top of page

Liberalizmin Geleceği

Yeni Bir Radikalizm İçin Çağrı


10/09/1997 - Hans-Hermann Hoppe

Klasik liberalizm bir asırdan uzun süredir gerilemektedir. 19. yüzyılın ikinci yarısından bu yana sosyalist fikirler, yani komünizm, faşizm, nasyonal sosyalizm ve özellikle de sosyal demokrasi (Amerikan liberalizmi ve neo-muhafazakârlık) kamu işlerini giderek daha fazla şekillendirmektedir.


Gerçekten de sosyalistlerin zaferi öylesine mutlak olmuştur ki bugün bazı neo-muhafazakârlar "Tarihin Sonu"ndan ve "Son İnsan"ın, yani küresel, ABD denetimli sosyal demokrasinin son bin yılının gelişinden söz etmektedirler.


Bu durumda liberaller iki şekilde tepki verebilirler. Liberalizmin sağlam bir öğreti olduğunu ve halkın bu öğretiyi doğruluğuna rağmen reddettiğini savunabilirler. Yahut benim de yapacağım gibi, bu reddi kendi öğretilerindeki bir hatanın göstergesi olarak kabul edebilirler.


Liberalizmin temel hatası devlet teorisinde yatmaktadır.


Liberalizm -John Locke tarafından karakterize edildiği ve Thomas Jefferson'ın Bağımsızlık Bildirgesi'nde gözler önüne serildiği üzere- öz sahiplik, doğanın verdiği kaynakların ilk sahiplenimi, mülkiyet ve sözleşme kavramlarını evrensel insan hakları olarak merkeze almıştır. Prensler ve krallar karşısında, hakların evrenselliğine yapılan bu vurgu liberalleri her yerleşik hükümete karşı radikal bir muhalefete yerleştirmiştir. Bir liberal için, ister kral ister köylü olsun, her insan aynı evrensel adalet ilkelerine tâbiydi ve bir devlet meşruiyetini ya özel mülk sahipleri arasındaki bir sözleşmeden alabilirdi ya da hiçbir şekilde meşru olamazdı. Ama olabilir miydi?


Liberal cevap, katillerin, soyguncuların, hırsızların, haydutların, dolandırıcıların vs. her zaman var olacağı ve fiziksel ceza ile tehdit edilmedikleri takdirde toplumda yaşamın imkânsız olacağı doğru önermesiyle ortaya çıktı. Liberal bir düzenin sürdürülebilmesi için, başkalarının canına ve malına saygı göstermeyen herkesin şiddet tehdidi veya cebir kullanılarak baskı altına alınması gerekir. Bu önermeden hareketle liberaller, kanun ve düzenin korunması görevinin devletin yegâne işlevi olduğu sonucuna varmışlardır.

Bu sonucun doğru olup olmadığı ise devletin tanımına bağlıdır. Eğer devlet sadece gönüllü olarak ödeme yapan bir müşteri kitlesine koruma hizmeti sağlayan herhangi bir birey ya da firma anlamına geliyorsa doğrudur. Ancak liberaller tarafından benimsenen tanım bu değildir. Bir liberal için devlet özel olarak kurulmuş ve uzmanlaşmış bir firma değildir. İki benzersiz özelliği vardır. Zorunlu bölgesel yargı tekeline (nihai karar alma) ve vergilendirme hakkına sahiptir. Ancak devletin bu şekilde tanımlandığı varsayılırsa, liberallerin vardığı sonuç açıkça yanlıştır.


Aslına bakılırsa, özel mülk sahiplerinin, diğer bir aracıya belirli bir bölge içindeki herkesi koruma ve adlî karar alma için sadece kendisine başvurmaya zorlama hakkı veren bir sözleşmeye nasıl girebilecekleri düşünülemez. Böyle bir tekel sözleşmesi, her özel mülk sahibinin kendi şahsı ve mülkü ile ilgili nihai karar verme hakkını bir başkasına teslim ettiği anlamına gelir. Bu da esasında kişinin kendisini köle olarak teslim etmesi anlamına gelir. Ancak hiç kimse haklı olarak, şahsını ve mülkünü bir başkasının eylemlerine karşı kalıcı olarak savunmasız bırakmayı kabul edemez ve muhtemelen de etmeyecektir. Benzer şekilde, hiç kimsenin tekelci koruyucusuna vergi verme hakkını bahşetmesi de düşünülemez. Hiç kimse, korunan kişinin rızası olmaksızın, koruyucusunun tek taraflı olarak, korunan kişinin koruma için ödemesi gereken meblağı belirlemesine izin veren bir sözleşme yapamaz ya da yapmayacaktır.


