top of page

Hoppe’dan Filtresiz Gerçekler

Güncelleme tarihi: 4 dakika önce

Prof. Hans-Hermann Hoppe’nın Röportaj ve Konuşmalarından Görüşler, İçgörüler ve Provokasyonlar


Hoppe Unplugged

[İtalik (eğik) metin bölümleri Hans-Hermann Hoppe’nın ve geri kalanı da Thomas Jacob’ın cümleleridir.]

Sevgili Okuyucular

Tecrübelerle sabittir ki, insanların çoğu, ciddi politik görüşlerini 25 yaş civarında edinirler. Bu nedenle iki ayrı takdim yapacağız.


Hem pratik hem de teorik eğilimli gençler için:

Daha pratiğe yönelik bir kişiyseniz, Hoppe’nın canlandırıcı ve provokatif yorumlarından keyif alacaksınız. Günümüzde, konu ne olursa olsun, örneğin sosyal adalet, ırkçılık veya iklim konularında, soru her zaman biraz daha fazla mı yoksa biraz daha az mı devlet, biraz daha fazla mı yoksa biraz daha az mı regülasyon veya yasa olması gerektiği yönündedir ve bu pek de heyecan verici bir tartışma konusu değildir. Hoppe ise radikal bir argüman ortaya koyar. Tüm devlet çözümlerinin pratikte neden asla işe yaramayacağını ve insanların devletin müdahalesi ve dayatması olmadan bile nasıl barışçıl ve anlayışlı bir şekilde örgütlenebileceklerini anlatır. Eğer daha çok teoriye yatkın bir insansanız, Hoppe gözlerinizi yeni bir evrene açabilir. Günümüzde, daha fazla devlet isteyenler genellikle “progresif” [ilerici] olarak görülürken, devlete şüpheyle yaklaşanlar “reaksiyoner” [gerici] ya da daha beter sıfatlarla anılır. Hoppe netlik sağlar. Özgürlüğü politik bir ideal olarak belirler ve diğer tüm argümanları bu idealden türetir. Tam da bu tutarlılık, yani ilkelere dayalı bir teori, sosyalizm ve Marksizmin gücü olarak kabul edilmişti ve hâlâ da öyle kabul edilmektedir. Bu durum sosyalizmin ve Marksizmin bugüne kadar birçok genç arasında büyük bir cazibeye sahip olmasını sağlamıştır, çünkü gençler ilkeler ve tutarlılık ararlar. Aynı zamanda Hoppe da ilkeler ve tutarlılık sunar, ancak tersi ilke için, yani daha fazla kontrol ve daha fazla devlet yerine daha fazla özgürlük için. Bu anlamda, barış ve özgürlük uğrunda anti-Marksisttir ve aynı zamanda sosyalistlerden daha yalın, daha tutarlı ve daha özgündür. Hoppe sayesinde, herhangi bir sosyalisti ve herhangi bir Marksisti egemenlik ve bağımsızlık konularında yerle bir edebilirsiniz.


30 yaşın üzerindeki okuyuculara bir nevi ücretsiz kişilik testi olması için:

1. “Bir insanın böyle düşünebilmesi bile çok saçma!” Böyle bir tepki, devlete olan derin bir inancı gösterir. Yine de okumaya devam ederseniz, politik dünyanıza yeni bir boyut katabilirsiniz. Sanki birdenbire dünyayı bir disk yerine bir küre olarak görebilmeye başlamanız gibi.

2. “Argümanların gidişatını beğeniyorum, ancak bunlar gerçekçi değil ve aşırı uçlarda.” Bu yanıt, kendinizi politik olarak özgürlüğü seven biri olarak gördüğünüzü, ancak ruhunuzun derinliklerinde devlete güvendiğinizi gösteriyor. Argümanları açık fikirli bir şekilde düşünürseniz, liberteryen [özgürlükçü] eğilimleriniz güçlenecektir.

3. “Harika, sonunda biri konunun ana noktasına değiniyor. Ama devleti tamamen ortadan kaldırmak biraz aşırı bir fikir bence.” Güçlü bir liberteryen içgüdünüz var. Kitapçığı ve önerilen literatürü okumaktan büyük keyif alacaksınız. Kim bilir, belki bir gün Hoppe’nın devletin olmadığı bir toplum için öne sürdüğü gerekçeleri bile benimseyebilirsiniz.

4. “Dâhice, nihayet tutarlı bir düşünür!” Liberteryen düşünceye zaten aşinasınız ve Hoppe’nın ilkelere dayalı muhakemesini [akıl yürütmesini] takdir ediyorsunuz. Tavsiyem: Hoppe’nın eserlerini, özellikle teorik olanlarını daha fazla okuyun. Hoppe’nın özgürlüğe ilişkin mantıksal gerekçelendirmesi sizin için bir aydınlanma niteliğinde olabilir. Her hâlükârda, özgürlükle ilgili teoriler adına ön saflarda yer alacaksınız.


Her türlü geri bildiriminizi merakla bekliyoruz.


1. Devletin Özü

1.1. Devlet neden bu kadar tuhaf bir kurumdur?

Günümüzde devlet, verili [önden varsayılan] bir gerçek olarak kabul ediliyor gibi görünüyor. Devleti sorgulayanlar ise pek ciddiye alınmıyor. Oysa bizim yapmak istediğimiz tam da bu. Devletin özünü düşünmek istiyoruz. Hoppe konuya bir düşünce deneyiyle başlıyor:


Bir grup küçük çocuğa şöyle derseniz: Biz beş kişiyiz ve zaman zaman anlaşmazlıklar ve çatışmalar yaşıyoruz. Anlaşmazlıklarımızı çözmek için Julius’u atıyoruz. Julius, çatışmanın içinde kendisi de bir taraf olarak yer alıyor olsa bile, her zaman kimin haklı olduğuna karar verir. O zaman her anaokulu çocuğu, bunun son derece tehlikeli bir çözüm olduğunu anlar. Şimdi, devletin ne olduğunu, yani devletin kendisinin de taraf olduğu çatışmalar dâhil tüm çatışma durumlarında nihai karar mercii olduğunu düşünürseniz, bunun ne denli saçma bir yapı olduğunu hemen anlarsınız.


1.2. Devletler gönüllü anlaşmalar yoluyla mı ortaya çıkmıştır?

Belki siz okurlardan bazılarınız daha önce sözde “sözleşme teorisi”ni duymuşsunuzdur. Bu teorinin temel fikri, bugün bir devlette yaşayan her insanın, ya açıkça (yani fiilen bir sözleşme imzalayarak) ya da zımnen (yani “zımni rıza” denen şekilde) o devleti kabul etmiş olduğudur. Devletle yapılan bu sözleşmenin, devlete bilimsel ve ahlâki bir meşruiyet sağlaması beklenir.


Bu tam bir saçmalıktır. Hayır, devlet kesinlikle bir sözleşmenin sonucu veya ürünü değildir! Aklı başında hiç kimse böyle bir düzenlemeye veya anlaşmaya razı olmaz. Benim belge arşivimde epey belge var, ama bu türden bir belgeyi hiçbir yerde, hiçbir şekilde bulamazsınız. Devlet, saldırgan şiddet ve tahakkümün [boyun eğdirmenin] sonucudur. Tıpkı insanları haraca bağlayarak koruma vadeden çeteler gibi, devlet de herhangi bir sözleşmeye dayalı olmadan ortaya çıkmıştır.


1.3. “Biz devletiz” demek neden yanlıştır?

Herkes “bizler, yani halk, devletin ta kendisiyiz” lafına aşinadır. Sonuçta liderlerimizi ve milletvekillerimizi bizler seçeriz, hatta bazen referandumlarda oy kullanırız. Peki bu gerçekten doğru mu, bizler gerçekten devletin ta kendisi miyiz? Hoppe kesin bir şekilde şöyle beyan eder:


Hayır, bu bir illüzyondur [yanılsamadır]. Ortada iki farklı yasa setine sahip özel sektör ve kamu sektörü vardır. Başka bir deyişle, devlet yasal eşitsizlik yaratır. Tüm toplumlarda özel hukuk ile kamu hukuku arasında fark vardır.* Özel bir kişi [bir birey] olarak sizden bir şey gasp eder veya sizi benim için çalışmaya zorlarsam, para cezasına çarptırılır, hatta hapse atılırım. Ancak bunu bir kamu görevlisi olarak yaparsam, bu “vergi toplama” veya “zorunlu askerlik hizmeti için silah altına alma” olarak kabul edilir. Kamu görevlisi sıfatıyla, bireysel olarak asla yapamayacağım şeyleri yapma hakkına sahip olurum. “Hırsızlık ve çalıntı mal satmak” olarak adlandırılan eylemler, devlet tarafından yapıldığında sosyal politikaların uygulanması olarak nitelendirilir.


* Özel hukuk ve kamu hukuku: Özel hukuk, insanlar arasındaki kabul edilebilir davranış kurallarını belirler (örneğin, komşular arasındaki anlaşmazlıkların nasıl çözüleceği, mülkiyet haklarının nasıl uygulanacağı vb.), kamu hukuku ise insanlar ve devlet arasındaki ilişkileri düzenler (örneğin, ne kadar vergi ödenmesi gerektiği, polisin nasıl hareket edebileceği, kimin oy kullanma ve seçilme hakkına sahip olduğu vb.).


1.4. Şu anki politik sistemimiz ile mafya arasında ne gibi ortak noktalar var?

Okullarda hep, hükümetin görevi kötüye kullanmasının sözde güçler ayrılığı ile önlendiğini öğrenmişizdiz. Yasama organı (Kongre veya Parlamento) kanunları yapar, yürütme organı (Başbakan veya Cumhurbaşkanı) kanunları uygular ve yargı organı (Yargıtay veya Anayasa Mahkemesi) herkesin kurallara uygun davranmasını sağlar. Bu denge ve denetim mekanizması, hükümetin her bir kolunun diğer kolları denetlemesini sağlar.


Bu sadece bir yanılsamadır ve güçler ayrılığı diye bir şey yoktur. Şu anda, bir vatandaş ile devlet arasında bir ihtilaf olması durumunda, kimin haklı olduğuna karar veren her zaman devlettir. Örneğin, devlet benim onlara daha fazla vergi borçlu olduğuma karar verirse veya restoranımda sigara içmemi yasaklarsa ve ben bunları kabul etmiyorsam, ne yapabilirim ki? Sadece, kendileri de vergilerle finanse edilen yargıçların görev yaptığı bir devlet mahkemesine başvurabilirim. Peki bu yargıçlar ne karar vereceklerdir? Tabii ki, her şeyin yasal olduğuna! Diyelim ki devlet başkanı sizsiniz. Özdenetim için de amcanız yargıç, teyzeniz mali denetçi ve babanız etik komitesi başkanı olarak atanmıştır. İşte güçler ayrılığı budur. Doğal olarak, aile içinde zaman zaman anlaşmazlıklar olacaktır. Ancak hepiniz, kuruluşunuzun gelirini en üst düzeye çıkarmak ve gücünüzü genişletmek konusunda ortak bir çıkar paylaşıyorsunuz. Mafya içinde bile “yürütme”, “yasama” ve “yargı” işlevlerine sahip kişiler vardır. Bunu anlamak için “The Godfather” [Baba] filmini tekrar izlemeniz yeterli olacaktır.


