top of page

İbn-i Haldun’un İktisat Tarihi Görüşüne Karşı Praksiyoloji

16/11/2016 - Serkan Kiremit
“Devletler de insanlar gibi doğar, yaşar, büyür ve ölürler.”
İbn-i Haldun
Mukaddime, s. 188

İslam medeniyetinin arka bahçesinde güçlü entelektüeller bulmak kolay değildir. İbn-i Haldun bunlardan birisidir. İbn-i Haldun kitaplarında birçok konuya değinmişse de konumuz olan iktisat ve mali kurumlar hakkında bölük pörçük yazmış ve fikir belirtmiştir.


Özgürlükçü düşünce içinde yazıp okuyan ve düşünen birçok kimse İbn-i Haldun’u takdir eder. Ortaçağ da yaşamış bir aydın olarak İbn-i Haldun övgüye değer birçok yeni fikri hayatımıza kazandırdığı gibi eski fikirleri de yaldızlayıp aydınlatarak teoriye büründürmüştür. Şöyle ki İbn-i Haldun insanın ortak gelişimini karşılıklı yardımlaşmada görmüş, bunun yanında emeğin işbölümünü onaylayıp devletlerin zararları hakkında konuşmuştur. Özel mülkiyete, %100 altın (tek maden sistemi) standardına ve piyasalara değer vermiştir. Barışı ve çeşitliliği insanlığın başarısı saymıştır. İbn-i Haldun Ortaçağ da dinî verileri en az kullanan filozoftur. Sadece vahye indirgeyerek konuları değerlendirmiş ve okuyucusunu yine de ilmî olarak aklî ispatlarla ikna etmek için çaba harcamıştır. Asla dedikoduya ve yaptı-ettiye (sünnete) yer vermemiştir. Fakat o karanlık çağda gene de açıkça seküler (dünyevî) bir tarzda yazıp çizmiştir. Belli ölçülerde rasyonalist sayılabilecek bir bilim adamı olan İbn-i Haldun, apriori akılcı (Spinoza ve Leibniz) olmak yerine tecrübeci akılcılığa (Hume) daha yakındır.


Fakat İbn-i Haldun’un en önemli katkısı ve bütün eserlerindeki ortak zemin olarak belirttiği, "Toplum ve Tarih" bilimini birleştirip onun yasalarını evrensel ve değişmez bir kanun olduğunu iddia etmesidir.


İbn-i Haldun’a göre geçmiş ile gelecek arasında hiçbir fark yoktur. Onun düşüncesindeki her şey tekrar ve tekrar aynı şeye geri döner. Su nasıl sıvı hâlden gaza, bulutlara, oradan da katı hâl olan kar ve buza dönüşüyorsa, insan medeniyeti de aynı sistemle işler. Yani sosyoloji ve iktisat bilimi tarih biliminin yasalarına tâbi demektir bu…


İbn-i Haldun, insanın ve onun eylemlerinin uzun dönemde toplumsal varlık alanına etki edemez bir canlı olduğunu iddia etmektedir. Yani İbn-i Haldun’un toplumsal-tarihsel varlık alanındaki teorisi kaderci değil, bizzat insan ömrünün üzerine çıktığı uzun dönem problemidir. İnsan-bireyi, zaman-mekân’ın insandan önce var olması ve ileride de yok olacağı gerçeğiyle alâkalıdır.


İbn-i Haldun’a göre zaman ve hatta mekân insandan önce var olmuştur. İnsan eylemlerinin bunlara bir etkisi yoksa ileride oluşacak şeyler hakkında da insan eylemleri geçersiz olmak zorundadır. İnsan devleti yaratsa bile onun ölümlü olacağını unutmamalıdır. Bu iktisadî olarak her şeyde böyledir. Her meta, üretilen değer, emek, kâr ve toprak ölümlü, sonlu ve kıttır. İbn-i Halduna’a göre bu, aşkın tarihin zorladığı toplumsal genel yasadır.


İbn-i Haldun’un görüşlerinin aynısını Marx’ın "Tarihsel Materyalizm"inde, İskoç Aydınlanmacıların "Kendiliğinden Doğan Düzen"inde ve Keynes’in "Uzun Dönemde Herkes Ölecek" fikrinde bulmak bizleri şaşırtmaz. Çünkü her üç ekol ve İbn-i Haldun da tarihin zamanlar-üstü genel yasasını toplumsal olaylarla bağdaştırmaktır. Bu üç ekolün ve İbn-i Haldun’un ortak noktası uzun dönemde ve Tarih'in karşısında insan eylemlerinin boşunalığı üzerinedir.


