. Evet, emek, daha az değerli malları birleştirerek ve daha değerli mallara dönüştürerek bir miktar zenginlik yaratabilir, ancak çoğu emek sadece basitçe takas edilir — aslında dikkate değer bir zenginlik yaratmaz.
Bir miktar servete sahip olan insanlar zenginliklerini kişisel zevk veya hayatta kalmak için kullanmaktan vazgeçip bunun yerine (doğrudan veya yatırım yoluyla dolaylı olarak) iş kurmak ve fabrika inşa etmek gibi üretken çabalara tahsis ettiğinde dikkate değer bir servet yaratılır. İnsanlar bu tür çabalara yatırım yaptıklarında, hem risk alıyorlar hem de gelecekteki kâr beklentisiyle hazzı erteliyorlardır.
Faiz kazanmak için borç para vermek, hazzı ertelemenin iyi bir örneğidir. Faiz, faizciler zalim şeytanî tefeciler oldukları, yoksulların zor durumlarından zenginleştikleri için değil, borç veren kişi zaman tercihini düşük dereceli tutup hazzı ertelemeye ve borç para verme riskini almaya istekli olduğu için ödenir. Kendi parasını eğlenceli veya o andaki doyumu mümkün kılan bir şeye harcamak yerine, hem onu harcamanın o andaki tatmin ve zevkinden vazgeçmesine hem de paranın asla geri ödenmeme riskini üstlenmesine ihtiyaç duyan kişilere ödünç verir.
Bir örnek olarak, uygun gördüğüm gibi kullanmak için bir milyon doları olan zengin bir adam olduğumu varsayalım. Bir yat satın almak istiyorum ama aynı zamanda yeni bir yat şirketine yatırım yapma fırsatım da var. Bugün yeni yatımı almak yerine, bu zevkten vazgeçeceğim ve beş yıl içinde üç milyon dolarlık bir yat karşılığında bir başkasının bu bir milyonu kullanmasına izin vereceğim. Tabii ki yeni yat şirketi iflas ederse bir milyonu kaybedebilirim. Yatımı almamdaki gecikmeyle birlikte bu risk unsuru, beş yıl içinde paramı nasıl üçe katlayabildiğimin göstergesidir.
Para ödünç alan insanlar (resmî bir kredi yoluyla veya sadece bir kredi kartı kullanarak) esasen hazzı ertelemenin tam tersini yapıyorlar. Mal ve hizmetleri o kadar çok satın almak istiyorlar ki en azından harcayacak paraları olana kadar beklemek yerine, şimdi elde etmek için daha fazla ödemeye (fiyat artı faize) razı oluyorlar.
Bazen “zenginler daha da zenginleşiyor ve fakirler daha da fakirleşiyor” deniliyor, ancak böyle bir ifade, zengin ve fakir insanların tipik olarak yaptıkları ve koşullarının iyileşmesine veya kötüleşmesine neden olan tercihleri görmezden gelir. Daha doğru bir ifade, başarılı insanların hazzı ertelediği ve başarısız insanlarınsa ertelemediği olacaktır. Olanaklarınızın sınırları dâhilinde ve tercihen altında yaşamak, yatırım yapmanıza ve servetinizi büyütmenize izin verirken, olanaklarınızın sınırında, dışında veya çok üstünde yaşamak, sabırsızlığınız pahasına başkalarının servetlerini büyütmesine izin verir.
Bazı insanlar “Çok çalıştım, bu yüzden yeni bir televizyonu (ya da arabayı, evi, vb.) hak ettim” gibi şeyler söyler. Bu tür bir akıl yürütme, çabayı yani çok çalışmayı servet yaratma ile yanlış bir şekilde ilişkilendirerek ekonominin gerçekliğini görmezden gelir. Genel olarak, ne kadar çok çalıştığınız durumunda değil, emeğinizin bir girişime/işletmeye ne kadar değer kattığı gerçekliği göz önünde bulundurularak ödeme alırsınız.