1.5. Demokratik kararlar ne ölçüde komünist sonuçlara yol açar?

1848 tarihli Komünist Manifesto’da komünizm terimi “özel mülkiyetin ilgası [kaldırılması]” olarak tanımlanmaktadır. Komünist ülkelerde bu, devlet planlama kurullarının eğitimden iş hayatına, barınmadan seyahate ve medya tüketimine kadar insanların hayatlarının her yönünü belirlediği anlamına geliyordu. Hoppe, demokratik karar alma süreçlerinde de aynı şeyin gerçekleştiğini belirtmektedir.


Dikkat: Hoppe “mülkiyet” terimini kullandığında, hem kişinin malları hem de kişinin kendi bedeni üzerinde tasarruf hakkını kastetmektedir. Bu anlamda, kişinin kendi bedeni de bir maldır.


Evet, elbette demokrasi, ister doğrudan ister dolaylı olsun, bir tür komünizmdir. Çoğunluk, neyin bana, neyin sana ait olduğuna ve senin ya da benim ne yapabileceğimize ya da yapamayacağımıza karar verir. Bu anlayışın özel mülkiyetle hiçbir alâkası yoktur, aksine özel kontrolün kısıtlanmasıyla, başka bir deyişle ortak mülkiyetle yakından ilgilidir, ki bu da komünizm anlamına gelir. Burada devletle bir sözleşme söz konusu değildir ve kendimize sahip olup olmadığımızın, bizim sahip olduğumuz, dokunulmaz mülkiyetimizin ne olduğunun yasal bir garantisi yoktur. Mesela devlete ödenen gelir vergisi ve emlak vergisi gibi şeyler vardır, dolayısıyla sonuçta size ait olan mülkiyetiniz nedir? Sizin mülkiyetiniz devletin vergilendirmeye tâbi tutmayacağı kadarıdır. Kendi arazinizle ne yapabilirsiniz? Devletin size izin verdiği her şeyi. Ayrıca, devletin hizmetleri için ne kadar ödeme yapmamız gerektiği de bize söylenmemektedir.


1.6. Hoppe neden kitaplarından birine “Dolandırıcıların Rekabeti”* adını verdi?

İktisadi alanda serbest rekabet, istediğim şeyi satabileceğim ve istediğim şeyi satın alabileceğim anlamına gelir. Bu, tüketicilerin kendi kişisel ihtiyaçlarına göre en iyi ve/veya en ucuz ürünleri satın almalarını sağlar. Bu da, yalnızca en iyi üreticilerin ödüllendirilip başarılı olacağı anlamına gelir. Politikada da rekabet vardır. Ancak burada rekabet, tüketiciye mal ve hizmet sunmakla değil, halkın desteğini kazanmak ve güçlü makamlara erişmekle ilgilidir.


Politikadaki rekabet, iktisadi rekabetin tam tersidir. Rekabet her zaman iyi değildir. Sadece mal üretimindeki rekabet iyidir. Buna karşılık, “kötü” şeylerin üretimindeki rekabet kötüdür, hatta kötüden de kötüdür. Bizleri en iyi şekilde dövebilecek kişinin kim olacağı konusunda rekabet istemiyoruz. Aynı şey demokrasi ve politik rekabet için de geçerlidir. Demokrasi, çoğunluğun yasal devlet gücüyle başkalarının mülkünü ele geçirmesine imkân tanır ve bu, nihayetinde yasallaştırılmış hırsızlıktır. Genel seçimlerde, başkalarının mülkünü ele geçirme konusunda hiçbir ahlâki çekincesi olmayan toplum üyeleri, kamu görevlerine girmeye ve en yüksek mevkilere yükselmeye eğilimlidir. Devlet görevlilerini seçen politik birim ne kadar büyük ve anonim olursa, kişi kendi kıskançlık ve güç hırsı duygularına o kadar fazla kapılabilir.



1.7. Demokrasi, barışçıl hükümet değişikliği için iyi midir?

Demokrasinin hükümeti barışçıl bir şekilde değiştirme konusunda sağladığı iddia edilen avantajlara gelince; örneğin düzenli olarak tertiplenen bir kura yoluyla devlet görevlilerini seçerek de hükümeti barışçıl bir şekilde değiştirmek mümkündür. Kura, bize “tesadüfi” bir iktidar uygulayıcısını yönetici yapacak olsa da, “demokratik rekabet” sadece “en iyi” güç kullanıcılarının, en manipülatif ve entrikacı politikacıların devlet iktidarının belirleyici pozisyonlarına yükselmesini âdeta garanti edecektir.


2. Hükümet ve Tarih

2.1. Demokratik yöneticiler mi yoksa kraliyet sahipleri mi halk için daha iyidir?

Yaptığımız her şey teşviklerin tesiriyle şekillenir. Kendimize “nasıl kazanabilirim, nerede kaybedebilirim?” diye sorarız. Bu teşvik yapısı elbette politikacılar için de geçerlidir ve bir kral ile bir demokrasi politikacısının teşviklerini kıyaslamayı da ilginç kılmaktadır...


Monarşik bir devlette* herkes kimin yönettiğini ve kimin yönetildiğini bilir ve bu nedenle devletin gücünü genişletmeye yönelik her türlü girişime direnç gösterilir. Demokratik bir devlette ise yönetici ile yönetilen arasındaki ayrım bulanıklaşır ve devletin gücü çok daha kolay bir şekilde genişletilebilir. Bir monark [hükümdar], ülkesini ailesinden bir varise devretmek ister; bu nedenle uzun vadeli servet koruma kaygısı taşır. Seçilmiş politikacılar ise sadece geçici yöneticilerdir, bu nedenle sadece kısa vadeli düşünürler. İki özdeş evi örnek olarak alalım: Biri evin sahibi tarafından kullanılmaktadır ve sahibi evi miras bırakabilir, diğeri ise sadece beş yıllık sözleşmesi olan bir kiracı tarafından kullanılmaktadır. Hangi ev sahibi evine daha iyi bakacaktır? Klasik monarşiye açıkça sempati duymama rağmen, ben bir monarşist değilim. Hem klasik monarşi hem de modern demokrasi birer devlet biçimidir.


* Monarşi: Krallıkları için kanunlar çıkarmaya muktedir bir kral veya kraliçe tarafından yönetilen ülke. Aslında bu kral veya kraliçe, aynı zamanda ülkelerinin sahibidir.


2.2. Klasik liberalizm zafer kazanmış mıdır?

Klasik liberalizmin temel amacı, tüm insanların eşitliğini sağlamaktı -o zamana kadar var olan tüm prenslik veya feodal ayrıcalıkların aksine, klasik liberalizmde herkes kanun önünde eşittir. Başarı açısından bakıldığında, şu sonuca varılabilir: Hedef tamamen ıskalanmıştır. Bugün, bu klasik liberal hedefleri gerçekleştirme konusunda 150 veya 100 yıl öncesine kıyasla çok daha gerideyiz. O zamandan bu yana yaşanan muazzam teknik ilerleme, bu gerçeği görmemizi engellememelidir. Batı dünyası, liberal hedeflere yaklaşmak yerine, giderek bunun tam tersine, yani özel mülkiyeti ortadan kaldırmak ve “kamu ekonomisi” kurmak gibi komünist hedeflere doğru ilerlemiştir. Örnek vermek gerekirse: 150 yıl önce, Komünist Manifesto’da dile getirilen talepler o zamanlar oldukça aşırı, çirkin ve saçma addediliyordu. Bunlardan bazıları, sınırsız genel oy hakkı talebi (21 yaşından itibaren), seçilmiş “halk temsilcilerinin” vergi gelirlerinden maaş alması talebi, “ücretsiz”, yani vergilerle finanse edilen “halk eğitimi” ve “adalet hizmetleri” talebi, devlet tarafından garanti edilen asgari gelir talebi, devlet merkez bankası ve kâğıt para talebi, gelir ve mülkiyet üzerinde güçlü bir artan oranlı vergi talebi veya miras hakkının kısıtlanması talebiydi.


2.3. AB gibi büyük politik oluşumlar iktisadi refah için iyi midir?

Bariz olanla başlayayım. Monako, Lihtenştayn, Andorra, (eski) Hong Kong, Singapur ve hatta bunlara kıyasla oldukça büyük olan İsviçre gibi tüm küçük devletler, çevrelerindeki daha büyük bölgelerden iktisadi bağlamda daha iyi durumdadırlar. Ayrıca, Almanya’nın 19. yüzyıl boyunca (1871’deki birleşmeden önce) en önde gelen kültür ve bilim ülkesi konumuna yükselişi, 39 rakip prenslikten oluşan politik parçalanmışlığına atfedilebilir. Buna karşılık, aşırı merkeziyetçi bir yapıya sahip olan Fransa’da kültür sadece Paris’te gelişirken, ülkenin geri kalanı kültürel karanlık ile karakterize ediliyordu. Küçük Alman bölgeleri birbirleriyle yoğun bir rekabet içindeydi. Herkes en iyi kütüphanelere, tiyatrolara ve üniversitelere sahip olmak istiyordu. Küçük devletler düşük vergi ve düşük regülasyon politikaları uygulamak zorundadır, aksi takdirde en üretken vatandaşları ülkeyi terk eder. Ekonominin farklı uluslar veya devletler arasında bir şey olduğu fikrinden uzaklaşmalıyız. İktisadi faaliyetler insanlar ve şirketler arasında gerçekleşir. Devletler devletlerle rekabet etmez, bunun yerine şirketler şirketlerle rekabet eder.


2.4. İktisadi refah için demokrasi mi yoksa otokrasi* mi daha iyidir?

Bazıları iktisadi refah için en iyisinin demokrasi olduğunu söylerken, diğer bazıları da gelişmekte olan ülkelerin “güçlü bir el” ve hükümet liderliğine ihtiyaç duyduğunu iddia ediyor.


Her iki görüş de yanlıştır. Venezuela’nın mevcut örneğinin açıkça gösterdiği gibi, demokrasi ve demokratik seçimler, özel mülkiyet haklarının yanı sıra sözleşme ve ticaret özgürlüğünün de neredeyse tamamen ortadan kaldırılmasına yol açabilir ve bu da muazzam bir iktisadi çöküşe neden olabilir. Bu açıdan Hindistan’ın iktisadi performansının Çin’in iktisadi performansı ile karşılaştırılması da aynı derecede aydınlatıcıdır. Modern Hindistan neredeyse yetmiş yıldır demokratik hükümetler tarafından yönetilirken, modern Çin ise Komünist Partisi’nin diktatörlüğü altında yönetilmektedir. 1980’lerin başına kadar her iki ülkenin iktisadi durumu da yaklaşık olarak aynı derecede umutsuzken, Çin’de “komünizmin reformu”nun başlamasından bu yana Çin’in kişi başına düşen GSYİH’si Hindistan’ınkini önemli ölçüde geride bırakmıştır, bu da Çin’de daha fazla iktisadi özgürlük olduğunu göstermektedir. Sonuç olarak, demokrasiye de diktatörlüğe de hiçbir şekilde güvenmemelisiniz. Umutlarınızı radikal politik ademimerkeziyetçiliğe bağlayın; sadece Hindistan ve Çin’de değil, her yerde.


* Otokrasi: Hiçbir sınırlamaya ve denetime tâbi olmaksızın bireylerin veya grupların iktidarı.


2.5. İsviçre demokrasisinde özel olan nedir?