Praksiyoloji yani Genel İnsan Eylemleri Bilimi İbn-i Haldun’un bu temel düşüncesine, yani insan-üstü zorunlu genel yasalarına karşıdır. İbn-i Haldun’un en büyük sorunu fizik, kimya ve biyoloji yasalarını insan eylemleri bilimine bire bir bağlamasıyla alâkalıydı. İnsanın, tercihlerini yaparken, kıtlık dünyasında evrensel fizik yasalarına göre hareket ettiği bir gerçektir. Fakat insan toplumunun doğa ile mücadele etmek üzerine eylemde bulunma mecburiyeti, onu belki de oluşturan Evrim'in ya da yaratan ilâhî güçlerin tersine bir direnç göstermeye meyletmesine sebebiyet vermiştir.


İnsan, çıplak bedenle, fiziksel evrende uçma eylemini gerçekleştiremez ama uçakla uçarak mekânı ve hatta anın bir bölümünü, kısa yollar ve vasıtayla verimli hâle dönüştürür. İnsan oksijensiz ve yerçekimsiz bir yerde yaşayamaz, kimya ve biyoloji bilimi bunu söyler ama insan Ay’a gider ve atmosferi aşma eylemi her şeyi altüst eder. Bu, İbn-İ Haldun’un bütün teorilerini yıkan şeydir. Pratik akıl’dan ziyade teknik aklın zaferidir.


İbn-i Haldun’un en büyük yanlışı iktisat teorisini emek-değer üzerine kurmasıyla ilgiliydi. Onun genel sistemi Değer Paradoksu’nu sadece arz-talep üzerinde değerlendirmişti. "Neden altın ve gümüş, sudan daha değerli?" sorusuna İbn-i Haldun "insanın bolluğa alışması ile ilintiliydi" diye cevap vermişti. Değer paradoksu, yani elmasın neden sudan daha değerli olduğunu söylemek için İbn-i Haldun’un Ümran Bilimi'ne (Tarih-toplumsal varlık alanı bilimine) değil, Praksiyoloji’ye ihtiyaç vardı. Praksiyoloji'nin metodu marjinal teoriyle çözülüyordu. Su faydalı olsa da elmas insan için daha değerliydi.


Çünkü Praksiyoloji'ye göre değer paradoksu tarihsel ve toplumsal bir varlık alanı bilimi ile çözülemezdi. Ünlü Praksiyolog Mises bu durumu İnsan Eylemi'nin 60. sayfasında şöyle açıklıyor:


“Yegâne ve tekrarı olmamasına rağmen, tarihsel olaylar ortak bir özelliğe sahiptir: onlar insan eylemidir. Tarih onları insan eylemi olarak anlar; praksiyolojik idrak aleti ile onların manasını kavrar ve bireylerine ve biricik özelliğine bakarak manalarını anlar. Tarih için önemli olan daima söz konusu olan insanların anlamıdır: içlerinde bulundukları durumu değiştirmek isteyenlerin verdikleri anlam, eylemlerine verdikleri anlam ve eylemlerin ürettiği etkilere verdikleri anlam.”

Elmasın anlamı ile suyun anlamı, tek tek insanların bu mallara verdiği değer ve onlara yüklediği fiyatlar ve rakamlar ile ortaya çıkar. Kullanım alanı ya da bu mallar için kullanılan emekle bir alâkası yoktur. İbn-i Haldun daha en ufak bir malın fiyatının nasıl oluştuğunu Ümran Bilimi ile ortaya çıkaramıyorsa koskocaman Tarih'i nasıl tek bir döngüye sıkıştırıp önümüze fütursuzca koyabilir; nasıl “İşte Tarih budur. Gelecek ve geçmiş aynıdır. Her şeyin neden ve sonucunda insan eylemi yoktur.” deme cesaretinde bulanabilir...


Hiç lafı dolandırmayacağız; nasıl ki Batı medeniyeti Adam Smith’i, Doğu medeniyeti de İbn-i Haldun’u iktisadın kurucusu olarak önümüze koyarken hiç çekinmiyorsa biz de onların en temel noktalarının yanlışlarını önünüze koyabilmeliyiz. İkisi de bir malın fiyatını emek-değer belirler derken onların, değer paradoksu duvarına tosladıklarını okuyucuya hatırlatmalıyız.


Kısacası, İbn-i Haldun insan eylemini küçümseyerek insanın bilinçli amacını elinin tersiyle iterken aslında kendi teorisinin sonunu da hazırlamıştır.