Ayrıca, yatırımın sadece hâlihazırda zenginler için bir fırsat olmadığını da belirtmek gerekir. Starbucks kahvesi, meyhane, araba yıkatma, saçmasapan Apple cihazlar, bin türlü giyim-ayakkabı veya masaj gibi küçük lükslerden vazgeçmek borçları ödemek ve akıllıca yatırım yapmak için ayrılabilecek, yıllık yüzlerce veya binlerce dolar tasarruf sağlayabilir.
Birkaç istisna dışında, çoğu “yoksul” insan, sadece hazzı ertelemeye istekli olsalar, borçtan kurtulmak ve servet inşa etmek için çok daha fazlasını yapabilirlerdi. Zenginlik, sahip olduğunuz her şeyi (hatta daha fazlasını) harcayarak yaratılmaz; risk alarak ve hazzı geciktirerek yaratılır. Kısacası, zengin olmak istiyorsanız, daha az harcayıp daha fazla yatırım yapmalısınız.
Nitekim sosyalizmin benimsediği sayısız yanılgı arasında en dikkate değer olanlardan biri, yatırımın ve riskin değerini tamamen göz ardı etmektir. Sosyalistler, “emeğin” değeri ve emek sayesinde kârın nasıl elde edildiği hakkında konuşmayı severler, ancak insan doğasının temellerini ve piyasanın gerçekte nasıl işlediğini görmezden gelirler. Emek, bir alet fabrikası kurmaya yatırım yapmaz. İşçi, aletlerin modasının geçmesi veya pazarda yeni bir şeyin onun yerini alması riskini almaz. İşçi, sağlık ve güvenlik denetimleri için ödeme yapmaz. Emek, amortisman darbesini karşılamaz.
Herhangi bir kâr görülmeden önce her iş gücü, yani emek, ücretini tahsil eder. Fabrika yandığında emek hiçbir şey kaybetmez. Emek yatırım yapmaz, risk almaz ve bu nedenle emeğin ödülden pay alma hakkı yoktur. Emek, para için en baştan ve doğrudan zaman ve beceri ticareti yapar. İşte bundandır ki emeğin bir kapitalistin (sermayedarın) yatırımının ve riskinin yaratabileceği olası kârlar üzerinde hiçbir hak iddiası olamaz.
Kapitalist olmaktansa emekçi olmak bir seçimdir; riskin konforlu kesinlik için, kâr olasılığının ise ücretlerin garantisi için dışlandığı, görmezden gelindiği güvenli bir seçim. Çoğu insan hem işçi hem de kapitalisttir. Para için doğrudan zaman ve beceri ticareti yapıyoruz, ancak aynı zamanda borsada, tahvillerde, kripto para birimlerinde ve hatta arkadaşa, akrabaya, komşuya (faizli) bir borç vererek de yatırım yapıyoruz.
Kâr, emekle kazanılmaz. Ücretler emekle kazanılır. Kâr, yatırım ve risk yoluyla kazanılır. Sosyalist -hem felsefesi hem de yaşam pratikleri sayesinde zekâ noksanına sahip olduğundan- bunu adaletsiz olarak görür. Ancak kâr olasılığı olmasaydı, birinin neden riskli bir yatırıma girişeceğini açıklayamaz. Bunun yerine sosyalist, serbest piyasanın tüm üretkenliğine bir alternatif olarak herkesi eşitlikçilik sanrısını ve merkezî planlamayı benimsemeye zorlar veya o doğrultuda irrasyonel ve dezenformatif gürültüler çıkararak erdem sinyallemeler yapar.
Sosyalist, “devletin” sanayiye, altyapıya, araştırma-geliştirmeye ve diğer her şeye yatırım yapmanın tüm riskini üstlenmesini ister ve ardından teorik olarak üreteceği kârı, o kârın yaratılmasında rol ve katkıları hesaplanamaz belirsizlikteki insanlara -işçilere- özverili bir şekilde dağıtmasını umar.
Peki, ne yanlış gidebilir ki?