İsviçre’nin özel durumuna gelince: Demokrasi, en iyi ihtimalle, çok küçük, kültürel açıdan homojen topluluklarda, yani hızlı bir şekilde iktisadi çöküşe yol açmadan, “yarı yarıya” işleyebilir. Herkesin birbirini tanıdığı ve sosyal konumlarının herkesçe bilindiği, dolayısıyla toplumsal kontrolün belirgin olduğu bir ortamda, “demokratik yollarla” başkalarının mülkünü ele geçirmeye çalışmak oldukça zordur. Teorik olarak bu mümkün olsa bile, toplumsal baskı böyle bir şeyin gerçekleşmesini engeller. İsviçre’deki demokrasi (hâlâ) büyük ölçüde yerel demokrasidir. Yerel konular, “dışarıdan” veya “yukarıdan” (Bern, Brüksel, Washington D.C. veya New York’tan) müdahale olmaksızın yerel olarak karara bağlanır. İsviçre’nin büyük komşu ülkelere kıyasla göreceli iktisadi başarısının, doğrudan demokrasisiyle çok az veya hiç ilgisi yoktur; daha ziyade, İsviçre demokrasisinin “küçük” bir demokrasi olmasıyla ilgilidir. İsviçre’nin başarısının sırrı budur.


3. Devlet Faaliyetleri

3.1. “Hırsızların Prensi” Robin Hood bir kahraman mı, yoksa bir kötü adam mı?

Robin Hood efsanesinin iki farklı versiyonu vardır. Bir versiyonda zenginlerden çalar, diğer versiyonda ise vergi tahsildarını soyar. Acaba Hoppe hangi versiyondan yanadır?


Vergilendirme hırsızlıktır. Hırsızlar -devlet ve onun temsilcileri ve müttefikleri- doğal olarak bu gerçeği örtbas etmek için ellerinden geleni yaparlar. Açıkçası, vergiler mal ve hizmetler için yapılan normal gönüllü ödemeler değildir, çünkü üründen memnun kalmazsanız bu ödemeleri durdurmanıza izin verilmez. Volkswagen arabaları veya Chanel parfümleri almayı bırakırsanız cezalandırılmazsınız, ancak devlet okulları veya üniversiteler için ya da bazı politikacıların şatafatı için ödeme yapmayı bırakırsanız hapse atılırsınız. Vergiler hırsızlık, yani adaletsizlik olduğundan, hırsızlara ödemeyi reddetmek veya onlara geliriniz veya servetiniz hakkında yalan söylemek ahlâki olarak yanlış olamaz. Bu durum, vergilerinizi ödememek için böyle davranmanın akıllıca veya ihtiyatlı olduğu anlamına gelmez. Sonuçta, Nietzsche’nin deyişiyle, devlet tüm soğuk canavarlardan en soğuk olanıdır. Emirlerine karşı gelirseniz, hayatınızı mahvedebilir ve sizi yok edebilir.


3.2. Adil vergiler nelerdir?

Vergilendirme hırsızlık olduğuna göre, adalet açısından vergilerin ve dolayısıyla vergi politikasının hiç olmaması gerekir. Devlet memurları ve devlete bağlı tüm kişiler aslında hiç vergi ödememektedir. Aksine, net gelirlerinin tamamı (vergiler düşüldükten sonra) vergi gelirlerinden gelmektedir ve bu nedenle onlar vergi mükellefi değil, gelirlerini vergi üreticisi olan diğer insanlardan çalınan kaynaklardan elde eden vergi tüketicileridir. “En iyi vergi” ( zira en düşük olanıdır) kişi başına alınan vergidir; bu vergide her kişi aynı sabit miktarda vergi ödemek zorundadır. En yoksul kişinin bile bu miktarı ödeyebilmesi gerektiğinden, böyle bir vergi çok düşük olmalıdır. Yine de, kişi başına vergi de hırsızlıktır ve hırsızlığın adil olan hiçbir yanı yoktur. Atılacak önemli bir adım, işverenlerin işçi maaşlarından devlet adına vergi toplamayı bırakması olacaktır. Şirketler şöyle demelidir: “Bu işi sizin için yapmıyoruz. Vergileri istiyorsanız, gidip kendiniz alın.” Böylece herkes yıl sonunda vergilerini kişisel olarak ödemek zorunda olsaydı, vergilendirmeye karşı direnç şu anda olduğundan çok daha yüksek olurdu.


* Hoppe bazen bu noktayı şu şekilde örneklemektedir: Devlet çalışanları veya bakmakla yükümlü oldukları kişiler vergi ödemekten vazgeçerse, harcayacak daha fazla paraları olur ve buna bağlı olarak devletin parası azalır. Özel sektör vergi mükellefleri vergi ödemekten vazgeçerse, devlet ve bakmakla yükümlü olduğu tüm kişiler hiç paraya sahip olmazlar.


3.3. Sosyal güvence [sigorta] büyük bir başarı mıdır?

Devletin verdiği emekli maaşları genellikle “nesiller arası sözleşme” olarak ifade edilir. Bu kavramın temelinde, şu anda çalışanların bugünün emeklilerinin maaşlarını ödemesi ve gelecekteki çalışanların da kendileri emekli olduklarında aynı şeyi yapacağı beklentisi yatmaktadır.


Tüm sosyal sigortalar sistemi, sözde “nesiller arası sözleşme”, çökmeye mahkûm bir zincir mektup gibidir. Eğer devletinki gibi bir “sigorta planı” sunmak isteyen herhangi bir özel sektör mensubu iş adamı var olsaydı, derhâl dolandırıcı olarak tutuklanırdı. Dünya çapında politikacıların, artan yaşam beklentisi ve düşen doğum oranlarına rağmen, hâlâ sosyal güvence sistemlerinin büyük bir başarı olduğunu iddia etmeleri, tüm politikacı kastının ne kadar sorumsuz, hatta adam öldürmeye meyilli olduğunu göstermektedir.


3.4. Emeklilik planlaması için doğru temel ve dayanak noktası nedir?

İktisadi ve ahlâki açıdan, bir kişinin yaşlılık güvencesi (emeklilik maaşı) tamamen hususi bir mesele olmalıdır. Elbette, böyle bir düzenleme yaşlılıkla ilgili tüm sorunları ortadan kaldırmaz. Ancak bu düzenleme, gayret ve ileri görüşlülüğü ödüllendirirken, ihmalkârlık ve dar görüşlülüğü cezalandırarak genel olarak bireysel sorumluluğu güçlendirir. Böylece, yaşlanmayla ilgili mali ve sosyal sorunları insanca mümkün olan en düşük düzeye indirgeme eğilimindedir. Bunun aksine, Batı dünyasında emeklilik güvencesi her geçen gün daha fazla, hatta neredeyse tamamen devletin sorumluluğu altına girmiştir. Sonuç olarak, terbiye, dürüstlük, aile bağları ve bireysel sorumluluk sistematik olarak zayıflamıştır. Yaşlılık güvencesi, demokrasinin birçok insanı küçük çocuklara dönüştürdüğünün en iyi örneğidir. Doğru insanlar göreve seçilirse, para basılırsa ve servet bir nüfus grubundan diğerine yeniden dağıtılırsa tüm sorunların hızlı ve kolay bir şekilde çözülebileceğine inanmaktadırlar. Bu durum da içlerindeki çocukça zihniyeti desteklemektedir.


3.5. Politikacılar muhtaçlara daha mı duyarlıdır?

Özel bir kişi [yani birey] olarak bir şeyi çalıp başka birine hediye olarak verirseniz, bu, çalıntı malları satan bir hırsız olduğunuz anlamına gelir. Bunu bir kamu görevlisi olarak yaparsanız, buna sosyal politikalar denir. Yani bazı kişilerden para ve eşya alıyorsunuz ve bu çalıntı malları başka kişilere veriyorsunuz... Bunu yapan kişiler -ki onları politikacılar ve bürokratlar olarak çok iyi tanıyorsunuz- elbette verdiklerinde son derece cömert davranıyorlar, çünkü bu onların kendi paraları değil, başkalarından çalınan paralar. Başkalarının parasıyla cömert olmak çok kolaydır, kendi paranızla ise genellikle biraz daha dikkatli olursunuz. Elbette politikacılar birer hayduttur: Şiddet tehdidi kullanarak başkalarından zorla aldıkları parayla yaşarlar -ve buna da “vergi” denir. Ne yazık ki politikacılar tembel de değildir. Yağmaladıkları malları çarçur etmekten başka bir şey yapmasalardı çok iyi olurdu. Oysa onlar, binlerce yasa ve yönetmelikle kurbanlarının hayat şartlarını daha da zorlaştıran megaloman iyilik budalalarıdır.


3.6. Sosyal politikalar toplumu tam olarak nasıl fakirleştirir?

Refah devleti, toplumun zenginleşmesini her zaman olumsuz etkiler. Her türlü vergi, aslında servet ve gelirin sahiplerinden ve üreticilerinden zorla alınarak, bu varlıklara sahip olmayan ve bu geliri üretmeyen kişilere yeniden dağıtılması anlamına gelir. Böylece, gelecekteki servet artışı ve gelir üretimi engellenir. Sonuç olarak, toplumun toplam serveti, refah devleti olmasaydı olacağı seviyenin altında kalır. Hayırseverlik ve gönüllü yardım ise tamamen farklı bir konudur. Hayırseverlikle uğraşan bir kişi, kendisi yardım etmeyi seçtiği için üretken olmaya devam eder. Öte yandan, yoksullara yardım etmem yönünde baskı görürsem, bu benim üretken faaliyetlerim üzerinde olumsuz bir etki yaratır. Yardım alanların tarafında da, iç karartıcı durumlarından kurtulma motivasyonu daha düşük olur.


* Hayırseverlik, şefkatten kaynaklanan (gönüllü) yardım anlamına gelir.


3.7. Para basmak zenginlik yaratabilir mi?

Devletler, sadece merkez bankalarının para basmasına ve bu parayı regüle etmesine izin verir ve dolayısıyla bu paranın kalitesi de kötüdür. Eskiden olduğu gibi altın veya gümüş yerine, şu anda dünya çapında sadece kâğıt para (dolar, euro, yen vb.) kullanılmaktadır. Bu, tekelci [monopolist] kurum için harika bir durumdur. Neredeyse bedavaya para basabilir ve ev veya araba gibi pahalı malları satın alabilir. Tam bir sihirli değnek doğrusu! Kim böyle bir değnek sahibi olmak istemez ki? Ancak her yeni kâğıt para, mevcut diğer tüm kâğıt paraların satın alma gücünü azaltır. Ve yeni basılan her banknot, servetin yeniden dağıtılmasına yol açar. Merkez bankasıyla en yakın bağları olan büyük bankalar gibi, yeni parayı ilk alanlar daha da zenginleşir. Toplumun servetinden kendilerine düşen pay artar. Artık daha önce sahip olmadıkları evlere ve arabalara sahip olurlar. Ve aynı ölçüde, artık buna bağlı olarak daha az ev ve araba sahibi olan diğer tüm insanların servetini azaltırlar. Daha fazla kâğıt para, bir toplumu daha zengin yapamaz. Daha fazla para, sadece daha fazla basılmış kâğıttır. Her ülke istediği miktarda para basabilir. Eğer para basmak ülkeleri daha zengin yapabiliyorsa, o zaman dünyada neden hâlâ yoksul ülkeler ve yoksul insanlar olduğunu nasıl açıklayabiliriz? Ne de olsa, para sınırsız miktarda basılabilir.


3.8. Fikrî mülkiyet çalınabilir mi?

Fikrî mülkiyet, bir mucidin kendi icadını kimin kullanabileceğini belirleme hakkıdır. Böylece mucit, belirli bir süre için devlet tarafından korunan bir tekel hakkına sahip olur. Bilinen örnekler arasında ilaç ürünleri için patent koruması ve müzik, resim ve yazılı eserler için telif hakkı sayılabilir.