Liberaller bu iç çelişkiyi "zımni" ya da "kavramsal" anlaşmalar, sözleşmeler ya da anayasalar yoluyla çözmeye çalışmışlardır. Ancak tüm bu girişimler aynı kaçınılmaz sonuca varmaktan başka bir işe yaramamıştır: Açık sözleşmelerden devlet için bir gerekçe türetmek mümkün değildir.


Liberalizmin, devleti öz sahiplik, özel mülkiyet ve sözleşme ilkeleriyle uyumlu olarak kabul etme hatası, kendi yıkımına yol açmıştır.


İlk olarak, başlangıçtaki hatadan güvenlik sorununa ilişkin anayasal olarak sınırlı bir devlet şeklindeki liberal çözümün çelişkili bir fikir olduğu sonucu çıkmaktadır.


Devlet ilkesi bir kez kabul edildikten sonra, devlet gücünün sınırlandırılması fikri artık yanılsamaya yol açar. Liberallerin önerdiği gibi, bir devlet faaliyetlerini mevcut özel mülkiyet haklarının korunmasıyla sınırlasa bile, ne kadar güvenlik üretileceği sorusu ortaya çıkacaktır. Vergilendirme yetkisine sahip olmakla birlikte, kişisel çıkar ve emeğin faydasızlığı tarafından motive edilen bir devlet temsilcisinin cevabı her zaman aynı olacaktır: Harcamaları maksimize etmek ve üretimi minimize etmek. Kişi ne kadar çok para harcayabilir ve ne kadar az çalışmak zorunda kalırsa, o kadar iyi durumda olacaktır.


Dahası, bir yargı tekeli korumanın kalitesini düşürecektir. Hiç kimse devlet dışında adlî hizmet kurumu arayamazsa, anayasalar ne olursa olsun adalet devlet lehine saptırılacaktır. Anayasalar devlet anayasalarıdır ve yüksek mahkemeler de devlet kurumlarıdır, ve içerebilecekleri ya da saptayabilecekleri her türlü sınırlama, söz konusu kurumun temsilcileri tarafından kararlaştırılır. Tahmin edilebileceği üzere, mülkiyet ve korumanın tanımı değiştirilecek ve yetki alanı devletin lehine olacak şekilde genişletilecektir.


İkinci olarak, devletin ahlâkî statüsüne ilişkin hatadan, yerel yani adem-i merkeziyetçi ve küçük devletlere yönelik eski liberal tercihin tutarsız olduğu sonucu çıkmaktadır.


A ve B bireyleri arasında barışçıl işbirliğini sağlamak için X adında bir adlî tekelcinin varlığının haklı olduğu bir kez kabul edildiğinde, iki yönlü bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Eğer X, Y ve Z gibi birden fazla tekelci varsa, o zaman X olmadan A ve B arasında barış olamayacağı gibi, X, Y ve Z tekelcileri arasında da "anarşi durumu" içinde kaldıkları sürece barış olamaz. Dolayısıyla, liberallerin evrensel barış arzusunu yerine getirmek için, tamamen siyasî merkezîleşme ve nihayetinde tek bir dünya devleti zorunlu hâle gelmektedir.


Son olarak, devleti kabul etme hatasından, insan haklarının evrenselliğine dair kadim fikrin yanlış anlaşıldığı ve "kanun önünde eşitlik" başlığı altında eşitlikçiliğin bir aracına dönüştürüldüğü sonucu çıkmaktadır.