Daima ayyuka çıktığı gibi, her şey! Pek çok defa başarısız olabilen, iflas eden ve her şeyini kaybeden kapitalistlerin aksine, devlet bu kadar önemli riskleri göze alamaz. Devlet, kapitalistin motivasyonundan yoksundur ve bu nedenle, kapitalistin atlayacağı aynı olasılıklarla karşı karşıya kaldığında geri tepmektedir. Tüm devletlere özgü olan yolsuzluk ve verimsizlik görmezden gelinse bile, devlet, önceliğe sahip olduğu herhangi bir sektörde anlamlı kazanımlar elde etmek için riskten çok uzaktır. Devlet makul olmayanı tercih ettiği anda da soygunu, zulmü ve çürümeyi yürürlüğe sokmuş olur.
Kâr olasılığı, yatırımı ve riski değerli kılan şeydir. O olmadan yatırım ve risk için teşvik olmaz ve yatırım ve risk olmadan toplumsal ilerleme, inovasyon ve zenginlik yaratımı olamaz. İnsanlar, böyle yapmanın ödülü, riskten daha ağır basmadığı sürece kaynaklarını riske atmayacaklardır. Bu temel insan doğasıdır, makul insan eylemidir.
Duymuş olabileceğinizin aksine, sosyalizm “kâğıt üzerinde de” pratikte olduğundan daha iyi çalışmıyor. Yani teori ve pratik ayrımı olmaksızın, her hâlükârda çalışmıyor, nokta. İnsan varlığından kârı çıkarmaya çalışmak, insanlığı kendini geliştirmeye iten motivasyonu ortadan kaldırır. Sosyalizm (pratikte her zaman olduğu gibi) felaketle başarısız olmasa bile, en iyi ihtimalle, üretkenliğin durma noktasına gelmesiyle insanlığın gerilemesine, dejenereleşmesine yol açacaktır. Bu, kimsenin savunması gereken bir gelecek olamaz.
En tehlikeli ve yaygın ekonomik yanılgılardan biri de tüketimin sağlıklı bir ekonominin anahtarı olduğu inancıdır. Bu fikri, özellikle ekonomik krizler sırasında popüler basında ve gündelik konuşmalarda her zaman duyuyoruz: “İnsanlar yeniden bir şeyler almaya başlasaydı, ekonomi toparlanırdı” veya “Tüketicilerin eline daha fazla para geçirebilseydik, bu durgunluktan çıkabilirdik” gibi irrasyonel zıvalar bozuk plak gibi tekrarlanır. Tüketimin gücüne olan bu inanç, aynı zamanda, piyasayı canlandırmak safsatasını takip eden sonsuz kredi genişlemeleri ve teşvik paketleri akışıyla son yüzyılda ekonomi politikasının çoğuna rehberlik eden şeydir.
Bu inanç, düpedüz yanlış olan bir akılsızlık türünün, yani Keynesçilik düşüncesinin bir mirasıdır. Zenginliğin kaynağı tüketim değil, üretimdir. Sağlıklı bir ekonomi istiyorsak, üreticilerin başkalarının tüketmesi için zenginlik yaratma sürecini sürdürebilecekleri ve hanehalklarının ve firmaların bu üretimi finanse etmek için gerekli tasarrufu gerçekleştirebilecekleri koşulları yaratmamız gerekir.
Bunun bir “tavuk ve yumurta paradoksu” karmaşası olduğunu söylemek gerçekten caziptir; sonuçta, onları tüketecek kimse yoksa, bir şeyler üretmenin ne faydası var? Bu döngüden çıkmanın yolu, ancak tüketime girişme araçlarını elde etmek için bir şeyler üretip sattıysak, tüketme gücüne sahip olduğumuzu kabul etmektir. Analize tüketimle başlamak, kişinin hâlihazırda elde edilmiş araçlara sahip olduğunu varsayar. Bu analizin aksine, zenginlik, kaynakları insanların alternatif düzenlemelerden daha fazla değer verdiği şekillerde yeniden düzenleyen üretim eylemleri yoluyla yaratılır. Bu eylemler, tüketimden kaçınan hanehalklarından sağlanan tasarruflarla finanse edilmektedir.