Bu politika yanlış ve zararlıdır. Fikrî mülkiyet hakları anlayışı sadece yanlış ve kafa karıştırıcı olmakla kalmaz, aynı zamanda çok tehlikelidir. İyi fikirler -tarifler, formüller, melodiler vb.- elbette birer maldır. Ancak bunlar kıt mallar değildir. Bir kez düşünülüp ifade edildikten sonra, “bedava”, tükenmez mallar hâline gelirler. Ben bir melodide ıslık çalar veya bir şiir yazarım, siz de bu melodiyi dinler veya şiiri okur ve onu yeniden üretir veya kopyalarsınız. Bütün dünya beni kopyalayabilir, ama benim elimden zorla hiçbir şey alınmamış ve benden eksilmemiş olur. Ve eğer kimsenin fikirlerimi kopyalamasını istemiyorsam, onları kendime saklamalı ve asla yayınlamamalıyım.


3.9. Patent koruması ve telif hakkının mantıksal sonucu nedir?

Şimdi, bana ıslık melodim veya şiirim için mülkiyet hakkı tanınmış olsaydı, örneğin, beni kopyalamanızı yasaklayabilir veya telif ücreti ödemenizi talep edebilirdim. Öncelikle, bu durumun absürt bir sonucu olurdu: Öncelikle ıslık çalmayı ve yazmayı icat eden kişiye (veya mirasçılarına) ve ayrıca ilk kez ses çıkaran ve ilk kez bir dil konuşan kişilere vesaire de bir ücret ödemem gerekirdi. İkincisi, benim melodimi ıslıkla çalmanızı veya şiirimi okumanızı engelleyebiliyorsam, o zaman sizin mülkünüz, fiziksel bedeniniz, ses telleriniz, kâğıdınız, kaleminiz ve benzeri şeyler üzerinde de kısmi kontrol sahibi olurum. Sonuçta, beni kopyalarken mülkünüzden başka bir şey kullanmıyorsunuz. Ve bu da şunu kanıtlıyor: Fikrî mülkiyet hakları, tüm gerçek mülkiyet haklarına yönelik son derece tehlikeli bir saldırı olarak değerlendirilmelidir.


Not: Yaklaşık yirmi yıl öncesine kadar, birçok liberal, devletin fikrî mülkiyeti koruması gerektiğine inanıyordu, çünkü bu terimden de anlaşılacağı gibi, bu tamamen mülkiyeti korumakla ilgiliydi. Stephan Kinsella’nın Against Intellectual Property [Fikrî Mülkiyete Karşı] adlı kitabı, bu çevrelerdeki görüşlerin değişmesinde belirleyici bir rol oynadı. Michele Boldrin ve David K. Levine’in Against Intellectual Monopoly [Fikrî Tekel Karşıtlığı] adlı bir başka kitapta ise, fikrî mülkiyeti koruyan yasaların ya önemsiz olduğu ya da iktisadi ilerlemeyi engellediği savunulmaktadır.


4. Güncel Sorunlar

4.1. Fakat COVID-19, hükümet regülasyonlarının gerekli olduğunu kanıtlamıyor mu?

Tam tersine. Sorunu merkezî olarak çözme girişimlerinde bulunuluyordu, ancak daha sonra her bir belediye, kendi bölgelerinde durumun bundan çok daha farklı, hatta az çok çarpıcı ve acıklı olduğunu söylüyordu. Eyalet yöneticileri ve yerel liderler, merkezî hükümetlerce alınan önlemleri ya yok sayarak, ya sıkılaştırarak ya da başka şekillerde uyarlayarak kendi iktidar alanlarını genişletmek için mükemmel bir fırsat yakalamışlardı. Almanya’da, bazen kendi tatil evine gitmek isteyenler eyalet sınırlarını bile geçemiyordu. Bir dünya hükümeti olsaydı ve her yerde tek tip önlemler alsaydı ne olurdu bir düşünün. Bu, insanlara tamamen çılgınca gelirdi, çünkü Almanya, Kongo değildir ve Çin, Japonya değildir. Merkezî veya bölgesel olsun, politika yapıcılar yanlış kararların sonuçlarından ve bunun getirdiği maliyetlerden büyük ölçüde muaftır. Onlar, bunun “sağlık” ile “ekonomi” arasında bir denge meselesi olduğunu iddia ederler ve özellikle sağlık açısından, kilitlenmelerden en çok etkilenenlerin tam da nüfusun yoksul kesimleri ve halk olduğunu göremezler veya görmek istemezler. Kişisel hareket özgürlüğünün hanelere kadar neredeyse tamamen kısıtlanmasına rağmen, politika yapıcıların çoğu bugün dahi kundakçıdan ziyade kurtarıcı olarak görülüyor. Bu gelişmede ortaya çıkan politikaya boyun eğme derecesini son derece rahatsız edici buluyorum.


4.2. Avrupa Birliği’nde (AB) yanlış giden neydi?

Başlangıçtaki fikir bir serbest ticaret bölgesi kurmaktı, ancak bir serbest ticaret bölgesi için sadece iki cümle yeterlidir: İhracat yapmak istediğiniz her şeyi ihraç edebilir, ithalat yapmak istediğiniz her şeyi ithal edebilirsiniz. Ne üretmeniz gerektiğini, nasıl üretmeniz gerektiğini, nereye gönderebileceğinizi ve gönderemeyeceğinizi ve buna benzer konuları anlatan on binlerce sayfa metne ihtiyacınız yoktur. Ancak bu fikir neredeyse başından itibaren unutuldu. Avrupa’da hâlâ serbest ticaret yok. Örneğin, bir Alman televizyon kanalını izlerseniz, Alman gümrük kontrolünün Polonya’da daha az vergi uygulanan sigaraları kaçak olarak getiren birkaç kişiyi yine tutukladığına dair haberler görürsünüz. Bizler muhtemelen Portekiz, İspanya, İtalya ve nihayetinde Almanya’nın iflasına tanık olmak zorunda kalacağız. Korkarım ki, ancak o zaman son kişi de birçok kişinin zaten şüphelendiği şeyi, yani AB’nin, Almanya ve Hollanda’dan Yunanistan, İspanya, Portekiz ve benzerlerine, her zaman aynı sapkın modeli izleyerek gelir ve serveti yeniden dağıtmak için yürütülen devasa bir makineden başka bir şey olmadığı gerçeğini fark edecek. Yani, daha üretken ülkeler, bölgeler, yerler, şirketler ve insanlardan daha az üretken olanlara veya hiç üretken olmayanlara yeniden dağıtım. İşte bu iflas, tüm bunları acımasızca gün yüzüne çıkaracaktır.


4.3. AB bir barış projesi mi?

AB eleştirildiğinde, savunucuları genellikle “en azından Avrupa’da savaş yaşamadık” şeklinde bir cevap yetiştirir.


Bunun AB ile pek bir ilgisi yoktur. Avrupa’da savaş çıkmamasının nedeni, Avrupa’nın temelde Amerikan vasal [uydu] devletlerinden* oluşmasıdır. Amerika, hiç şüphesiz, vasal devletleri arasında büyük bir savaş çıkmamasını sağlamıştır. Sovyetler Birliği de vasal devletleri ile aynı şeyi başarmıştır. AB, bir kurum olarak, buna hiçbir katkıda bulunmamıştır. Barış için gerekli olan şey serbest ticaret yapmaktır. Öte yandan, küçük ve bağımsız devletler işleri berbat ettiklerinde sürekli olarak başkalarını suçlayamayacaklardır. Bu, halklar arasındaki ilişkiler üzerinde barışçıl bir etkiye sahiptir. Şu anda, suç her zaman başka bir ülkeye atılabilmektedir. AB’de, her türlü kötülük için genellikle Brüksel suçlanmaktadır. Avrupa’da, merkezîleşme Yunanlılara veya İspanyollara karşı daha büyük bir sevgiye yol açmamıştır, hatta tam tersi bir durum söz konusudur.


* Vasal devlet, bir şekilde üstün bir devlete veya imparatorluğa bağımlı olan [uydu] devlettir.


4.4. Hoppe neden Brexit’i desteklemiştir?

Büyük Britanya 1969 yılında AB’ye katıldı. 2016 yılında yapılan referandumda seçmenlerin çoğunluğu AB’den ayrılma kararı aldı. Bu kararın yürürlüğe girmesi birçok zorlukla karşılaştı.


İkinci bir oylama vatandaşlarla alay etmek olur. Danimarka ve Hollanda’da daha önce de böyle yapılmıştı, politik elitlerin standartlarına göre “doğru” sonuç çıkana kadar halk oy kullanmaya zorlanmıştı. Birleşik Krallık, geleneksel olarak serbest ticarete en bağlı ülke olmuştur. İngilizlerin taleplerine baktığımızda şunu görüyoruz: “İngiltere için yasaların İngiltere’de yapılmasını, Avrupa Birliği ve Avrupa Birliği dışındaki tüm ülkelerle serbest ticaret yapılmasını ve sınırsız göçün sona erdirilmesini istiyoruz. “ Bu taleplerin nesi mantıksız olabilir ki? Bu talepler, elbette, Avrupa Birliği tarafından şiddetle ve sırf şu basit nedenden dolayı reddediliyor: İngiltere başarılı olmamalı, çünkü o zaman diğer ülkeler de ayrılır. Bu nedenle AB, malların Avrupa Birliği topraklarına vergisiz girmesine izin vermiyor. Bu durum, Birleşik Krallık’tan ucuz mallar alamayan Avrupa halkını mağdur ediyor, ancak gümrük gelirlerini alan politikacıları elbette mağdur etmiyor.


4.5. Serbest ticaret ve serbest göç birbiriyle uyumlu mudur?

Klasik liberalizm genellikle mallar ve insanlar için açık sınırlar talep eder. Sonuçta, her ikisi de özgürlükle ilgili, değil mi?


Yanlış. Malların serbest dolaşımı ile insanların serbest dolaşımı iki farklı şeydir. Ticaret ve göç olguları temel olarak birbirinden farklıdır. Mallar ve hizmetler, gönderen ve alıcı anlaşmadıkça bir yerden başka bir yere taşınamazken, bir kişi kimse istemese bile bir yerden başka bir yere gidebilir. Serbest göç, bu nedenle mevcut nüfus için zorla entegrasyona dönüşebilir. Arazinin tamamen özelleştirildiği [özel mülkiyet hâline getirildiği] bir toplumda, istenmeyen göç sorunu ortaya çıkmaz. Henüz durum böyle olmasa da, çözüm göçmenlik politikasını federal hükümetten eyaletlere, ilçelere, köylere, şehirlere ve şehir bloklarına devretmektir. Hükümet göçmenlik izni verecekse, en azından göçmenlerin bir ev sahibinden davet almasını sağlamalıdır (buna “kefil veya garantör ilkesi” denir). Bu ev sahibi, ziyaretleri sırasında göçmenden tamamen sorumlu olmalıdır. Son olarak da şunu belirtmek gerekir ki, serbest ticaret ne kadar yaygınlaşırsa, göç etme isteği o kadar azalır.