Bir devletin âdil olduğu varsayıldıktan ve soydan türeyen prensliklerin evrensel insan hakları fikriyle bağdaşmadığı kabul edildikten sonra, devletin insan haklarının evrenselliği fikriyle nasıl bağdaştırılacağı sorusu ortaya çıkar. Liberal cevap ise demokrasi yoluyla herkese eşit şartlarda yönetime katılma yolunu açmaktır. Sadece kalıtsal soylular sınıfına değil, herkese devletin her işlevini yerine getirme izni verilir. Ancak bu demokratik eşitlik, herkese, her yerde ve her zaman eşit şekilde uygulanabilen tek bir evrensel yasa fikrinden çok farklıdır. Aslında, kralların üst hukuku ile sıradan tebaanın alt hukuku arasındaki eski sakıncalı bölünme, demokrasi altında kamu hukuku ile özel hukukun ayrılması ve birincisinin ikincisine üstünlüğü şeklinde korunur. Demokraside kişisel ayrıcalıklar ya da imtiyazlı kişiler yoktur. Ancak işlevsel ayrıcalıklar ve ayrıcalıklı işlevler mevcuttur. Resmî sıfatla hareket ettikleri sürece, kamu görevlileri kamu hukuku tarafından yönetilir ve korunurlar ve bu nedenle salt özel hukuk yetkisi altında hareket eden kişilere karşı ayrıcalıklı bir konuma sahiptirler. Ayrıcalıklar ve yasal ayrımcılık ortadan kalkmayacaktır. Hatta bunun tam tersi söz konusudur. Prensler ve soylularla sınırlı kalmak yerine, ayrıcalıklar, korumacılık ve yasal ayrımcılık herkes için geçerli olacaktır.


Tahmin edilebileceği gibi, demokratik koşullar altında her tekelin fiyatları arttırma ve kaliteyi düşürme gibi eğilimleri daha da belirgin hâle gelecektir. Ülkeyi kendi özel mülkü olarak gören bir prens yerine, ülkenin başına geçici bir bekçi getirilmiştir. Ülkenin sahibi değildir, ancak görevde olduğu sürece ülkeyi kendisinin ve yandaşlarının çıkarları doğrultusunda kullanmasına izin verilmiştir. Ülkenin mevcut kullanımına yani intifa hakkına sahiptir ama sermaye stokuna sahip değildir. Bu durum sömürüyü ortadan kaldırmayacaktır. Aksine, sömürüyü daha az hesaplı yapacak ve sermaye stokunu çok az dikkate alarak ya da hiç dikkate almadan, yani dar görüşlü olarak gerçekleştirecektir. Dahası, adaletin saptırılması artık daha da hızlı ilerleyecektir. Demokratik devlet, önceden var olan özel mülkiyet haklarını korumak yerine, hayalî "sosyal güvenlik" adına mevcut mülkiyet haklarının yeniden dağıtımına yarayan bir makine hâline gelecektir.


Bunun ışığında, liberalizmin geleceği sorusuna bir yanıt aranabilir.


Liberalizm, devletin ahlâkî statüsüne ilişkin hatası nedeniyle, aslında korumak ve muhafaza etmek için yola çıktığı her şeyin, yani özgürlük ve mülkiyetin yok olmasına katkıda bulunmuştur. Dolayısıyla liberalizmin bugünkü hâliyle bir geleceği yoktur. Daha doğrusu, geleceği sosyal demokrasidir.


Eğer liberalizmin bir geleceği olacaksa, hatasını düzeltmelidir. Liberaller, hiçbir devletin sözleşmeye dayalı olarak meşrulaştırılamayacağını ve her devletin korumak istedikleri şeylere karşı yıkıcı olduğunu kabul etmelidir. Yani liberalizm, yaklaşık 150 yıl önce Gustave de Molinari tarafından ana hatları çizilen ve günümüzde Murray Rothbard tarafından detaylandırılan özel mülkiyet anarşizmine (ya da özel hukuk toplumuna) dönüştürülmelidir.


Bunun iki yönlü bir etkisi olacaktır. Öncelikle, liberal hareketin arınmasına yol açacaktır. Liberal kılığındaki sosyal demokratlar ve birçok devlet yetkilisi kendilerini bu yeni hareketten ayıracaktır. Öte yandan, dönüşüm bu hareketin radikalleşmesine yol açacaktır. Hâlâ klasik evrensel insan hakları kavramına bağlı olan ve öz sahipliği ve özel mülkiyeti devletten üstün gören eski liberaller için bu geçiş sadece küçük bir adımdır. Özel mülkiyet anarşizmi basitçe tutarlı bir liberalizmdir; ya da liberalizmin aslına döndürülmüş hâlidir. Yine de bu küçük adımın çok önemli sonuçları olacaktır.


