28/12/2015 - Serkan Kiremit
“Tarihsel bilimlerin konusu geçmiştir. İnsan eylemleri için, yani, gelecektekiler için de geçerli hiçbir şey söyleyemez. Tarihin çalışılması insanı akıllı ve sağduyulu yapar. Fakat bizzat kendisi somut işleri yapmakta kullanılabilecek bir bilgi ve yetenek vermez.”
Ludwig von Mises
İnsan Eylemi, s. 34
Praksiyoloji bilimi net ve açık ifadeyle genel insan eylemleri bilimidir. Praksiyoloji bilimi insan eylemlerinin evrensel ve zamanlar üstü tarihidir. Praksiyoloji bilimi insanı Homo Sapiens Sapiens (Düşündüğünün üstüne düşünebilen insan türü) olarak değil, Homo Agent (Amaçlarına ulaşmak için nasıl hareket etmesini tercih eden insan türü) olarak görür. Praksiyoloji bilimine göre eylemsizlik durumu, yani ulaşılması en mümkün olan şeye dahi kılını kıpırdatmamak Homo Agent insan türünün amaçlarına ulaşmak için kullandığı bilinçli eylem seçimidir. Kısaca, karşı duran bir iradî-eylem aracını kullanan kişi de Homo Agent türdür. Praksiyoloji bilimi basit ve temel olarak önsel bir bilgi ile başlar: Her insan eylemde bulunur.
Praksiyoloji bilimi kendinde-doğru bilgi türünden çıkarıldığı için saf teorik ve büyük bir sistematik düzene dayalıdır, asla tarihsel tecrübeye veya sıradan bireyin yaşadığı heyecanlara ya da romantizme bağlı değildir. Praksiyoloji bilimi bireylerin tek tek farklı duygularla, şanslı çevresel faktörlerle, gerçekleşen somut olaylarla değil, bütünüyle zamanlar üstü ve evrensel insan eylemleriyle ilgilenir. Praksiyoloji bilimi modern fen bilimleri yöntemlerinden çok farklıdır. Modern fen bilimleri, başarısını deney ve gözlem yöntemlerine borçludur. Praksiyoloji bilimi ise gücünü geometri ve mantığın metodolojisine borçludur. Oysaki tarih bilimi istatistik, astroloji ve mistik-teoloji gibi sahte bilimlerin yollarını kullanır.
Tarih çalışmak bir entelektüel için bulunmaz bir fırsattır fakat tarih bilimine praksiyolojik sınır konulmazsa ortaya çıkan sonuç dağınık bilgi kırıntıları ve saçmalıktan başka bir şey değildir. Şöyle ki, fiziksel bir olay olan şimşeğin nedeni Antik Yunanistan’da Tanrı Zeus’tur. Bu bilgiye dayanarak bir tarihçi şimşeğin nedeni Antik Yunanistan’da var diye, bu kadim fikri, bugün de doğruluğunu hiç düşünmeden tekrar edebilir mi? Kesinlikle edemez. Bunun nedeni tecrübeye ve gözleme dayanan fen bilimlerinin şimşeğin nedenini şüpheye yer bırakmaksızın açıklamış olmasından kaynaklıdır.
Ama bir tarihçi bugün eskiye bakarak "kadim bir iktisadî bilgiyi ve veriyi" geçmişin bütün bilgisizliği ile bugüne çok kolay bir şekilde taşıyabilmektedir. Paranın ortaya çıkışını tamamen Devletlerin bir nedeni olarak ortaya koyan o günün -1880’lerin- Alman Tarihçi Okulu, serbest bankacılığa ve %100 altın standardına bağlı iktisatçıları büyük bir önyargıyla reddetmekteydiler. Alman Tarihçiler ve Kurumsalcı İktisatçılar bugün bilmektedirler ki tarihî belgelere dayalı olarak parayı Lidyalılar (Kralı) değil, ticaret yapan tekil bireyler bulmuşlardır. Kredi kartını da, bankerliği de, bankaları da, devletler bulmamışlardır, girişimciler ve kâşifler ortaya çıkarmışlardır. Yani tarih ne Marksistlerin dediği gibi üretim güçlerinin otomatik fikri ne de Liberallerin dediği gibi kendiliğinden doğan düzencilerin "görünmez el"inin gizli yapımıdır. Tarih, tekil bireylerin bilinçli amaçlı eylemleri sonucu meydana gelir. Tarih düz bir çizgide ilerlemez ama tarih praksiyoloji biliminin sınırlarında iş gören tekil bireylerin sürekli anlayışında anlamlandırılan idrakler bütünüdür. Fakat bu idrakler bilimi, geleceğe en ufak bir rakam, veri ve yöntem taşıyamaz.
