top of page

Nasıl Kendimizin Sahibi Olabiliyoruz?

Stephan Kinsella - 07.09.2006

Kinsella & Öz-sahiplik

Çağımızın başlıca sosyal fenalığı ve musibeti, mülkiyet haklarına saygının olmamasıdır. Hem bireysel suçların hem de devlet tarafından işlenen kurumsallaşmış suçların altında yatan şey budur. Devlet yasaları, regülasyonları ve eylemleri, sırf devlet bir kişinin bedeninin nasıl kullanılacağını kontrol etme hakkına sahip olduğunu iddia ettiği için sakıncalıdır.


Örneğin, devlet bir kişiyi askere aldığında ya da uyuşturucu yasalarını ihlal etmesi üzerine onu hapis cezasıyla tehdit ettiğinde, kişinin öz sahiplik haklarına aykırı olarak bedeninin kontrolü üzerinde kısmen hak iddia etmiş olur.


Dahası, vergi kanunları ya da keyfî devlet kararnamelerine (örneğin ekonomik regülasyonlar, ayrımcılık karşıtı kurallar) uyulmaması hâlinde verilen para cezaları gibi kanunlar da bireylerin sahip olduğu mülklerin sahipliğini kendi üzerlerine alarak öz sahiplik haklarını ihlal etmektedir.


Sonuçta, öz sahiplik harici mal ve kaynaklar üzerindeki haklardan daha temel olsa da -başka şeylere sahip olmak için kişinin öncelikle kendisine sahip olması gerekir- özel mülkiyete sahip olma hakkına da saygı gösterilmediği takdirde öz sahiplik anlamsız hâle gelir. Bu nedenle The Ethics of Liberty’nin 15. bölümünde Murray Rothbard ister kişinin kendi bedeni üzerindeki mülkiyet hakları isterse de kendi dışında kalan nesneler üzerindeki mülkiyet hakları olsun, tüm “insan haklarının” mülkiyet hakları -kıt kaynaklar üzerindeki mülkiyet hakları- olduğunda ısrar etmiştir.


Yukarıdaki örneğin de gösterdiği gibi, tüm siyasî teoriler, çeşitli kaynak türlerinin belirli sahiplerini tanımladıkları için bir tür mülkiyet hakkını savunurlar. Bireyleri çeşitli düzenlemelere uymadıkları için vergilendiren, askere alan veya hapseden ya da para cezasına çarptıran devlet politikaları, aslında bireylerin bedenleri veya mülkleri üzerindeki mülkiyet hakkının bir kısmını devlete devreder. Devlet bu kaynaklar üzerinde kısmî bir mülkiyet hakkı iddia eder.


Tüm siyasî sistemler bazı atama kurallarına göre kaynaklara sahip belirler. Liberteryenizmi diğerlerinden ayıran şey, kendi bedenlerini ve mülklerini devletin değil bireylerin sahiplendiğini belirten kendine özgü mülkiyet atama kuralıdır.


Sahipsiz Kaynakların İlk Kullanımı ve Mülk Edinimi/Homesteading

Bu nedenle liberteryen teorinin mülkiyet hakları ve kendine özgü mülkiyet atama kuralları için sağlam bir temele sahip olması çok önemlidir.


Lockeçu mülk edinim/homesteading -bir bireyin doğa durumundaki sahipsiz bir şeyi sahiplenerek onun mülk sahibi olması- kavramının bir versiyonuna dayanan liberteryenizm, haklı olarak, daha önce sahip olunmamış kıt bir kaynağın mülkiyetini belirlemek için temel kriter olarak bu kaynağın ilk kullanımı kavramına odaklanır.¹


Bu konuda ilk izlenim, ilk kullanımın liberteryen mülkiyet atamasının temel ilkesi olduğu, yani hem insan bedeni hem de harici şeyler olmak üzere tüm kıt kaynakların mülkiyetine ilişkin soruları bu ilkenin belirlediği şeklinde olabilir. Bir arazinin sahibi (ya da onun soyundan gelecek olanlar) o arazinin ilk kullanıcısıdır, tıpkı bir bedenin ilk kullanıcısının onun sahibi olması gibi. Bu, öz sahipliğin ilk kullanım ilkesine dayandığı anlamına gelir.


