Gerçek Kazanan: Sosyalizm
- Cavit Herç
- 31 Tem 2021
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 7 Eyl

Kapitalizm en temel anlamıyla üretim araçlarının özel mülkiyet yoluyla bireylerin elinde olduğu, fiyatların da piyasa tarafından arz-talep vasıtasıyla belirlendiği ekonomik sistem olarak adlandırılabilir.
Kapitalizm ve sosyalizm ayrımı üzerine yapılan tartışmalar genellikle planlamacı iktisat ile planlamanın piyasaya bırakılması alternatifleri arasında sürmüştür. Yaşanan planlamacı ekonomi deneyimlerinin başarısızlığının ardından yıkılan ve hâlâ sürünen pek çok sosyalist devlet, piyasanın üstünlüğünü defalarca kanıtlamıştır. Kendilerini planlamacı ekonomi ile savaşa adamış klasik liberal ve liberteryen isimler kendilerini sosyalizme ve komünist düzene karşı açık bir zafer kazanmış olarak görmektedirler. Onlara göre sosyalizm hoş ve romantik bir hayal olarak tarihin kanlı sayfalarında yer almış durumdadır.
Yaşanan bu deneyimlerin ardından devlet planlama rolünden çekilse de kontrol ve regülasyon konularında kendisini güçlendirici adımlar atmıştır. Devletin artık üretim yapmasının ve bunu dağıtmasının saçmalığını zaten devletler de görmüş ve bundan vazgeçmişlerdir. Bu tip “ayak işlerini” özel sektöre bırakan devletler, çıkan verimli sonuçlardan vergisini alarak gücünü zamanla artırmıştır. Devletin üretim yapma ameleliğinden çekilmesinin ardından toplanan bu vergilerin ne yapılacağı konusu günümüzün belki de en büyük ahlâki problemidir.
Zamanla devletlerin bu tip işlerden çekilmesi sonucu küçüleceğinin hayalini kuran liberallerin yanı sıra, bu artan refahın sonucunda kurulan refah devletleri de tartışmanın iki tarafıdır. Sosyalizm artık kabuk değiştirmiş ve devletin planlama-üretim yapmadığı, ancak yaratılan refahı vergiler yoluyla güçsüzlere dağıttığı bir düzene geçilmesini destekleyen bir yapıya bürünmüştür. Günümüz sosyal demokrasisi kapitalizmin bu getirilerini yadsımayan, ancak gelir adaletsizliklerini önlemeye çalışan bir düzendir.
80’lerde gelen özelleştirme dalgaları sonucu devletin üretim kaynaklarından el çekmesi liberaller açısından sosyalizme karşı kazanılmış açık bir zafer olarak görülmüştür. Bu dönemden sonra artık dünyada “vahşi kapitalizmin” hüküm sürdüğü gibi bir algı oluşmuştur.
Oysa yaşanılan sürecin sonunda devletler aslında planlama ve üretim gibi sorumluluklardan kurtulduğu hâlde elindeki gücünden taviz vermemiş ve piyasanın kontrolünü tam olarak elinde tutmayı sürdürmüştür. Devlet, piyasadan çekilmiş gibi görünse de büyük gelir getirecek konularda tekellerini sürdürmüş ve çeşitli lisanslar ve ruhsatlar aracılığıyla kendi özel sektörünü oluşturup yaşatmıştır. Sırtını devlete dayamış bu özel sektör firmalarına ve bu firmalar aracılığıyla süren ekonomik düzene kapitalist demek, en hafif tabirle saflık olacaktır. (Kapitalizm sandıkları sistem aslında kronizm ve plütokrasidir.)
Devletlerin zaman içinde artan kontrol fonksiyonlarının yanı sıra bu tip iktidarlara yakın firmalar aracılığıyla süren ekonomik faaliyetler sonucunda piyasa özgürleşmemiştir. Aksine, kendine yakın güç odakları aracılığıyla devletler bireyler ve piyasa aktörleri üzerindeki hükümranlığını artırmıştır.
Devletlerin piyasayı kontrol altına almasına yardımcı olan bir diğer süreç de Bretton Woods Sistemi’nin sona ermesinin ardından devletlerin bütün parasal kontrolü ele geçirmesidir. 1 ons altın fiyatını 35 dolar olarak belirleyen Bretton Woods Anlaşması devletlerin karşılığı olmayan para basmasını engelliyor ve devletin yapacağı harcamalar için kısmi bir kontrol sağlıyordu. 1971’deki Nixon Şoku’nun ardından 1974’e gelindiğinde altın standardının son kalıntısının da ortadan kaldırılarak tamamen terkedilmesiyle devletlerin kontrolsüzce para basmasının önü açılmıştır. Günümüzde 1 ons altının fiyatının 1700 dolar seviyelerinde oluşu basılan dolar miktarı hakkında bir fikir verecektir. Devletler şu anda bastıkları paraların karşılığı olarak yine kendi itibarlarını teminat olarak göstermekte ve piyasanın kırılgan bir hâl almasını sağlamaktadır.
Yine benzer bir şekilde, para basılmasını tekellerine aldıkları için uyguladıkları para politikalarıyla kendinden yana olan piyasa aktörlerinin çıkarları doğrultusunda hareket etmektedirler. Bu basılan paralarla kamu harcamalarını fonladıklarından devletin güçlü konumunu sürdürmeye devam etmişlerdir. Bu süreç yine maalesef kapitalizm adı altında, ancak ve ancak devletlerin sürekli güçlendiği bir dünya düzenine dönüşmüştür.
Forbes’un yayınladığı dünyanın en güçlü insanları listesinde ilk 10’da sadece 1 adet iş adamının olması yaşanılan düzenin kapitalizm olmadığının açık bir göstergesidir. Bu ilk 10 kişiden 6’sı devlet başkanı iken listede ayrıca 1 din adamı ve 2 de merkez bankası başkanının olması dünyanın ve tabii piyasaların ne kadar özgür olduğunu göstermektedir.
Günümüz dünyasında artık hiç kimse devletin otomobil üretip satmasını savunmamaktadır – tabii bazı ülkelerde sürmekte olan yerli otomobil tartışmaları tatlı bir nostalji olarak devam etse bile. Ancak piyasa üstündeki kontrol ve regülasyonlar gün geçtikçe artmaktadır. Benzer bir şekilde kamu harcamaları ve paralelinde kamu borçları artmaktadır. Devletler fütursuzca para basıp hem kamu harcamalarını fonlamakta hem de normal piyasa koşullarında batması gereken zombi firmaları kurtararak piyasanın dengesini bozmaktadırlar. Piyasa aktörleri ve üreten kesim bu düzenin içinde yine ezilen tarafta yer almaktadırlar.
Sonuç olarak gelinen noktada asıl zafer kazananlar, serbest piyasa savunucuları değil, bizatihi sosyalizmdir.
Olur mu devlet başkanlarınin bu kadar güçlü olması da kapitalizmin suçudur(!)