Praksiyoloji bilimi onu onaylayan tarihsel tecrübeleri de, istatistikî verileri de yahut arkeolojik kanıtları da umursamaz. Çünkü daha bulunacak bir sürü belge, kazılacak toprak, tekrar ve tekrar anlamlandırılacak gerçek vardır. Ve praksiyoloji bilimi geometrinin ve mantığın metodolojisini kullandığından bozulmaz önsel bilgiye dayalıdır ve temeli sağlam şeyler ile uğraşır.
Tarihî tecrübeler ile ortaya çıkan gerçekler yoktur. Örneğin "Sanayi Devrimi"ni praksiyoloji bilimine inanan iktisatçılar değil, saf tarihçilerin bulduklarını -anladıklarını- iddia ederler. Oysa Sanayi Devrimi gibi büyük kavramlar ve anlar ne önceden bilinebilir bir şeydir ne de sonradan anlaşılmış bir zaman dilimidir. Sanayi Devrimi sadece kıtlık karşısındaki insan eylemlerinin amaçlı ve bilinçli olarak hedefledikleri şeyler sonucu oluşmuş bir "şey"dir. Sanayi Devrimi teknolojik yeniliklere dayalı fabrikasyon sistemidir. Fabrikasyon sistemi, sermayenin artan verimliliği sonucu gelişen teknolojik yenilikleri de içine alarak ortaya çıkmış bir süreçtir. Ama illaki buna eşlik etmesi gereken ideolojik yapının varlığına da gereksinim duyar. Bu da tartışmasız rasyonel-liberal-aydınlanmacı toplumsal öğreti ve praksiyolojinin bozulmaz yasalarıdır. Sanayi Devrimi kısaca emek-değere bağlı olan geleneksel üretimin yerine sermayeye sahip olan bir nesil tarafından ortaya konulmuştur. Burada değinildiği gibi Sanayi Devrimi Marksistlerin üretim güçlerinin otomatik başarısı değildir. Önsel olarak her zaman varolan ve sadece insan eylemleriyle ortaya çıkan, özel mülkiyete bağlı olan işbirliğine dayalı sistem tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu sosyal kurumun tek bir adı vardır: Kapitalizm!
Eğer insanoğlu kapitalist sistemi ilk çağda gerçekleştirebilseydi sermayenin marjinal verimliliği kadar refaha da sahip olabilirdi. Göreceli olarak tarihte ilkellik dediğimiz şey tasarrufun toplumsal yayılımındaki kıtlıktır. Elbette tasarruf oranının artışı, bu tasarrufu doğru iktisadî başarılara taşıyan kapitalistlere ve üzerine yeni teknolojik başarılara bizi götüren girişimcilere borçlu olan insanlığın refahının üzerindeki el izleridir. Ama bu, praksiyolojik sınıra bağlıdır. Medeniyet ağır ağır çıktığı bu refah basamaklarından bir günde vazgeçmesiyle tepetaklak olduğu yere düşebilir. Bu, bir günde meydana gelir. Tarihin maddi üretim güçlerine veya kendiliğinden doğan düzenine bakmaz. İnsanlık, anında şehirden tekrar vahşi ormanına geri döner. Sermayenin marjinal verimliliği, teknolojik yenilikler ve tasarruf oranındaki artış tek bir şeye bağlıdır: İnsan eylemlerinin amaçlı, bilinçli tercihlerine!
Marx’ın iddia ettiği gibi bolluğa ulaşılınca kıtlığın sonu gelmiş değildir. Ya da Hayek’in dediği gibi ilâhî güçlerin otomatik yardımıyla, yani kendiliğinden doğan düzenin amaçsız ve bilinçsiz şekliyle bolluk medeniyet ve refah insan eylemleri ile asla alâkalı olmamıştır demek değildir.