İlk Sahipler Olarak Ebeveynler

Peki, öz sahipliğin temeli olarak ilk kullanım esasına dayanmanın ne gibi bir kusuru olabilir? Elbette, kişinin bedeni üzerinde hak iddia edenlerin çoğu (örneğin bir hırsız ya da askere almaya çalışan bir devlet) açısından kişi gerçekten de “ilk kullanıcıdır” ve bu nedenle beden üzerinde dışarıdaki kişiden daha geçerli bir hakka sahiptir. Peki ya kişinin ebeveynleri? Kişi gerçekten de bedeninin ilk kullanıcısı mıdır? Kişinin bedeni sahipsiz bir şekilde, doğa durumunda, bir işgalcinin üzerine çullanıp onu sahiplenmesini mi bekliyordu?


Hayır, kesinlikle öyle değildi. Kişinin bedeni ebeveynlerinin himayesindeydi ve onlar tarafından üretilmişti. Dolayısıyla, herhangi bir kaynak için “bu kaynağın sahibi kim?” sorusunun cevabını her zaman “ilk kullanımın” belirlediğini savunursak, o zaman ebeveynlerin gerçekten de çocuklarının sahibi olduğu görülecektir. Anne, zigot, embriyo, fetüs ve daha sonra bebeğe dönüşen fiziksel maddenin, yiyecek ve besin parçalarının sahibidir.


Peki, çocuk ne zaman kendi kendisinin sahibi olur? Ya da kendi kendisinin sahibi olabilir mi? Liberteryen kişi bu konuda bir ikilemle karşı karşıya gibi görünmektedir.


Malum İkilem için Olası Çözümler

Ebeveynlerine bağımlılık koşullarındaki çocukların rahatsız edici görüntüsünden kaçınmak için birkaç olası argüman öne sürülebilir. İlk olarak, toplumdaki ana siyasî meselenin başkalarına hükmetmek ve onları kontrol etmek isteyen üçüncü taraflarla ilgili olduğu belirtilebilir. Bağımlılıklarından ötürü esir gibi bir konumda bulunan çocuklarına ebeveynlerin sahip çıkmaları en acil tehlikeyi oluşturmuyor gibi görünmektedir. Tipik bir anlaşmazlık durumunda, ilk kullanım ilkesi, üçüncü taraf iddia sahibine karşı kişinin kendi bedenine sahip olduğunu kanıtlamak için yeterlidir. Yine de bu, ebeveynlerin çocuklarına sahip olma ihtimalini ucu açık bırakmaktadır.


İkinci olarak, ebeveyn çocuğa sahip olsa bile, çoğu durumda iyi bir ebeveynin çocuğu uygun bir yaşta serbest bırakacağı ileri sürülebilir. Bu muhtemelen doğrudur, ancak acımasız bir ebeveynin oğlunu veya kızını köle gibi kullanma ihtimali yine de tedirgin edicidir. Üçüncüsü, belki de buna dayanarak bir tür “regresyon teoremi” geliştirilebilir... Mesela “Adem’e” kadar geri gidilebilir. Ancak bunun verimli olması pek mümkün görünmemektedir.


Dördüncüsü, çoğu soy ağacının, bir noktada, kilit bir atanın merhametli eylemleriyle kalıcı olarak “özgürleştiği” ya da “kölelikten kurtulduğu” bir senaryo tasavvur etmek zor değildir. Büyük-büyük-büyük-büyük-baba, çocuğunu kendisinden sonraki soyunu özgür kılması koşuluyla serbest bırakır ve bu böyle devam eder. Bu şekilde, nihayetinde tüm ya da çoğu soy ağacı, merhametli bir atanın geçmişteki uzak bir eylemiyle özgürleşir. Ancak yine de bu, bazılarının bunu yapmama ihtimalini devam ettirir; ve her hâlükârda, zamanın bazı noktalarında çocuk ebeveynlerine bağımlılığının veya esaretinin var olduğunu ve buna izin verilebileceğini kabul eder.