4.6. Materyalizm* kültürü yok eder mi?

Bazı insanlar maddi zenginliğe “materyalizm” diyerek aşağılasa da, insan kültürünün gelişip ilerleyebilmesinin ancak insan yaşamının maddi koşullarının iyileştirilmesi ile mümkün olduğu vurgulanmalıdır. Kâğıt ve mürekkep, matbaa, müzik aletleri, boyalar, tuval, heykel aletleri, tiyatrolar, müzeler ve benzeri şeyler olmadan ve maddi refahın sağladığı boş zaman olmadan yazarlar, besteciler, müzisyenler, ressamlar, heykeltıraşlar, aktörler ve benzerleri de olamaz. “Ah, bunlar sadece maddi şeyler!” diyerek tüm bunların önemini küçümsemek gayet kolaydır. Ancak bu konuda bu kadar endişeli olanlar için, dünyada taşınabilecekleri pek çok yer vardır. Ama onlar taşınmazlar. Kıllarını kıpırdatmazlar. Peki insanlar nereye taşınmak isterler? Afrika’dan Hindistan’a kitlesel göç yoktur. Daha zengin ülkelere kitlesel göç vardır.


* Bu bağlamda materyalizm, maddi varlıklar ve statü sembollerinin yüksek değere sahip olduğu bir yaşam tutumudur.


4.7. Daha fazla “toplumsal hoşgörü”ye ihtiyacımız var mı?

Toplumlarımızı ahlâki ve iktisadi açıdan mahveden, bizi uçuruma doğru sürükleyen şey, hoşgörünün azlığı değil, gereğinden fazla olmasıdır. Beni yemek isteyen yamyamlara hoşgörülü mü davranmalıyım? Peki ya mülkümü elimden almak isteyen komünistlere? Kazandığım servetin ve gelirin yarısını vergi olarak almak isteyen sosyalistlere? Oy pusulası yoluyla haklarımı elimden almak ve beni yoksullaştırmak isteyen demokratlara? Bir kurbağanın hayatını kurtarabileceği için kendi mülküm üzerindeki tasarruf hakkımı elimden almak isteyen yeşilciye de mi hoşgörü gözetmeliyim? Hiç sanmıyorum. İşte bu noktada -hatta aslında çok daha öncesinde- hoşgörümün bir sonu vardır.


4.8. Sağlık sistemimizin ihtiyacı olan tedavi nedir?

Bugün, aşağıdaki öneriler radikal gelebilir. Çok uzun zaman önce, bunlar birer gerçeklikti.


Bu doğrultuda, aşağıdaki dört adımın atılması gerekmektedir:


Birincisi,

Tıp fakülteleri, hastaneler, eczaneler, doktorlar ve diğer tüm sağlık personeli için tüm lisans gerekliliklerinin kaldırılması elzemdir. Bu sayede arz neredeyse anında artacak, fiyatlar düşecek ve piyasada daha çeşitli hizmetler ortaya çıkacaktır. Zorunlu devlet lisanslamasının ve ruhsatlandırmasının yerini, rekabet eden gönüllü akreditasyon kuruluşları* alacaktır. Tüketiciler artık sağlık hizmetleri için “ulusal standart” gibi bir şeyin var olduğu yanılsaması altında yaşamayacakları için, daha bilinçli ve eleştirel seçimler yapacaklardır.


* Akreditasyon kuruluşları: (Latince accredere, “güven vermek” anlamına gelir) ürün ve hizmetlerin kalitesini takip edip gözlemleyen ve sertifikalandıran ajanslardır (veya şirketlerdir, vakıflardır, derneklerdir). Örnek olarak organik ve adil ticaret etiketleri veya SGS [Société Générale de Surveillance SA, Switzerland] gibi sertifikalandırma şirketleri verilebilir. Serbest piyasada rekabet, müşterilere en verimli ve güvenilir şekilde hizmet veren kuruluşların kazanmasını sağlar.


İkincisi,

İlaç ürünleri ve tıbbi cihazların üretimi ve satışına ilişkin tüm devlet kısıtlamalarının kaldırılması elzemdir. Bu, günümüzde inovasyonu engelleyen ve maliyetleri artıran sağlık bürokrasisini ortadan kaldıracaktır. Böylece maliyetler ve fiyatlar düşecek ve daha geniş bir yelpazede daha iyi ürünler pazara daha hızlı ulaşacaktır. İlaç ve tıbbi cihaz üreticileri ve satıcıları, hem ürün sorumluluğu davalarından korunmak hem de müşterileri çekmek için giderek daha iyi ürün açıklamaları ve garantiler sunacaktır.


Üçüncüsü,

Sağlık sigortası sektörünün tamamen serbestleştirilmesi elzemdir. Bu sayede fiyatlar ortalama olarak önemli ölçüde düşecektir. Ayrıca bu reform, sağlık hizmetleri tercihlerinde kişisel sorumluluğu yeniden tesis edecektir. Sigortanın işlevi, eşit veya benzer riskleri bir araya getirmektir. Mesela kişisel kaza risklerimin profesyonel futbolcuların riskleriyle bir arada değerlendirilmesini istemem, sadece benimle benzer koşullarda olan kişilerin riskleriyle bir arada ve daha düşük maliyetle değerlendirilmesini isterim. Oysa günümüz sağlık sektöründe, sorumsuz müşterilere ve yüksek risk grubundaki kişilere fayda sağlayan bir gelir yeniden dağıtım sistemi mevcuttur. Bu nedenle sektördeki fiyatlar yüksek seyretmekte ve sürekli artmaktadır.


Dördüncüsü,

Hastalar veya sağlıksız kişiler için tüm sübvansiyonların kaldırılması elzemdir. Sübvansiyonlar her zaman sübvanse edilen şeyin daha fazlasını yaratır. Sağlıksız ve hasta kişiler için verilen sübvansiyonlar dikkatsizliği, muhtaçlığı ve bağımlılığı teşvik eder. Bu tür sübvansiyonları kaldırırsak, sağlıklı bir yaşam sürme ve kendi geçimini sağlama azmini güçlendirebiliriz.


4.9. İklim değişikliği ile ilgili sorgulamalar serbest midir, yoksa bu sorgulamalar küfür müdür?*

İnsanlar olsun ya da olmasın, iklim milyonlarca yıldır sürekli olarak değişmiştir ve insanlık yok olsa bile değişmeye devam edecektir. Birkaç yüzyıl önce, ortalama sıcaklıklar bugün olduğundan çok daha yüksekti. O zamanlar İngiltere’de şarap, Kuzey Carolina’da portakal yetiştirilebiliyordu. Bugün ise hava çok soğuk olduğu için bu mümkün değil. Binlerce yıl önce, Thames Nehri’nde su aygırları yüzüyordu, bugün ise bu enlemlerde su aygırları sadece hayvanat bahçelerinde bulunabiliyor [Hoppe burada feministlerden bahsetmiyor]. Nitekim gerçekten de, soğuk dönemler insanlık için genellikle sıcak dönemlerden daha kötüdür. Bilim adamlarının tamamının veya büyük çoğunluğunun iklim konusunda veya iklim değişikliği konusunda hemfikir olduğu iddiası tamamen saçmadır. Ve hatta durum böyle olmasa ve gerçekten konsensus oluşsa bile, devletin veya herhangi bir uluslarüstü otoritenin “doğru” ortalama sıcaklığı ve “doğru” değişim aralığını belirlemesi insanlığa karşı bir suç olur. Çünkü tüm insanlık için “doğru” bir sıcaklık diye bir şey yoktur ve asla da olmayacaktır.


* Küfür: Dinî veya ideolojik inanç ve görüşlerin alay konusu edilmesi.


5. Özel Hukuk Toplumu

Özel hukuk toplumu konusuna dair bir girizgâh

Özel hukuk toplumu kavramı çoğu insan için hiç bilinmeyen bir şey olabilir. Bu nedenle, konuyu kısaca tanıtarak başlayalım ki, bu sayede bir sonraki bölümün anlaşılması biraz daha kolay olsun. Liberalizm genellikle devletin mümkün olduğunca az olmasını savunur. Peki bu tam olarak ne anlama gelir? Devletin mümkün olduğunca az olması, sadece öncelikle devlet memurlarının veya idari binaların sayısının azaltılması anlamına gelmez. Daha ziyade, devletin kapsamının ve faaliyet alanının sınırlandırılması anlamına gelir. Bunun iyi bilinen bir örneği, “gece bekçisi devlet” olarak adlandırılan modeldir. Bu modelde devletin görevi, esasen polis, yargı ve ordu aracılığıyla can ve mal güvenliğini sağlamaktan ibarettir. Diğer tüm görevler (yine) ailelere, kiliselere, şirketlere ve diğer özel kuruluşlara bırakılır. Bu, 19. yüzyılda çoğu ülkede yaygın bir uygulamaydı. Örneğin, toplu taşıma, devlet okulları ve üniversiteleri, sosyal sigorta, yasal emeklilik yaşı, tüketime ilişkin devlet yasakları yoktu ve elbette bugünkü vergi ve harçların sadece küçük bir kısmı vardı. Bu, sözde “klasik liberalizm” veya “minimal devlet liberteryanizmi” taraftarları tarafından sıklıkla kullanılan bir idealdir. Hoppe bir adım daha ileri gider. Onun özel hukuk toplumunda, polis, yargı ve ordu gibi son devlet işlevleri bile özel olarak yapılandırılacaktır. Aşağıdaki bölümler, Hoppe’nın düşünceleri hakkında bazı ön bilgiler ve umarız bu konu hakkında düşünmek için bazı meydan okuyan fikirler verecektir.


State or Private Law Society? [Devlet mi, Özel Hukuk Toplumu mu?]” şimdiye kadar işlenen konuların 75 dakikalık bir özeti ve özel hukuk toplumu kavramına kolayca anlaşılabilir bir giriş niteliğindedir.


5.1. Devlet olmadan bireyler arası çatışmaları nasıl çözüme kavuşturabiliriz?

Temel fikir oldukça basittir. Devletin cebri güç kullanımı üzerindeki tekeli kaldırılacak ve polis ve yargı sektörlerinde de rekabet izin verilecek. Şu anda, bir vatandaş ile devlet arasında bir anlaşmazlık durumunda, kimin haklı olduğuna her zaman devlet karar vermektedir. Özel hukuk toplumunda ise, anlaşmazlığı çözmek için her iki taraftan da bağımsız olan hakemlere başvurulur. Köy veya küçük kasabalarda ortaya çıkanlar gibi yerel anlaşmazlıklarda, bu hakemler muhtemelen saygın “doğal aristokratlar” olacaktır. Daha büyük davalarda ise, bugün olduğu gibi, hukuki masraf sigortası mevcuttur. Bu durumda sigortacı ve sigortalı, arabulucu ve temyiz organları konusunda sözleşme ile anlaşmış olurlar. Anlaşmazlığın tarafları aynı sigorta şirketinin müşterileri ise, davayı bu şirket karara bağlar. Farklı sigortacılar farklı kararlar verirse, her iki tarafın da saygı duyduğu bir hakem göreve çağrılır. Ve nihai kararı veren hakem bu hakem olur. Prosedür açık, basit ve net olup, herhangi bir devlet mevzuatı veya yargı yetkisi gerektirmez.