Bir hükümetin yoktan var edeceği para arzından türeyecek teşvik paketleri aracılığıyla tüketicilerin eline daha fazla kaynak vermek kesinlikle başarısız oluyor çünkü bu şekilde aktarılan servetin nihayetinde üreticilerden gelmesi gerekiyor. Bu durum, harcamaların vergilendirme ile finanse edilmesiyle ortaya çıksa da bütçe açığına dayalı devlet harcamaları ve enflasyon için de aynı şekilde geçerlidir. Bütçe açığı harcamasıyla servet, üreticilerin devlet tahvili alımlarından gelir; enflasyonla da satın alma gücü aşırı para arzı nedeniyle zayıflayan dolar sahiplerinden orantılı olarak gelir ki bunlar en başında üretim eylemleriyle elde edilen dolarlardır. Her iki durumda da hükümet zenginlik yaratmaz. Tüketim de öyle. Yeni tüketme yeteneği hâlâ önceki üretim eylemlerinden kaynaklanmaktadır. Gerçek bir teşvik istiyorsak, üretim için daha uyumlu ve ılımlı bir ortam yaratarak üreticileri serbest bırakmalı ve onları finanse eden tasarrufları cezalandırmamalıyız. Tabii hükümetler müdahaleci ve sosyalist politikalarla sefalette eşitlenerek iyilikçi ve erdem siyallemeci absürt bir imaja sahip olmak istiyorlarsa her türlü üretken çabaya savaş açmaları da kaçınılmaz olacaktır.
Hiçbir devlet harcaması, ceteris paribus, “sefaleti ortadan kaldıramaz” çünkü sefalet aslında parasızlıktan ve kredi daralmasından kaynaklanmaz; hırs ve üretkenlik eksikliğinden kaynaklanır. Elbette bazı istisnalar vardır, ancak çoğu durumda sefalet bir seçimdir.
Başarıya ulaşmayı çoğu zaman zorlaştıran önemli engelleri göz ardı etmiyorum, ancak sizinkinden daha zorlu engellerle karşılaşan ve hâlâ başarılı olmayı sürdüren insanlar olduğunu garanti edebilirim. Her statüden insan sıkı çalışma, kararlılık ve azim yoluyla başarıya ulaşabilmiştir. Gerçekten, sefaletin münferit olarak kimse için kaçınılmaz olduğuna inanmıyorum.
Refahın önündeki en önemli engel, pek tabii devlettir. Vergiler, regülasyonlar, imar yasaları, bina yönetmelikleri, ruhsatlandırma ve sertifikasyon zorunlulukları, eğitim şartları, kamu yararı ve bir dizi diğer sinsi talep ve sol zırva, “kişinin kendi tabelasını asmayı” olması gerektiğinden çok daha külfetli hâle getiriyor. Devlet, mağduru olmayan eylemler için para cezaları, hapis cezaları ve sabıka kayıtları ile insanları tokatlayarak başarı fırsatlarını daha da sınırlandırıyor. Ayrıca devlet, dostlarına ve müttefiklerine eşitsiz bir oyun alanı (kronizm) yaratmaya hizmet eden adam kayırma hibeleri dağıtıyor. Devlet olmasaydı, başarıya ulaşmak ve servet elde etmek kesinlikle çok daha mümkün olurdu. Devletin diktiği engeller, insanoğlunun gelişmesinin önündeki en büyük engeldir.
Devletin dayattığı engellere ek olarak bazı insanlar için kaim olabilecek başka engeller de vardır. Doğa kesinlikle engeller yaratabilir. Birinin ailesi ya bir yardım ya da bir engel teşkil edebilir. Yerel gelenekler, bakış açıları ve önyargılar da bir faktör olabilir. Kuşkusuz, refaha ulaşmak bazıları için diğerlerinden daha zordur, ancak gerçek şu ki birçok insan aktif olarak başarıyı aramaz; otururlar, yerleşirler, yetinirler ve çoğu zaman yaşadıkları zorluklar için başkalarını suçlarlar.
Lütfen, sadece tembellikten veya üşengeçlikten bahsetmediğimi anlayın. Bazı insanlar riskten kaçınmaya çok yatkın olurlar. Bazıları çekingen veya korkak olabilir. Bazılarının cesareti geçmişteki başarısızlıklardan dolayı kırılabilir. Hatta bazıları boş zamanı servete tercih edebilir. Bir kişinin daha fazla refah için çabalamamayı seçmesinin birçok nedeni vardır. Sonunda, seçim bireye bırakılmıştır. Olasılıklar ve engeller farklı olabilir, ancak her zaman yakalanıp sıkıca kavranacak fırsatlar ve oluşturulacak yeni yollar vardır.