Son olarak ve bana göre en belirleyici olanı da şudur ki liberteryen, ebeveynin çocuklarına karşı beslenme, barınma, eğitim vb. gibi çeşitli pozitif yükümlülükleri olduğunu iddia edebilir. Buradaki fikir, liberteryenizmin “pozitif haklara” karşı çıkmadığıdır; sadece bunların gönüllü olarak üstlenilmesinde ısrar eder. Bunu mümkün kılmanın bir yolu sözleşme yapmaktır; ancak diğer bir yolu da birinin mülkiyetini ihlal etmektir. Şimdi, gölde boğulmakta olan bir adamın yanından geçerseniz, onu kurtarmaya çalışmak gibi zorunlu (yasal) bir yükümlülüğünüz yoktur; ancak göle birini iterseniz, onu kurtarmaya çalışmak gibi pozitif bir yükümlülüğünüz vardır. Bunu yapmazsanız cinayetten sorumlu tutulabilirsiniz. Aynı şekilde, gönüllülük esasına dayalı eylemleriniz barınak, yiyecek ve bakım gibi doğal ihtiyaçları olan bir bebeği dünyaya getirirse, bu da birini göle atmakla benzerlik gösterir. Her iki durumda da başka bir insanın yardıma şiddetle ihtiyaç duyduğu ve bu yardım olmaksızın öleceği bir durum yaratmış olursunuz. Bu ihtiyaç durumunu yaratarak, bu ihtiyaçları karşılama yükümlülüğü altına girersiniz. Ve elbette bu pozitif yükümlülükler dizisi, belli bir noktada çocuğu serbest bırakma yükümlülüğünü de kapsayacaktır. Bu son argüman bana göre en cazip olanıdır, ancak aynı zamanda kişinin eylemlerinin sonucu olarak ortaya çıksalar bile genellikle pozitif yükümlülüklere karşı görünen çoğu liberteryen tarafından kabul edilme olasılığı en düşük olanıdır. Örneğin Rothbard, bu tür bir yaklaşıma çeşitli itirazlar getirmektedir.²


Nesnel Bağlantı: Gerçek Mihenk Taşı

Tüm bunlar göz önüne alındığında, bu büyük açıklama çabalarının gereksiz olduğu ortaya çıkmaktadır. İkilem ancak “ilk kullanımın” sadece mülk edinim/homesteading yoluyla sahip olunan kaynaklar için değil, aynı zamanda bedenler için de mülkiyeti belirlediği varsayılırsa ortaya çıkmaktadır.


Bununla birlikte, “ilk kullanım” kuralı yalnızca daha genel bir ilke olan nesnel bağlantı ilkesinin, sahipsiz bir durumdayken mülk edinilebilecek nesnelere uygulanmasının bir sonucudur. Mülkiyet haklarının amacının kıt (çekişme gerektiren) kaynaklar üzerindeki anlaşmazlıkların önlenmesine imkân tanımak olduğunu hatırlayın. Bu amacı yerine getirmek için, belirli kaynaklara ilişkin mülkiyet hakları belirli sahiplere atanır. Ancak bu atama, gerçekten bir mülkiyet normu olacaksa ve muhtemelen çatışmaların önlenmesine yardımcı olacaksa, rastgele, keyfî veya önyargılı olmamalıdır. Bunun anlamı, mülkiyetin “mal sahibi ile talep edilen kaynak” arasında nesnel bağın, yani özneler arası olarak tespit edilebilir bir bağın varlığına dayalı olarak rakip hak sahiplerinden birine verilmesi gerektiğidir.³