Tarih ne tecrübeleriyle bizi şekillendirir ne de salt teknolojik yenilikleriyle geleceğimizi garanti altına alır. İnsan değişmez olarak kıtlık dünyasında iş gören ve kıtlığı yenmek için tartışılmaz önsel bilgiye dayanarak eyleyen varlıktır. Akıl, kıtlık dünyasında elimizdeki tek silahtır. Tarihçi, belgelere dayalı olarak tarım öncesi buğday fiyatının olmadığını iddia edebilir fakat bugün ekmeğin fiyatını göz önünde bulundurarak tarihçi bizlere -bugünün tüketicilerine- kazıklanıyorsunuz diyemez. Akıl yani muhakeme devreye girmeden tarihi anlamlandırmak tarihçiyi sadece çok mantıkçıdan başka bir şey yapmaz. İktisat bilimine vâkıf olmadan herhangi bir sosyal bilim üzerine çalışan bilim adamlarına söylenecek şey, onların sadece cahil olduğu değil, aynı zamanda vurguncu ve propagandacı da olduklarıdır. Her şeye inanmaya hazır sıradan insanı kandırmak için bekleyen kitleye, kendi menfaatleri için, tarihî verileri kendi anlamlandırdıkları şeylere dönüştürerek ve yine yandaşlarının arzularına göre (metafizik gerçekleri, dinî yalanları) cephane taşır gibi yapmaktan başka bir şey yapmazlar. Tarih, arkeoloji ve istatistik bilimi, praksiyoloji bilimi kullanılmadan asla ciddiye alınacak bir şey değildir. Onlar o hâlleriyle ideolojik papağanlardan başka bir şey olamazlar.
Praksiyoloji bilimini anlamadan, metodolojisini kavramadan sosyal bilim çalışmak tamamen aptalcadır. Sadece ilkel insanın ihtiyaçlarına bakarak ekmeğin ve suyun fiyatının altının fiyatından az olduğunu hiçbir arkeolojik kanıt, tarihsel veri ve belge ortaya çıkaramaz. Bu değer paradoksunu ancak ve ancak praksiyoloji bilimi ortaya çıkarır ve kanıtlarını tartışmasız olarak öne sürer. Çünkü insanlık altına değer vermiştir. Bu değerle onu hem mal hem de para olarak kullanmıştır. Çünkü su kirlenebilir, ekmek küflenir. Altın asırlarca saklanabilir, bozulmaz ve saf olarak kalır. Ve suyu da ekmeği de satın almamıza yardımcı olur. İkincisi ekmek ve su hem doğal olarak hem de suni olarak çoğaltılabilir. Eğer yağmur yağmaz ise buğday başak vermez, dereler akmaz ama altının böyle bir derdi yoktur. Onun kıtlığı ya da sabit miktarı onu değerli yapar. Çok şükür ki altın hâlâ suni olarak çoğaltılamamaktadır. Onun parasal olarak sağlamlığı da budur. Bugün devlet müdahalesiyle çoğaltılan ve altına dayalı olmayan para, değeri sulandırmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Bunca artan tasarruf ve sermayeye rağmen insanlık acılar içinde hâlâ fakirlikten bahsediyorsa bunun en büyük nedeni %100 altına dayalı olmayan para sistemini kullanıyor olmamızdan kaynaklanıyordur.
İnsan tabiatında yöneten-yönetilen varlığının değişmez olduğunu söyleyen Hume-Burke-Hayek geleneği tarihte Devletlerin hep var olduğunu söyleyerek özelde Anarko-kapitalizmi ama aslında anarşizmi baştan reddederler. Tarihî tecrübeler insanlığın kaderi olamaz. İnsan eylemlerinde böyle bir şey söz konusu değildir. Mesela insanlık bugün bir dine inandı diye yarın da dine inanacağının bir garantisi yoktur. İnsanlık inanmak üzerine bir kadere sahip değildir. Tarihçilerin ve aslında sosyal bilimcilerin anlayamadığı konu budur. İnsanlık önsel olarak tercih yapmaya muktedirdir. Hep aynı tercihi yapacak değildir. İnsan, altını her vakit değerli yaptı diye altın değerlidir. Yoksa altın kendinde değerli falan değildir. Sadece insan bunu sürekli tercih etti diye bu böyledir. Ama yarın işler bir anda değişir.