Ne yazık ki, birçok insan mevcut koşullarını kabul etmeyi ve daha fazlası için çabalamamayı seçiyor. Bazı insanlar sadece devlet çeki ve sosyal refah yardımı almaya alışırlar ve bir çuval (bedava) inciri berbat etmek istemezler. Yine de herhangi bir topluluğa bakın; birkaç hırslı girişimci bulacaksınızdır. Engellere rağmen çok şey başaranlar olacaklardır. Yol uzun ve meşakkatli olabilir, ancak onu yeterince istiyorsan ve başarıya ulaşmaya kendini adadıysan, müreffeh bir sonuç mümkün. Devlet zorlaştırıyor mu? Kesinlikle. Diğer zorluklar önünüze çıkacak mı? Büyük ihtimalle. Bu gerçekler, insanların hâlâ seçimler yaptığı ve nihayetinde kendi kaderlerini kontrol ettiği gerçeğini çürütüyor mu? Hiç sanmıyorum.
Belki en zor sindirilecek fikrim, önündeki devlet sebepli sayısız engele rağmen başarının, nüfusun önemli bir yüzdesi (>%95) tarafından hâlâ elde edilebileceği ve benzer vaka yüzdesinde yoksulluğun kişinin kendi seçimlerinin bir sonucu olduğudur.
Herkesin başarı fikrinin mutlaka finansal zenginlik gerektirdiğini veya yoksulluğun (diğer bir deyişle, finansal zenginlik eksikliğinin) her zaman istenmeyen bir varoluş durumu olduğunu öne sürmüyorum. Bazı insanlar gerçekten de zenginlik yerine başka hedeflere öncelik vermeyi seçerler ki bu kesinlikle onların hakkıdır ve burada Mises’i anmamız gerekir:

Ayrıca belirtmeliyim ki herhangi bir popülasyonda, (tipik olarak sözde “ceza adalet sistemi” aracılığıyla) ciddi engellilik veya devletin kötü muamelesi nedeniyle finansal başarı elde etme konusunda sınırlı veya hiç yeteneği olmayan bazı insanlar (<%5) olduğunu kabul ediyorum.
Şerh düşmek bir yana, benim temel tezim, insanların %95’inden fazlasının finansal başarı elde etme yeteneğine ve fırsatına sahip olduğu, ancak birçoğunun (ve hatta çoğunluğunun) fırsatlarından “tercihen yararlanmadığıdır.” Bu fenomeni açıklayan çok sayıda karar, neden ve alternatif öncelik vardır ve aşağıdakiler kapsamlı bir listeden çok uzaktır:
Eğitim olanaklarından yararlanmamak: ABD’de ve çoğu gelişmiş ülkede, temel eğitim herkes için serbestçe edinilebilir ve yüksek eğitim, finansal zorluk içindekilere de ucuza sunulabilir. Ek olarak, bilgi çağı, çok düşük fiyatlarla veya ücretsiz olarak sunulan eğitim materyallerinin nicelik ve kalitesinde eşi görülmemiş bir artışa yol açmıştır. Hemen hemen herkes, çaba göstermeye istekliyse her şeyi yapmayı öğrenebilir. Hayatlarını cehalet içinde debelenerek yaşayanlar neredeyse her zaman bu debelenmeyi seçmişlerdir.
Çok küçük yaşta (hiçbir geliri olmadan) çocuk sahibi olmak: Bu, kişinin finansal başarıya ulaşma olasılığının bir başka büyük göstergesidir. Çocuk sahibi olmak, yirmi yıldan daha kısa bir sürede ödenmesi gereken yaklaşık çeyrek milyon dolarlık bir harcamayı temsil ediyor. İnsanlar neden bu aptalca seçimi yapıyorlar? Mali durumunuz bir Lamborghini Huracán satın almanızı ve onun düzenli bakım maliyetlerini karşılamanızı mümkün kılmıyorsa, çocuk sahibi olmanızı da desteklemez. Bekleyebilir ya da uzak durabilirsiniz!