Dolayısıyla, mülkiyet sahipliğini belirleyen, hak sahipleri ile talep edilen kaynak arasındaki nesnel bağlantı kavramıdır. İlk kullanım, yalnızca daha önce sahiplenilmemiş kaynaklar söz konusu olduğunda nesnel bağlantıyı oluşturan şeydir. Bu durumda, eşya ile olan tek nesnel bağ, ilk kullanıcı -ilk sahiplenen- ile eşya arasındaki bağdır. Başka herhangi bir sözde bağlantı nesnel değildir ve yalnızca sözlü karara ya da önceki-sonraki ayrımını ihlal eden bir tür formülasyona dayanır. Ancak mülkiyet haklarının gerçekten hak tesis etmesi ve çatışmayı önlenebilir kılması için önce-sonra ayrımı da çok önemlidir. Dahası, mülkiyet iddiaları sadece sözlü karara dayandırılamaz, çünkü bu da çatışmayı azaltmaya yardımcı olmaz, çünkü herhangi bir sayıda insan bir şey üzerinde sahipliklerini kolayca ilân edebilir.


Dolayısıyla, mülk edinimi/homesteading sonucu sahip olunan şeyler -daha önce sahip olunmamış kaynaklar- için nesnel bağlantı ilk kullanımdır. Durumun doğası gereği böyle olmak zorundadır.


Ancak bedenler için durum aynı değildir. Daha önce de belirtildiği üzere, tıpkı daha önce sahiplenilmemiş bir şeyin ilk kullanıcısı olması anlamındaki gibi, kişi kendi bedeninin “ilk kullanıcısı” değildir. Sanki beden vahşi doğada başıboş ve kullanılmamış bir şekilde yatıyor ve bir kişinin onu mülk edinmesini bekliyormuş gibi değildir. Dahası, önceki bölümlerde belirtildiği gibi, başıboş bedeni mülk edinmesi beklenen bu kişi de ebeveynlerine göre bedeninin ilk kullanıcısı değildir.


Buna ek olarak, sahipsiz bir kaynağı mülk edinmek, kişinin dünyada hareket etmek ve sahipsiz şeyleri mülk edinmek için kullandığı bir bedene zaten sahip olduğunu varsayar. Ancak bu durum kişinin bedenini “mülk edindiği/homesteadlediği” anlamına gelmez. Kişi, üzerinde hak kazanmadan önce bir bedene sahip değildir.


Eğer “ilk kullanım” beden mülkiyeti durumunda “nesnel bağlantı” için nihai kriter değilse, nedir? Bir kişi ile “kendi” bedeni arasındaki benzersiz ilişkidir, yani kişinin bedeni üzerindeki doğrudan ve dolaysız kontrolüdür ve en azından bir anlamda bir bedenin belirli bir kişi olduğu ve bunun herkes için geçerli olduğu gerçeğidir. Bu, o kişiye bedeni üzerinde herhangi bir üçüncü taraf hak iddiasında bulunandan, hatta ebeveynlerinden bile daha iyi bir mülkiyet hakkı vermek için yeterli olan nesnel bağı oluşturan şeydir (bunun bir istisnası, beden sahibi tarafından işlenen bir suçun mağduru olabilir, bu nedenle suçlunun bedeni üzerinde “üstün” bir bağ veya hak iddiasında bulunabilir).