5.2. Anlaşmazlıkların özel hukuk yoluyla çözülmesi gerçekçilikten tamamen uzak mıdır?

Daha önce de söylediğim gibi, bu bir ütopya değildir. Tüm bunlar, kendi aralarında anarşik olan uluslararası ticari faaliyetlerde zaten yaygın bir uygulamadır. Bugün sınır ötesi anlaşmazlıkların nasıl çözüldüğüne bir bakın. Uluslararası alanda, her şeyi düzenleyen bir dünya devleti olmadığı için hukukta bir tür anarşi vardır. Basel sınır üçgenindeki vatandaşlar, yani Almanlar, Fransızlar ve İsviçreliler, aralarında bir ihtilaf yaşandığında ne yaparlar? Öncelikle kendi yargı mercilerine başvururlar. Anlaşma sağlanamazsa, davayı karara bağlamak için bağımsız arabulucular çağırılır. Onların kararlarına uymayanlar sadece sözleşmeyi ihlal etmekle kalmazlar, ayrıca iş dünyasında kimsenin iş yapmak istemeyeceği âdeti cüzzamlı gibi görülen bir parya hâline gelirler. Peki, bu bölgenin vatandaşları arasında Köln ve Düsseldorf vatandaşları arasında olduğundan daha fazla anlaşmazlık var mı? Ben hiç böyle bir şey duymadım. Bu da, kişiler arası anlaşmazlıkların, yasal tekelci bir devlet olmadan da barışçıl bir şekilde çözülebileceğini gösteriyor. Bir başka tarihsel örnek verelim: ABD’de altına hücum döneminde, altın arayanlar, bölgelerini belirlemek için kendi aralarında kullanılacak kriterler geliştirmişlerdi. Bu arazi hak iddialarını kendi aralarında tespit ve tescil ettirenlerin hepsi özel şahıslardı. Bu da, mülkiyet sorunlarının devlet olmadan da çözülebileceğini gösteriyor.


5.3. Devlet çözümleri ile özel çözümler arasındaki fark kısaca nedir?

Özel olarak organize edilmiş güvenlik sektörünün mevcut etatistik* uygulamadan en önemli farkını tek kelimeyle ifade etmek gerekirse, bu kelime “sözleşme” olur. Devletin bugün “sunduğu” şey şudur: Size sözleşmeyle hiçbir şey garanti etmiyorum; “mülkünüz” olarak tanıyıp korumayı amaçladığım belirli şeyleri vaat etmiyorum, sizin görüşünüze göre vaatlerimi yerine getirmediğim takdirde ne yapacağımı da söylemiyorum – yine de, her hâlükârda “hizmetlerim” için fiyatı tek taraflı olarak belirleme ve ayrıca oyun devam ederken mevcut tüm oyun kurallarını yasalarla değiştirme hakkımı saklı tutuyorum. Özgürce finanse edilen, özel sektörden bir güvenlik sağlayıcısının, ister polis, ister sigortacı, ister hakem olsun, potansiyel müşterilerine böyle bir teklifte bulunduğunu hayal edin. Aklı başında hiç kimse böyle bir anlaşmayı kabul etmez, hatta şirket müşteri eksikliğinden dolayı hemen iflas eder. Özel hukuk toplumunda sözleşmeler sunulmalıdır. Bu sözleşmelerde mülkiyetin açık bir şekilde tanımlanması ve karşılıklı hizmet ve yükümlülüklerin net bir şekilde belirtilmesi gerekir. Ayrıca, bu sözleşmeler geçerlilik süreleri boyunca ancak karşılıklı anlaşma ile değiştirilebilir.


* Etatistik: Etat, yani Devlet ile ilgili veya Devlet tarafından düzenlenen.


5.4. Devlet bugün bizi ne kadar iyi koruyor?

Hepimizin bildiği gibi, devlet suçla mücadele alanında verimsizlikle nam salmıştır, çünkü bu görevden sorumlu görevlilerin maaşları vergi gelirlerinden, yani verimlilikten bağımsız olarak ödenmektedir. Daha da kötüsü, şu anda mağdurlara herhangi bir şekilde tazminat ödenmesinin söz konusu olmadığı gerçeğidir. Aksine, devlet suçluları yakaladığında, bu dolandırıcıların ve haydutların barınma masrafları genellikle yine mağdurlardan alınan vergilerle karşılanır ve sonra da bu suçlular hapishanelerinde masa tenisi oynayıp kahvaltıda Birchermüsli’lerini keyifle yiyebilirler. Hatta Amerika’da hukuk okuyabilir ve spor salonlarında kendilerini güçlendirip bir dahaki sefere suç işlerinde biraz daha başarılı olabilmek için hazırlanabilirler. Ve unutmayalım: Yalnızca 20. yüzyılda yüz milyonlarca insanın ölümünden ve ölçülemez yıkımdan sorumlu olanlar ulus devletlerdir. Buna kıyasla, özel suçların kurbanları neredeyse yok denecek kadar azdır.


5.5. Özel hukuk toplumları neden barışçıl davranışları ödüllendirsin ki?

Sigorta şirketleri, suçlunun yakalanıp yakalanmadığına ve sorumlu tutulup tutulmayacağına bakılmaksızın, suçlardan kaynaklanan zararları zaten ödemek zorundadır. Özel hukuk toplumunda, devletin polis gücü olmadan, sigorta şirketleri muhtemelen özel güvenlik şirketleriyle yakın iş birliği içinde çalışacaktır. Bu iş birliğinin odak noktası, suç önleme ve tazminata kayacaktır.


Bir suç işlenmiş ve bir zarara yol açılmışsa, özel sigorta şirketi tazminat ödemek zorundadır. Bu nedenle sigortacı, suçluları bulmakla ilgilenir, çünkü ancak o zaman suçluların mağdurlara tazminat ödemesi mümkün olur. Ayrıca, çalıntı malları geri almakta da başarılı olacaktır, ne de olsa bu sayede onları yenilemekle uğraşmak zorunda kalmayacaktır. Öte yandan, bugün polise gidip şu ve bu eşyam çalındı derseniz, polisin bunu sadece bir dosyaya koyup bir kenara atacağından emin olabilirsiniz. Özel hukuk toplumundaki sigortacılar, insanlar arasında barışçıl davranışları da teşvik ederler. Bunun nedeni, tüm risklerin sigortalanabilir olmamasıdır. Yalnızca kontrolünüz dışında olan olaylar için sigorta yaptırabilirsiniz. Bu nedenle, örneğin bir çatışmayı siz kışkırttıysanız, sigortacılar size bu mevzuda yardım etmeyi ve hizmet vermeyi reddederler. Her sigorta şirketi, sigorta poliçesi sahiplerinin medeni bir şekilde, sözleşme kurallarına uygun davranmalarını talep edecektir.


5.6. Özel hukuk toplumunda zengin ve kötü insanlar iktidarı ele geçirebilir mi?

Elbette, daha fazla mali kaynağa sahip olanların, daha fazla güvenlik hizmeti de dâhil olmak üzere her şeyin daha fazlasını karşılayabilecekleri şüphesiz bir gerçektir. Ancak asıl soru şudur: Özel hukuk toplumunda, bugünkü devlet tarafından yönetilen topluma kıyasla, zenginlerin yoksulların sırtından imtiyazlar “satın almaları” daha mı kolaydır? Bu sorunun cevabı ise oldukça açık bir şekilde “hayır” olur, hatta bunun tam tersi gerçekleşir. Günümüzde zenginler, devlet iktidarını elinde tutanlara rüşvet vererek sürekli biçimde başkalarının zararı pahasına avantajlar “satın almaktadır.” Şimdi, devletin yerine çok sayıda rakip güvenlik sağlayıcısının olduğunu düşünün: Mesela birçok sigorta şirketi, tahkim kurumu ve polis gücü var diyelim. Bu durumda rüşvet vermek çok daha zor hâle gelir. Çünkü o zaman tek bir kuruma rüşvet vermek yetmez, hedefe ulaşmak için tüm kurumlara rüşvet verilmesi gerekir. Ve bu da yetmeyecektir, çünkü bir (veya tüm) kurumlar yozlaşmış olarak tanınırsa, bu kurumların daha az varlıklı müşterileri onlardan uzaklaşacak ve piyasaya serbest giriş ve rekabet sayesinde, yolsuzluk geçmişi olmayan başka başka yeni kurumlar ortaya çıkacaktır. Öte yandan, devletin yozlaşmış olduğunu ne kadar açıkça fark edersek edelim, zorlayıcı bir kurum olarak devletten tamamen kaçamayız. Dolayısıyla, özel hukuk toplumunda bugünün devlet yasalarına göre daha iyi korunanlar tam da “güçsüzler” olacaktır.


5.7. Her şey özelleştirildiğinde çevreyi kim koruyacaktır?

Özel hukuk toplumunda, soyut bir “çevre” kavramı olmayacak, sadece toprak, göller ve hatta denizin bazı kısımlarının özel mülkiyeti olacaktır. Kirlilik her zaman ancak ve ancak özel mülkiyete zarar verici olacaktır.


Bu sorunun çözümü oldukça basittir. Zarar gören tarafa dava açma hakkı tanınmalıdır. Böylece zarar gören taraf, çevre kirliliğine neden olan tarafa tazminat davası açabilir. 19. yüzyılda, vatandaşların çevre kirliliği nedeniyle mallarına zarar veren şirketlere dava açması yaygın bir uygulamaydı. Daha sonra devlet, belirli sektörleri korumak ve desteklemek amacıyla dava açma hakkını kısıtladı. Önemli olan nokta, mülkiyet haklarının açıkça belirlenmesi ve korunmasıdır. Temel ilke şudur: Oraya ilk gelen, oranın mülkiyet hakkını elde eder. Örneğin, bir şirket mevcut konutların yakınında ağır kirletici emisyonları olan bir fabrika kurarsa, ev sahipleri tazminat davası açabilir. Bu, çocukların bile anlayabileceği kadar basit bir ilkedir.


Not: Devletlerin kendi mülklerine, özel şahısların mülklerine kıyasla nasıl davrandığı konusunda deneyimlerimiz bize ne söylüyor? Devlet tarafından yönetilen okyanusları ve yağmur ormanlarını özel çiftlikler, göller ve mülklerle karşılaştırabiliriz. Devlet tarafından yönetilen komünist ekonomileri, ağırlıklı olarak özel sektör tarafından yönetilen Batı toplumlarıyla karşılaştırabiliriz. İktisatta bu konuya “kamusal [ortak] malların trajedisi” adı verilir.


5.8. COVID-19 pandemisi özel hukuk toplumunda nasıl bir seyir izlerdi?

Kısacası, COVID-19 bir pandemi olarak ortaya çıkmazdı. Koronavirüsün gerçek enfeksiyon riski o kadar düşük ki, çoğu insan bunu bir risk olarak algılamazdı. Aslında, 2020 yılında Almanya, Avusturya veya İsviçre’de toplam ölüm sayısı hiç de dramatik bir şekilde artmadı ve politik açıdan tarafsız olan Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezleri’ne (CDC) göre de koronavirüs enfeksiyonundan sağ çıkma olasılığı tüm yaş grupları için son derece yüksekti. Daha genel anlamda, bulaşıcı bir hastalığın risk değerlendirmesi açısından tek, kesin ve net bir bilimsel cevap yoktur. Zararı en aza indirmenin en iyi -en ucuz ve en verimli- yolu, karar verme sürecini ademimerkeziyetçi hâle getirmektir. Özel hukuk toplumunda, tüm araziler, evler, yollar, fabrikalar vb. özel mülkiyete aittir. Bir salgınla başa çıkmak söz konusu olduğunda, bu sadece “kime izin vereceğim ve kimi dışlayacağım?” veya “kime gideceğim ve kimden uzak duracağım?” sorusudur. Bulaşıcı bir hastalığa ilişkin kendi risk değerlendirmelerine dayanarak, mülklerine kimin, ne zaman ve hangi koşullarda girmesine izin verileceğine ilişkin kararı verebilecek kişiler, sadece her bir özel mülk sahibi veya mülk sahipleri birliğidir. Bu karar, özellikle ticari amaçla kullanılan mülkler (örneğin sinemalar, ofisler, restoranlar) söz konusu olduğunda, önleyici tedbirleri içerebilir ve içerecektir. Sonuç, erişim ve ziyaret kurallarından oluşan karmaşık bir ağdır.