Yer değiştirme isteksizliği: Burada, sürekli yoksulların başına bela olan başka bir önemli sorun görüyoruz. Fırsat bazen kapınızı çalmaz. Bazen onun için avlanmak, peşinden koşmak gerekir. Yaşam maliyeti de burada önemli bir faktördür. ApartmentList.com websitesinin pandemi öncesi dönemde yaptığı araştırmalar sonucundaki Ulusal Kira Raporu, New York’ta iki yatak odalı bir daire için medyan kiranın 2523 dolar olduğunu saptadı. Aynı şekilde San Jose/Kaliforniya’da ise 2621 dolardı. Bunları, ortalamaların sırasıyla 1061 dolar ve 1024 dolar olduğu Phoenix/Arizona ve Houston/Texas ile karşılaştırın. Bu durum sadece kirada kalmadı; pandemi öncesinde San Jose/Kaliforniya’da bir galon gazın ortalama maliyeti 3,27 dolar iken Houston/Texas’da ise 1,93 dolardı. Herhangi bir Yaşam Maliyeti Hesaplayıcı’yı kurcalayın ve farkı gözlemleyin. Pandemi öncesi Houston’da yaşam maliyeti San Francisco’ya göre %44,33 ve Manhattan’a göre %56,82 daha düşüktü. Yoksullar neden pahalı şehirlerde kalıyor? Peki ya iş bulabiliyorlar mı? ABD’deki en düşük işsizlik oranı sadece %1,4 ile Iowa eyaletinin Ames Metropolitan Alanı’nda görülüyordu. Bu, New York Metropolitan Alanı’ındaki %3,6 işsizlik oranının yarısından daha az ve yine de Ames/Iowa’da yaşamanın maliyeti Manhattan’dakinden %59,19 daha düşük. New York’ta tam zamanlı olarak saatte 20 dolar (asgari ücretin oldukça üzerinde) kazanarak çalışıyorsanız, Ames/Iowa’ya gidebilir ve saatte 8,50 dolar kazanacağınız bir işe girebilirsiniz ve daha iyi durumda olursunuz (hatta 8,17 dolar/saat kâra geçiş eşiğidir). Şunu da hatırlatmalıyım ki pandemi öncesi dönemde Ames’te benzinin galonu 1,86 dolardı. Nitekim, tebdil-i mekânda ferahlık vardır.
Sürekli pandemi öncesinden ve ABD’den örnek vermemi de mazur görün. Çünkü bu sözde pandemi, devletlerin çılgınlar gibi müdahaleci ajandalarını işlettiği ve dünyayı ahmakça altüst ettiği bir dönemin başlangıcı olduğundan ve Türkiye’nin de malum en ufak rasyonel ve ampirik eleştiriyi kaldıramayan bir ülke olmasından ötürü, pandemi öncesindeki bir nebze sakin ve serbest dönemi ve ABD gibi daha özgür bir ülkeyi kıstas almak daha makuldü.
Anlatmak istediğim, eğer insanlar özellikle eğitim, çocuk sahibi olma ve yaşam alanı konularında daha mantıklı kararlar alırlarsa, finansal başarıya ulaşma şanslarının çok daha yüksek olacağıdır. Her zaman kolay olduğunu veya aşılması gereken engeller olmadığını söylemiyorum, ancak bazılarının iddia ettiği kadar zor olmadığını öne sürüyorum. Yoksulluk, milyarderlerin veya “açgözlü kapitalistlerin” ya da “fakir ama gururlu” milleti aşağıda tutan bazı sistemik adaletsizliğin suçu değildir. Yoksulluk, süregelen kötü seçimlerin doğal ve tahmin edilebilir bir sonucudur ve insanlar bunu anlayana ve mali durumlarındaki kendi kusurlarının sorumluluğunu üstlenmeye başlayana kadar, parayı kazananlardan kazanamayanlara yeniden dağıtmak için siyasi müdahale talep eden sosyal adalet mızmızlarının sürekli ses yükselten korosuna maruz kalmaya devam edeceğiz.