Liberaller bu adımı atarak demokratik devleti gayrimeşru ilân edecek ve öz savunma haklarını geri alacaklardır. Siyaseten, devrimci bir inanç olarak liberalizmin başlangıcına geri döneceklerdir. Kalıtsal ayrıcalıkların geçerliliğini reddeden klasik liberaller, tüm yerleşik hükümetlere karşı temel bir muhalefet oluşturdular. Liberalizmin en büyük zaferi olan Amerikan Devrimi, ayrılıkçı bir savaşın sonucuydu. Jefferson, Bağımsızlık Bildirgesi'nde "herhangi bir yönetim biçimi yaşamı, özgürlüğü ve mutluluk arayışına karşı yıkıcı hâle geldiğinde, onu değiştirmenin ya da ortadan kaldırmanın halkın hakkı olduğunu" teyit etmişti. Özel mülkiyet anarşistleri sadece klasik liberal hak olan "bu tür bir devleti ortadan kaldırma ve gelecekteki güvenlikleri için yeni muhafızlar oluşturma" hakkını yeniden teyit edeceklerdir.


Elbette liberal hareketin yenilenen radikalizminin kendi başına pek bir önemi olmayacaktır. Bunun yerine, sosyal demokrat makineyi kıracak olan şey, bu yeni radikalizmden doğan mevcut düzene alternatif bir vizyonun ilham verici olmasıdır. Uluslar üstü siyasî bütünleşme, dünya devleti, anayasalar, mahkemeler, bankalar ve para sistemi vaatlerinin karşısında anarşist-liberaller ulus devletlerin parçalanmasını önermektedirler. Klasik öncüleri gibi yeni liberaller de devleti ele geçirmeye çalışmazlar. Devleti görmezden geliyor ve onun tarafından yalnız bırakılmak istiyorlar ve kendi korumalarını örgütlemek için onun yetki alanından ayrılıyorlar. Sadece daha büyük bir devleti daha küçük bir devletle değiştirmeye çalışan seleflerinin aksine, yeni liberaller ayrılma (secession) mantığını sonuna kadar sürdürüyorlar. Sınırsız ayrılmayı, yani devletin yetki alanı nihayet yok olana kadar bağımsız özgür bölgelerin sınırsız çoğalmasını, bu amaçla, devletçi "Avrupa Entegrasyonu" ve "Yeni Dünya Düzeni" projelerinin tam aksine on binlerce özgür ülke, bölge ve kantondan, Monako, Andorra, San Marino, Lihtenştayn, Hong Kong ve Singapur gibi yüz binlerce özgür şehirden ve daha da fazla özgür bölge ve mahalleden oluşmayı, serbest ticaret yoluyla ekonomik olarak birbirine eklemlenmeyi (bölge ne kadar küçükse, serbest ticareti seçmenin ekonomik baskısı o kadar büyük olur!) ve uluslararası bir altın-emtia para standardını öneriyorlar.


Bu vizyon kamuoyunda önem kazanırsa ve kazandığında, sosyal demokrat "Tarihin Sonu"nun sonu gelmiş ve liberal bir rönesans başlamış olacaktır.


 

Hans-Hermann Hoppe, Avusturya İktisat Ekolü’nden ekonomist, liberteryen/anarko-kapitalist filozof, UNLV’de fahri ekonomi profesörü, Mises Enstitüsü’nün seçkin kıdemli üyesi, Mülkiyet ve Özgürlük Cemiyeti (PFS) kurucu başkanı, The Journal of Libertarian Studies’in eski editörü ve Kraliyet Hortikültür Derneği’nin ömür boyu üyesidir. Ekonomist Dr. A. Gülçin İmre Hoppe ile evlidir ve eşiyle birlikte İstanbul’da ikamet etmektedir. İrtibat kurmak isterseniz e-posta adresine yazabilirsiniz.

Çevirmen: Zorbey Uyanık

Editör: Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı ilk olarak 1997'de Barselona'da gerçekleşmiş Mont Pelerin Society buluşmasında sunulan ve genişletilmiş bir versiyonu Polis dergisinin, 1998 tarihli 3. sayısında yayınlanan "The Future of Liberalism - A Plea For A New Radicalism" adlı makalenin çevirisidir.
503 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
Yazı: Blog2 Post
bottom of page