5.9. Özel kuruluşlar neden devletlere kıyasla çok daha az savaş açacaktır?

Sevgili okuyucular; eğer özel hukuk toplumu fikrine yeniyseniz, savaş ve işgalcilere karşı savunma konularını düşünmek zor gelebilir. Bu nedenle, konuyla ilgili birkaç yorumda bulunmak istiyorum. İlgileniyorsanız, Hoppe ve arkadaşları bu konu hakkında çok daha fazla şey yazmışlardır, araştırmanızı öneririm.


Devletler, özel şahıslara veya özel şirketlere nazaran doğal olarak daha saldırgan kuruluşlardır, çünkü saldırganlık ile ilgili maliyetleri dışsallaştırabilirler, yani savaş maliyetlerini hâlihazırda yoksul vergi mükelleflerine hiç çekincesiz yükleyebilirler. Clinton, Bush, Obama veya savaş isteyen diğer politikacılar bu maliyetleri kendileri ödemek zorunda olsalardı, muhtemelen savaş çıkarmaya yanaşmazlardı. Özel bir şirket için ise savaş, iktisadi intihar anlamına gelir. Tekrar edeyim: Yalnızca 20. yüzyılda yüz milyonlarca insanın ölümünden ve ölçülemez yıkımdan sorumlu olanlar ulus devletlerdir. Buna kıyasla, özel suçların kurbanları neredeyse yok denecek kadar azdır.


5.10. Sosyalizm, özel hukuk toplumundan daha mı gerçekçidir?

Buradaki mesele politik uygulanabilirlik değil, felsefi bir değerlendirmedir: İnsanlar melek olamayacaklarına göre, hangi sosyal sistem insan doğasına daha uygundur?


Sosyalistler ütopyacıdır, çünkü sosyalizmin gelmesiyle insan doğasının da dönüşeceğini varsayarlar. Bu elbette saçma, ikiyüzlü bir hayalperestliktir. Öte yandan benim gibi liberteryenler gerçekçidir. İnsanları oldukları gibi, yani iyi ve kötü, barışçıl ve saldırgan, sorumlu ve sorumsuz vesaire kabul ederiz ve insan doğasının temelden değişebileceğine inanmayız. Gerçekçiler olarak, teşvik yapısının her zaman ve her yerde işe yaradığına inanırız.


6. Gelecek

6.1. Devletin tamamen ortadan kaldırılması yerine, sınırlı bir devletin savunulması neden mümkün olmasın?

Evet, bazıları daha kötü, bazıları daha iyi olmak üzere devletler her zaman var olmuştur. Ve onları ortadan kaldırmayı başarsak bile, yeniden ortaya çıkmaları mümkündür. (Modern liberteryanizmin babası Murray Rothbard bu konuda şöyle derdi: “En azından muhteşem bir tatil geçirmiş olurduk.”) Ancak liberteryenizm* sonsuz bir mücadeledir, özgürlüğün mücadelesidir. Ahlâki açıdan doğru bir hedeften vazgeçmek için hiçbir neden yoktur. Bugün cinayeti ortadan kaldırmaya çalışıyoruz. Hâlâ cinayet işleyenler olduğu için bundan vazgeçmemiz gerektiğini mi söyleyeceğiz? Hayır, asla vazgeçmeyiz... Herkes için geçerli olan belirli ahlâki kuralları savunuyoruz ve bu kuralları insanların konumuna bakılmaksızın savunuyoruz. Herkes şunu anlayabilir: Bana vurursan, cüzdanımı çalarsan, evimi yakarsan, bu bir suçtur, mutlaka cezalandırılması gereken bir suçtur. Aynı standartlar politikacılar için de geçerli olmalıdır. O zaman en iyi politikacıların bile en azından hırsız oldukları sonucuna varırsınız. Mises Enstitüsü’nün kurucusu Lew Rockwell, başlangıçta Mises Enstitüsü olarak sınırlı bir devleti savunduğumuzu söyleme fikrini ortaya attı. Ben ise ona, sadece sınırsız bir devleti savunan hiçbir kurumun olmadığını belirttim. Bu nedenle, pazarlama açısından bile, devleti hiç istemeyenlerin biz olduğumuzu söylemek mantıklıdır.


* Liberteryenizm, devlete mümkün olduğunca az işlev vermek veya hiç işlev vermemek isteyen politik felsefedir. Bunun tam tersi ise baskıcı bir politikadır.


6.2. Neden “yeni bir sınıf bilinci” oluşturmaya ihtiyacımız var?

Sorun şu ki, devlet artık nüfusun büyük bir kısmını kendisine muhtaç ve bağımlı hâle getirmiştir. Sanayileşmiş ülkelerdeki insanların sadece üçte biri gelir açısından hâlâ devletten bağımsızdır. Geri kalanlar emekliler, memurlar, net faydalanıcılar, işsizler veya devletten geçimini sağlayan şirketlerdir. Ve hepsi de bunun eskisi gibi devam etmesi için seçimlerde oy kullanır. Politikacılardan hiçbir beklentim yok. Bence, halk arasında yeni bir sınıf bilinci oluşması önemlidir, ancak bu, kapitalistlerin işçileri sömürdüğünü iddia eden komünist sınıf bilinci tarzında olmamalıdır. Bunun yerine, insanlar şunu anlamalıdır: Devletler kötüdür, devletler özel sektörde çalışan herkesi sömürür. Böyle kabul edilen ve muamele gören bir hırsız uzun süre ayakta kalamaz.


6.3. “Doğru yönde atılacak adımlar” için umut var mı?

Her hâlükârda, iktisadi bir çöküş yaşanacak ve bu çöküş de sesesyonist [ayrılıkçı] hareketlerin* ortaya çıkmasına olanak sağlayacaktır. Bunun bir örneği, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve birçok bağımsız ülkeye bölünmesidir. Umut budur. Avrupa’nın iyi olduğunu düşünüyorsanız, Avrupa’da yüzlerce Lihtenştayn olması gerektiğini savunmalısınız. Ülkeler birbirleriyle rekabet edecekleri için, halkalarına karşı nispeten iyi davranmak zorundadırlar, aksi takdirde halk onları terk eder. Buna karşılık, “uyumlaştırılmış” vergi ve regülasyon politikalarına sahip bir Avrupa merkezî hükümeti – ve daha da ötesi bir dünya hükümeti – özgürlük için en büyük tehdittir. Ayrıca, özel hukuk toplumları fikri en iyi ihtimalle Avrupa’da ademimerkeziyetçilik uygulandığında devreye girecektir. Öyleyse, her türlü merkezîleşmeye karşı direniş ve her türlü ayrılıkçı harekete destek elzemdir.


* Sesesyon [Ayrılma] ve Desentralizasyon [Ademimerkeziyetçilik]: Bir politik birim daha büyük bir birimden ayrılıp yeni bir birim oluşturduğunda, buna sesesyon denir. Örneğin, 1776’da Amerika Birleşik Devletleri’nin Britanya İmparatorluğu’ndan ayrılması. Politik güç, bir politik birim içinde yukarıdan aşağıya doğru kaydırıldığında, buna desentralizasyon denir. Örneğin, koronavirüs önlemlerine ilişkin yetki, ulusal hükümetten eyaletlere veya belediyelere devredildiğinde desentralizasyon vuku bulmuştur. Her ikisi de gücün parçalanması anlamına gelir ve merkezîleşmenin tam tersidir.


7. Entelektüel Gelişim

7.1. Solculuktan klasik liberalliğe

Lisedeyken solcuydum, solcu düşünceye, Marksist düşünceye, onun tümdengelimci doğası nedeniyle ilgi duyuyordum. Tüm fenomenleri ve bunların birbirleriyle olan ilişkilerini anlamak için bir sistem oluşturmaya çalıştım ve bu yüzden 1968 öğrenci isyanının doruk noktasında Frankfurt Üniversitesi’ne gittim. Ve yine bu nedenle ilk olarak solcu bir öğretmeni seçtim. Doktora danışmanım, önde gelen solcu filozof Jürgen Habermas’tı. İlk dönemden itibaren büyük bir hayal kırıklığına uğradım ve Marksist sistemde önemli kusurlar keşfettim. Evrensel şüpheciliği savunan ve mutlak gerçeği reddeden Karl Popper ile tanışana kadar entelektüel olarak oradan oraya savruldum. Ona göre her şey bir şekilde varsayımdır ya da sadece bir totolojidir. Popüler basında yer alan Milton Friedman’ın yazıları sayesinde serbest piyasa ekonomisinin savunucusu oldum, ancak tümdengelimli bir sistem arayışım nedeniyle doğal olarak Friedman’dan pek hoşnut değildim. Onun düşüncesinde beni tatmin etmeyen büyük tutarsızlıklar olduğunu çok çabuk keşfettim. Sonra bu tutarsızlıkların bir kısmını, ama kesinlikle hepsini değil, ortadan kaldıran Friedrich von Hayek’i keşfettim. Öğretmenlerimin hiçbirinin bana Friedman veya Hayek’i önermediğini belirtmeliyim. Hayek’in dipnotları sayesinde sonunda Ludwig von Mises’i keşfettim. O zamanlar, daha sonra habilitasyon tezim hâline gelen, genel olarak sosyal bilimlerin metodolojisi üzerine bir kitap üzerinde çalışmaya başladım. İktisatçıların kendi disiplinleri hakkında söylediklerine, yani ifadelerinin yalnızca hipotezler olduğuna şüpheyle yaklaşıyordum. Bunun yerine, para arzı hakkındaki açıklamalar gibi ifadelerin yalnızca hipotez olarak doğru olmayan bir şey içerdiğini düşünüyordum, ancak bunu söyleyen hiçbir iktisatçı bulamadım. Sonra, Mises’in başyapıtı İnsan Eylemi’ni okuduğumda, onun da tam olarak aynı şeyi söylediğini, yani iktisadi yargıların Immanuel Kant ve diğer filozofların “sentetik a priori yargılar” olarak adlandırdıkları şey olduğunu, yani normal anlamda test edilemez olduklarını, ancak gerçek objeler hakkında doğru olan bir şeyleri ifade ettiklerini fark ettim ve o an bir Misesyen oldum.