Öyle ki insan toplumunda motor gücü Asabiyet yani karşılıklı yardımlaşmada bulan bu büyük ve dahi zihniyetin, tarih biliminde zorunlu bir Yasa'ya dayandırarak iktisadı anlama düşüncesini, bu parlak zekâya yakıştıramamaktayız.


Fakat olan olmuştur. İbn-i Haldun’un eseri değer paradoksunda, bilinçli amaçlı insan eylemlerinde ve praksiyoloji biliminde boğulmuş ve tarihin masal kitaplarındaki yerini almıştır.


İbn-i Haldun’u Robert Nozick’e benzetmek lazımdır. Nozick nasıl ki insan toplumunu görünmez bir el yardımıyla Anarşi’den Devlet düzenine taşıdıysa İbn-i Haldun'da da görünmez bir el olan Tarihin Zorunlu Yasası ile doğal bir dayanışma içindeki hür zihniyetli bir toplumun üzerine doğan bir Devlet sistemiyle karşılaşırız. Nozick’te olduğu gibi İbn-i Haldun’da da sivil-toplum’dan devlete fakat daha ilerisi devletten tekrar sivil-topluma dönüş vardır. Nozick, İbn-i Haldun’a benzer bir tarih aşamalarından bahseder fakat Nozick mutlu sonda devleti görür. İbn-i Haldun da ise mutlu son değil, Devinimsiz Devinim vardır. Bu aslında görünmez elin tekrar galip geldiği rövanşist romantik anarko-kapitalistlerin görüşüne çok benzer. İbn-i Haldun’un yönettiği filmde mutlu son yoktur. Sürekli döngüsel bir sırayla bir Devlet'in, bir Anarşi’nin kazandığı süreklilik vardır. Rekabet yoktur ama işbölümü vardır. Kim dayanışmaya arkasını döner ve iktidarı paylaşmaz ise sorun ortaya çıkacağını yineleyip durur.


İbn-i Haldun üzerinde okumuş yazmış kesimden Mustafa Yıldız, “İbn Haldun’un Tarihselci Devlet Kuramı” adlı çalışmasında bu durumu şöyle özetliyor:

Toplumsal ve siyasal koşullar devletin bu aşamalarında bir takım değişiklikler yapabilse bile İbn-i Haldun’da katı bir belirlenimcilik vardır. Her devlet bu süreçleri yaşar ve bunlar döngüsel bir şekilde sürekli tekrarlanır. Görüldüğü gibi bir aşamadan diğerine geçiş toplumsal yapıdaki doğal güçlerle açıklanır. İbn-i Haldun’a göre bu süreç bir toplumsal yasadır ve kişilerin iradesinden bağımsızdır.

İbn-i Haldun, dönemine göre mükemmel buluşlara imza atmıştır. İnsan evriminin motor gücünü ve yönünü egoist çıkarcı kişilerden kurulan toplumlarda değil, karşılıklı yardımlaşmaya dayalı empati sahibi kişilerin oluşturduğunu savunmuştur. Bu buluş bile onun için yeterlidir. Bugün bu görüş net doğru ve gerçek bir biyolojik kanundur.


Fakat konumuz İktisat’a gelirse İbn-i Haldun bugünkü bilginlerin yanlışına sürüklenmiştir. Bu müthiş deha pek çok gururla donatılmış olsa da düşüncesini çok köpürtmüş ve balonunu patlatmıştır. Örnek olarak Mukaddime kitabında devlet ile dinin asla ayrılamayacağını söylemiştir. Tarihte tek bir örnek bulamamış olduğundan bu böyledir, demektedir. Ama iş öyle midir?


İşte praksiyoloji bilimi burada devreye girer ve der ki:


Tarihî tecrübeler ile ortaya çıkan gerçekler yoktur... Tarihî tecrübeler insanlığın kaderi olamaz. İnsan eylemlerinde böyle bir şey söz konusu değildir. Mesela insanlık bugün bir dine inandı diye yarın da dine inanacağının bir garantisi yoktur. İnsanlık inanmak üzerine bir kadere sahip değildir. Tarihçilerin ve aslında sosyal bilimcilerin anlayamadığı konu budur. İnsanlık önsel olarak tercih yapmaya muktedirdir. Hep aynı tercihi yapacak değildir. İnsan, altını her vakit değerli yaptı diye altın değerlidir. Yoksa altın kendinde değerli falan değildir. Sadece insan bunu sürekli tercih etti diye bu böyledir. Ama yarın işler bir anda değişir.

 

188 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
Yazı: Blog2 Post
bottom of page