Dahası, bir başkasının bedeni üzerinde hak iddia eden herhangi bir dışarıdaki kişi bu nesnel bağı ve onun özel statüsünü inkâr edemez, çünkü dışarıdaki kişi kendi durumunda da bunu zorunlu olarak varsaymaktadır. Bu böyledir çünkü öteki üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışırken ve ötekinin bedeni üzerinde sahiplik iddiasında bulunurken, kendi bedeni üzerinde sahiplik iddiasında bulunması gerekir ki bu da ötekinin kendi bedeniyle olan bağının önemini göz ardı ederken aynı zamanda bu bağa belirli bir önem atfettiğini ortaya koyar. (Bir mağdurun orantılı cezalandırma amacıyla saldırganın bedeni üzerinde hâkimiyet kurmak istemesi durumunda, saldırganın bedeni üzerindeki mülkiyet iddiasının öz-sahiplik iddiasıyla bağdaşmadığına dikkat edin, çünkü durumlar farklıdır. Masum bir kişi ile bedeni arasındaki özel bağın ona bu beden üzerinde mutlak hak iddiasını verdiğini iddia etmek ve aynı zamanda bunun saldırgan için artık geçerli olmadığını çünkü saldırganın saldırganlık yaptığını iddia etmek tutarsız değildir. Bu ayrım ne keyfîdir ne de tikelleştirilebilirdir; eşyanın tabiatına dayanır.)


“Doğrudan” bağlantının “dolaylı” bağlantıya önceliği hakkındaki temel nokta (ceteris paribus hâlinde; suçluların cezalandırılmasıyla ilgili yukarıdaki noktaya bakınız) bana ilk olarak Hoppe tarafından gösterilmişti. Hoppe’nın Argümantasyon Etiği’ne aşina olanlar için açık olabileceği gibi, Hoppean teori kişinin bedeni üzerinde doğrudan kontrolün dolaylı kontrole karşı mantıksal önceliğini ima eder. Aslında, yukarıda yapılan argüman (bir başkasının bedeni üzerinde hak iddia eden herhangi bir dışarıdakinin kişi ve beden arasındaki nesnel bağı inkar edemeyeceği argümanı) Hoppe’un argümantasyon etiği yaklaşımının salt bir uygulamasıdır. Aslında Hoppe, 1985 yılında Almanca bir yayında benzer bir argüman ileri sürmüştür:


“Bedenimi ‘benim’ yapan nedir” sorusunun yanıtı, bunun yalnızca bir iddia olmadığı, herkesin görebileceği gibi gerçekten de böyle olduğu gerçeğinde yatmaktadır. Neden “bu benim bedenim” diyoruz? Bunun için iki yönlü bir gereklilik vardır. Bir yandan, “benim” denilen bedenin gerçekten de (özneler arası olarak tespit edilebilir bir şekilde) benim irademi yansıtması ya da “nesnelleştirmesi/somutlaştırması” gerekir. Bedenim söz konusu olduğunda bunun kanıtını göstermek fazlasıyla kolaydır: Şimdi kolumu kaldıracağımı, başımı çevireceğimi, sandalyemde oturup dinleneceğimi (ya da başka bir şey yapacağımı) beyan ettiğimde ve bu beyanlar daha sonra gerçekleştiğinde (yani hayata geçirilmiş olduklarında), bu durum, bunları yapan bedenin gerçekten de benim iradem tarafından sahiplenildiğini gösterir. Eğer bunun aksine, beyanlarım bedenimin mevcut fiilî davranışıyla sistematik bir ilişki göstermeseydi, o zaman “bu benim bedenimdir” önermesinin nesnel olarak temelsiz, boş bir iddia sayılması gerekirdi; ve aynı şekilde, eğer benim beyanımın ardından benim kolum değil de Müller, Meier ya da Schulze’un kolu kalkıyorsa bu önerme yanlış olarak reddedilirdi (çünkü bu durumda Müller’in, Meier’in ya da Schulze’un bedenini “benim” olarak görme eğilimi daha yüksek olurdu). Öte yandan, irademin “benim” denilen bedende “nesnelleştirildiğini/somutlaştırıldığını” göstermenin yanı sıra, aynı bedenin başka bir kişi tarafından olası sahiplenilmesine kıyasla benim sahiplenmemin önceliğinin sabit olduğunun da gösterilmesi gerekir.Bedenler söz konusu olduğunda, bunu kanıtlamak da kolaydır. Bunu, bedenimin doğrudan benim kontrolüm altında olduğunu, oysa diğer her kişinin kendisini benim bedenimde ancak dolaylı olarak, yani kendi bedenleri aracılığıyla nesnelleştirebileceğini (ifade edebileceğini) ve doğrudan kontrolün herhangi bir dolaylı kontrole kıyasla mantıksal-zamansal önceliğe (üstünlüğe) sahip olması gerektiğini göstererek kanıtlarız. Bu sonuncu durum basitçe, bir malın bir kişi tarafından dolaylı olarak kontrol edilmesinin, bu kişinin kendi bedeni üzerindeki doğrudan kontrolünü gerektirdiği gerçeğinden kaynaklanır; dolayısıyla, kıt bir malın meşru olarak sahiplenilebilmesi için, kişinin doğrudan kontrol ettiği “kendi” bedenini sahiplenmiş olmasının zaten meşru/haklı olarak varsayılmış olması gerekir. Buradan şu sonuç çıkar: Eğer doğrudan kontrol yolu ile gerçekleşen bir sahiplenme eyleminin adaleti/haklılığı, daha ileriye uzanan dolaylı bir sahiplenme eylemi tarafından önceden varsayılmak zorundaysa ve bedenim üzerinde yalnızca benim doğrudan kontrolüm varsa, o zaman benden başka hiç kimse bedenime haklı/meşru olarak sahip olamaz (ya da başka bir deyişle, bedenim üzerindeki mülkiyet başka bir kişiye devredilemez) ve bedenimin başka bir kişi tarafından dolaylı olarak kontrol edilmesine yönelik her girişim, ben bunu açıkça kabul etmediğim sürece, adaletsiz(lik)/haksız(lık) olarak görülmelidir.