7.2. Klasik liberallikten özel mülkiyet anarşistliğine

Açıkçası, Mises’i tuhaf bir tesadüf sonucu keşfettim. Annem ve babam Doğu Almanya’dan gelen sığınmacılardı ve annemin ailesinin mülkleri 1946’da Ruslar tarafından müsadere edilmiş, kamulaştırılmıştı. Aslen Doğu Almanya’nın Amerikalılar tarafından işgal edilen bir bölgesinde yaşıyorlardı ve Amerikalılar bu eyaleti daha sonra Batı Berlin olacak bölgeyle takas ettiğinde, Ruslar buraya yerleşti ve annemin ailesi de dâhil olmak üzere tüm büyük toprak sahiplerinin mülklerine el koydu. Ancak akrabalarımın çoğu Doğu Almanya’da yaşıyordu ve biz onları düzenli olarak ziyaret ediyorduk. İşçilerin ve çiftçilerin cennetine girmek için her zaman giriş ücreti ödemek zorundaydınız (üstelik Batı Alman markını Doğu Alman parasına çevirerek). Akrabalarımızla birlikte yaşadığımız için, bu parayı bir şekilde harcamak zorundaydık ve bunu yapmanın sadece iki yolu vardı. Bu yollardan ilki, Rus bestecilerin Rus plaklarını satın almaktı, diğeri ise Lenin ve Stalin’in yanı sıra Doğu Almanya Başbakanı Walter Ulbricht ve onun halefi Erich Honecker’in eserlerini satın almaktı. Satın aldığım kitaplardan biri, öğrencileri politik iktisat konusunda eğitmek için kullandıkları bir metindi ve bu kitapta sosyalizmin tüm başlıca düşmanları listelenmişti. Örneğin, bu listede daha önce tanıdığım Eugen von Böhm-Bawerk’ten bahsediliyordu, ama aynı zamanda en kötüsü olarak Ludwig von Mises de yer alıyordu. O zamanlar Ludwig von Mises’i hemen okumaya başlamadım, ama bir noktada onu daha yakından incelememin faydalı olacağını fark ettim. Aynı zamanda, Batı Almanya’daki iktisat ders kitaplarında Hayek veya Mises’in isimleri hiç geçmiyordu. Politik felsefeye gelince, elbette Mises’te Hayek veya Friedman’a kıyasla çok az da olsa bazı tutarsızlıklar olduğunu keşfettim. Mises’i okuyarak, onun baş öğrencisi Murray Rothbard’ın ABD’de yaşadığını ve Mises’teki tutarsızlıkları ortadan kaldırdığını öğrendim ve böylece bir Rothbardyen oldum.


7.3. Bilime katkım

Benim bilime temel katkım, öncelikle Rothbard’ın sunduğundan daha iyi olan bir doğal hukuk gerekçelendirmesidir. Rothbard, Mises’in eylem aksiyomunun gerekli bir başlangıç noktası olduğunu düşünürken, ben ise eylem aksiyomundan bahsederken en öncelikli olarak argümanda bulunmamız gerektiği anlamında daha temel bir başlangıç noktası olduğunu belirttim. Böylece, eylem aksiyomunun bir alt kategorisi, yani argümantasyonun apriori’si ortaya çıktı. Kendinizle çelişmeden argümantasyon yürüttüğünüzü inkâr edemezsiniz, bu yüzden burada, tüm tartışmaların dayandığı bir şey söz konusu oluyor: Etik var mı, yok mu? İnsanlar eylemde bulunuyor mu, bulunmuyor mu? Tabii ki tüm bunlar, argümantasyon yürütebilmemizi gerektiriyor. Felsefe öğretmenlerim Jürgen Habermas ve Karl-Otto Apel, iletişimin apriori’sinden bahsettiler, ancak onların görmedikleri ve fark etmedikleri, ve benim fark ettiğim şey, herhangi bir argümantasyon için bazı nesnel, fiziksel gerekliliklerin olduğu, yani herhangi bir tartışmada belirli kıt kaynaklar (ses telleri, üzerinde bulunduğunuz alan, konuşmayı sürdürmek için gerekli hayati gıda malzemeleri) üzerinde bireysel kontrol sahibi olmanız gerektiğidir. Bundan sonra, herhangi bir şeyin doğrudan sahiplenilmesinin, mantıken herhangi bir şeyin dolaylı sahiplenilmesinden önce geldiğini gösterebilir ve bundan bütün bir etik sistemi türetebilirsiniz. Sanırım bu, yani etiğin temelini yeni bir temele oturtmak, politik felsefeye ve hatta tüm felsefi alana yaptığım en önemli katkıdır. Habermas, 1968’den 1974’e kadar Frankfurt am Main’daki Goethe Üniversitesi’nde okuduğum dönemde en önemli felsefe öğretmenim ve doktora danışmanımdı. Onun seminerleri sayesinde İngiliz ve Amerikan analitik felsefesiyle tanıştım. Bunun hâlâ oldukça iyi bir entelektüel eğitim olduğunu düşünüyorum.


8. Kitap Önerileri

Önerilen okumalardan önce bilmeniz gerekenler:

Acımasızca Doğrudan

Hoppe’nın örnek aldığı ve rol modeli olan öncüler Ludwig von Mises ve Murray Rothbard, “Avusturya Okulu” olarak bilinen gelenekte devlete eleştirel yaklaşan iktisatçılardı. Onlar, Hoppe’ya da itibarı ve kariyeri için doğabilecek sonuçları gözetmeksizin [wertfreiheit] her zaman kendi görüş ve düşüncelerini açıkça ifade etme konusunda ilham olmuşlardır.


2000 yılına kadar: Teorik dönem

Hoppe’nın 21. yüzyılın başındaki çalışmaları, iktisat, etik ve politika sistemlerinde mevcut dogmaları sorgulamıştı. Ancak aynı zamanda özel hukuka dayalı alternatif bir toplum modeli ve özgürlük için yeni bir temellendirme ve gerekçe de önermişti. Son derece net ve nadiren polemik içeren yazıları, meraklı ve disiplinli zihinlere sahip okuyucuları memnun etmektedir.


O zamandan beri: Giderek daha fazla politik olarak “yanlış” ve patavatsız

1990’lardan bu yana Hoppe, tarihsel ve kültürel temaları giderek daha fazla araştırmaya başladı. Bu, tam da politik hassasiyetlerin arttığı bir dönemde gerçekleşti: Kültürel farklılıklar, alternatif tarih teorileri, erkekler ve kadınlar arasındaki farklar hakkında konuşmak hâlâ kabul görebilir bir şey mi?


Sonuç

Politik açıdan daha duyarlı olanlar için, 21. yüzyılın başındaki Hoppe kitapları ve diğer yazarların eserleri aracılığıyla liberteryen düşünceye giriş yapmalarını öneririz. Örneğin, aşağıdaki önerilerimizi inceleyebilirsiniz. Cesur zihinler, Democracy adlı eseri okuyarak başlayabilir ve ardından mükemmel bir (İngilizce) antoloji olan The Great Fiction adlı eserden büyük keyif alabilirler.


Hoppe’nın düşüncelerini tanıtan iki konferans konuşması:

Hoppe, “The Errors of Classical Liberalism [Klasik Liberalizmin Hataları]” başlıklı konuşmasında, toplumsal düzen sorununu ve devletin doğasını anlatıyor. Neden bu noktaya geldik? Bu, iki konferansın “eleştirel” olan ilk kısmıdır. İkinci “yapıcı” kısımda ise Hoppe, “Society Without State: Private Law Society [Devletsiz Toplum: Özel Hukuk Toplumu]” başlığı altında günümüzün müesses nizamına ve devletlerine alternatif bir model çizmektedir. Her iki konuşma da 2011 yılında Sidney’deki Mises Enstitüsü Avustralya bünyesinde gerçekleştirilmiştir.


Hoppe’nın Başlıca Eserleri

A Theory of Socialism and Capitalism [Sosyalizm ve Kapitalizm: Bir Teori], 1989, 264 sayfa. Hoppe’nın bilim çevrelerinde büyük bir başarı elde ettiği kitap budur. Kapsamlı, zorlu ve ödüllendirici olan bu kitap, ideal bir giriş niteliğindedir.


The Economics and Ethics of Private Property [Özel Mülkiyetin İktisadı ve Etiği], 1993, 431 sayfa. İktisat ve felsefede bir güç gösterisi. Hoppe, günümüz sosyal bilimlerinde yer alan sayısız miti yıkıyor ve bu nedenle iktisatçılar, felsefeciler ve politik bilimciler için mutlaka okunması gereken bir kitap.


Democracy: The God That Failed [Demokrasi: Başarısız Olan Tanrı]. 2001, 304 sayfa. Hoppe’nın en çok satan kitabı. Amazon.com’a göre, “çılgınca alkışlanan ve gümbür gümbür lanetlenen” bir kitap. Hoppe, iktisadi ve politik görüşlerini tarihsel ve kültürel temalarla, yenilikçi bir yaklaşımla ve politik doğruculuk kaygısı gütmeden tamamlıyor.


The Great Fiction: Property, Economy, Society, and the Politics of Decline [Büyük Kurgu: Mülkiyet, Ekonomi, Toplum ve Gerilemenin Politikası]. 2012, 456 sayfa. Kitabın başlığında yer alan konularla ilgili en kapsamlı makale koleksiyonu.


A Short History Of Man: Progress and Decline [İnsanlığın Kısa Tarihi: İlerleme ve Gerileme]. 2017, 144 sayfa. Çoğu okuyucu için bu kitapçık, insanlık tarihine dair meydan okuyucu ve heyecan verici yeni bir bakış açısı sunacaktır. Son bölümü ise, muhtemelen en çok tartışmaya yol açabilecek bölüm olacaktır.



Hans-Hermann Hoppe 2 Eylül 1949’da Batı Almanya’nın Peine kentinde doğmuş, Saarbrücken’deki Saarlandes Üniversitesi’nde, Frankfurt am Main’daki Goethe Üniversitesi’nde ve Ann Arbor’daki Michigan Üniversitesi’nde Felsefe, Sosyoloji, Tarih ve Ekonomi alanlarında eğitim görmüştür. 1974’te Felsefe alanında doktorasını ve 1981’de Sosyoloji ve Ekonomi alanlarında Habilitasyon’unu Frankfurt am Main’daki Goethe Üniversitesi’nden almıştır. Çeşitli Alman üniversitelerinin yanı sıra Bologna, İtalya’daki Johns Hopkins Üniversitesi Bologna İleri Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nde ders vermiştir. 1986 yılında Murray Rothbard’ın yanında çalışmak üzere Almanya’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne göç edip Rothbard’ın Ocak 1995’teki vefatına kadar yakın çalışma arkadaşı olarak kalmıştır. Avusturya Okulu’na mensup bir ekonomist ve liberteryen/anarko-kapitalist bir filozof olan Profesör Hans-Hermann Hoppe, Las Vegas Nevada Üniversitesi’nde (UNLV) Emeritus Ekonomi Profesörlüğü’nün ardından Alabama’nın Auburn kentinde bulunan Mises Enstitüsü’nde Seçkin Kıdemli Öğretim Üyeliği, Property and Freedom Society’nin (Mülkiyet ve Özgürlük Cemiyeti) kuruculuğu ve başkanlığı, 2005 ve 2009 yılları arasında The Journal of Libertarian Studies’in (Liberteryen Çalışmalar Dergisi) baş editörlüğü ve Royal Horticultural Society’nin (Kraliyet Hortikültür Cemiyeti) ömür boyu üyeliği gibi onur ve unvanlara sahiptir. Profesör Hoppe, ekonomist Dr. A. Gülçin İmre Hoppe ile evlidir ve eşiyle birlikte İstanbul’da ikamet etmektedir. Felsefe, ekonomi, tarih, politika ve sosyal bilimler üzerine hem Alman hem de İngiliz dillerinde sayısız makale ve kitabın yazarı olan Profesör Hoppe ile irtibata geçmek için HansHoppe.com’u ziyaret edebilir veya direkt e-posta adresine yazabilirsiniz.

Çevirmen: Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı, Thomas Jacob’ın editörlüğüyle ve diğer tüm kişisel çabalarıyla hazırlanan Hoppe Unplugged kitapçığının tercümesidir.

Yorumlar


Yazı: Blog2 Post
bottom of page