Birkaç istisna dışında, yoksul insanların kötü seçimler yaptığını söylemek doğru olur. Devletçiler her zaman olduğu gibi yanlış ata oynadılar ve rasyonel yaşam pratikleriyle üretkenliğin karşısında konumlanan Keynesçiliğe ve onun yarattığı parazitik toplum yapısına meydanı emanet ettiler. Yani tarih boyunca gördüğümüz gibi yine çözüm önerisi olarak dayattıkları şeyin soruna dönüşmesini izledik. Tarihsel olarak, ekonomide üretkenliği tamamen göz ardı edip tüketim vurgusunu pompalayan yegâne iktisadi teori de Keynesçiliktir. Keynesçi istiladan önce ekonomistler arasındaki standart inanç, üretimin talep kaynağı olduğu ve ekonomik büyümeyi sağlamanın yolunun tasarruf ve üretimi teşvik etmek olduğu yönündeydi. Bu, Say’in Piyasalar Yasası’nın aşağı yukarı doğru anlaşılmasıydı. Jean-Baptiste Say’in 19. yüzyıl başlarında yazdığı gibi,
Salt tüketimin teşvik edilmesi ticarete fayda sağlamaz; çünkü zorluk, tüketim arzusunu teşvik etmede değil, araçları temin etmede yatmaktadır ve bu araçları yalnızca üretimin sağladığını gördük. Bu nedenle, iyi hükümetin amacı üretimi teşvik etmek, kötü hükümetin amacı tüketimi teşvik etmektir.
Tabii ki ”üretimi teşvik etme” ihtiyacı, üreticileri standart klasik-liberal hukuk çerçevesine uygun gördükleri şekilde kâr elde etmekte özgür bırakmaktan başka bir şey ifade etmiyor. Bu, hükümetin üreticilere tüketimi teşvik etmesi gerekenden daha fazla yapay olarak fayda sağlaması gerektiği anlamına gelmez.
En büyük ironi de solcuların sık sık kapitalizmin “tüketimcilik” (consumerism) ile eşit olduğunu iddia etmeleridir. Serbest piyasa savunucularının daha fazla tüketimin ekonomik büyümeyi desteklediğine inandıklarını düşünüyorlar; bu nedenle, yaşamları zorlaştırmak ve kaynakları israf etmek olarak gördükleri tüketimciliği haklı çıkaran ideolojik kılıfı sağlamakla görevlendirilmiş sayılıyoruz. Solcu eleştirmenlerin gözden kaçırdığı şey, iktisatçıların, Keynesçilere karşı serbest piyasacı eleştiri sesleri yükselene kadar tüketimi asla ekonomik büyüme ve refahın itici gücü olarak görmemeleridir.
Keynesçilik sayesinde, toplam gelirin ögelerini (tüketim, yatırım ve devlet harcamaları) manipüle etmek, makroekonomik politikanın ve ekonomik kalkınmanın odak noktası hâline geldi. Bu konuya odaklı millî gelir istatistiklerinin geliştirilmesine yol açan ve daha fazla tüketim için popüler argümanları dolaylı olarak şekillendiren Keynesçilerin teorik çerçevesiydi. 150 yılı aşkın bir süredir serbest piyasa savunucuları, tasarruf ve üretimin yarattığı zenginliği, piyasayı canlandırma bahanesiyle aşırı sübvanse edilen tüketimin yok ettiğini gördüler ve “tüketimi teşvik etmenin” refaha giden yol olduğunu asla savunmadılar. Bu nedenle serbest piyasa ekonomisinin savunucuları, “tüketici kültürünü” haklı çıkarmakla suçlanamazlar. Aynı şey, Ludwig von Mises ve Murray Rothbard gibi 20. yüzyılın en büyük serbest piyasa savunucuları için de geçerlidir.
Solcu eleştirmen, modern ekonominin tüketime odaklanmasını kınamak istiyorsa, gözlerini hem insanlık düşmanı olan kendi düşünürlerine hem de Keynesçi müdahalecilere çevirmelidir.




Yorumlar