Posta hizmetleri tekil bireylerin keşfidir. Devlet bireylerin ne konuştuklarını, ne yazdıklarını ve onun hakkında ne dedikodu yaptığını merak ettiğinden posta hizmetlerini kamulaştırmış, bu hizmeti gasp etmiştir. Praksiyoloji bilimi, insanın araçlar kullanarak amaçlarına ulaştığı bilgisine sahip olduğundan, insanın zorunlu olarak zaman ve beden kıtlığından dolayı tercih yapmasını söylemektedir. İnsan iletişim kurar. Çünkü dil insanın aklî organıdır (Chomsky'nin Kartezyen Dil Kuramı'na bakınız). İletişim için dil kullanmalıdır. Fakat bu dil tekil bireylerin mülkünde olmalıdır ki iletişim kurabilsin. İletişim her vakit seçimlere bağlıdır. Bu seçimler hiç bitmez: eylemi gerçekleştirmek ya da gerçekleştirmemek, gerçekleştirdiği kişiyi başka kişiye tercih etmek ya da kullandığı kavramları başka kavramlarla değiştirmek. Böylece anlıyoruz ki iletişim, yani dil bireyler arasında mübadeleye bağlıdır.
Mübadele ilişkilerini anlamak tarihî tecrübeye değil, praksiyoloji bilimine ait bir alandır. Yani para ilişkileri olsun, posta hizmetleri olsun, hatta sosyal işbirliğinin meyveleri olsun (devlet sistemlerinden yöneten-yönetilen ayrımına kadar) hepsi praksiyoloji biliminin konusudur. Ve böylece ne arkeoloji, ne siyaset bilimi, ne de tarih bilimi salt tarihsel tecrübeye dayalı olarak konuşamaz. Çünkü birey kendi kendinin sahibi olmak zorundadır (özel mülkiyet konusu) ki dil organını kullanabilsin ve sonra iletişim kurabileceği diğer kendi kendilerinin sahipleri ile mübadele (iletişim) ilişkisine girebilsin. Görülüyor ki burada zora, zorbalığa veya ast-üst ilişkisine dayalı bir iş yoktur. Yani iletişim kurmak için (mübadele kurmak için) yöneten-yönetilen ayrımına gerek yoktur. Yani eğer bir şey praksiyoloji biliminin teorisinde onaylanıyor ise tarihe ve tecrübeye bakmaya gerek yoktur. O şey, yani Anarko-kapitalizm, şu an hemen gerçekleşebilir. Gerçekleşmemesinin tek nedeni insanların onu tercih etmemesi değil, diğer insanların bu tercihi gerçekleştirdiğinde geriye kalan yalancı, çıkarcı ve propagandacı tiplerin aç kalması ile alâkalıdır.
Praksiyoloji bilimi eğer takdir görürse unutulmamalıdır ki üniversitelerde okutulan ve öğretilen bütün sosyal bilimler tam ve mükemmel bilgiyle donatılmış praksiyolojik önsel bilgiye dayalı olarak bugünkü hâliyle tamamen değişmiş olacaktır. Safsatalar ve metafizik dogmalar sosyal bilimler çöplüğüne gönderilecektir. Ve elbette onların arkasında bütün devletçi ve metafizikçi şarlatanlar da…
Büyük Praksiyolog Ludwig von Mises, bize, bu makalenin özetini ta 1949 yılında, İnsan Eylemi adlı başyapıtının 44. sayfasında yapmaktadır:
Tarih bizlere genel bir kuralı, ilkeyi ve hukuku öğretemez. İnsan davranışlarını ve politikalarını ilgilendiren teoremleri ve teorileri, tarihsel deneyimden sonra gelen olarak elde etmenin araçları yoktur. Tarih verileri, eğer praksiyoloji bilgisi ile berraklaştırılamaz, düzenlenemez ve sistematik hâle getirilemezler ise, birbiriyle bağlantılı olmayan kafa karıştırıcı olayların birikiminden başka bir şey değildir.
Comments