Peki, bir çocuğun bedeni kime aittir? Başlangıçta, ebeveynler bir tür geçici emanetçi olarak ona sahiptir. Çocuğun üreticileri olarak ebeveynler, çocuğun bedenine dair dışarıdaki kişilerin her türlü iddiasını boşa çıkaran nesnel bir bağa sahiptir (tabii ebeveynler konumlarını kötüye kullanarak bu bağı koparmadıkları sürece). Yani, ebeveynler çocukla olan doğal bağları nedeniyle çocuk üzerinde dışarıdaki herhangi bir kişiden daha fazla hak iddia edebilirler. Bununla birlikte, çocuk kendi bedenini “mülk edindiğinde” ya da “kendine mal ettiğinde”, öz sahiplik kurmak için yeterli olan gerekli nesnel bağı kurmasıyla, çocuk tabiri caizse bir yetişkin statüsüne geçer ve artık bedeni üzerinde ebeveynlerinden daha fazla hak iddia eder.


Hoppe bu temel sonucu 1989 yılında yazdığı tezinde vurgulamıştır:


Üretimden kaynaklanan mülkiyet hakkının, tam da çocuk örneğinde olduğu gibi, üretilen şeyin kendisi başka bir eylemci-üretici olduğunda doğal sınırına ulaştığını belirtmek gerekir. Doğal mülkiyet teorisine göre, bir çocuk doğduktan sonra, herhangi biri kadar kendi bedeninin sahibidir. Dolayısıyla, bir çocuk sadece fiziksel olarak saldırıya uğramamayı beklemekle kalmaz, aynı zamanda bedeninin sahibi olarak, özellikle de fiziksel olarak saldırılardan kaçınabilecek ve kendisini yeniden ele geçirme girişimlerine “hayır” diyebilecek duruma geldiğinde ebeveynlerini terk etme hakkına sahiptir. Ebeveynler çocuklarıyla ilgili olarak sadece, çocuk fiziksel olarak saldırılardan kaçınamadığı ve “hayır” diyemediği sürece çocuğun vasisi olduklarını haklı olarak iddia edebildikleri ölçüde -çocuğun üreticileri olarak benzersiz statülerinden kaynaklanan- özel haklara sahiptirler.

Burada Hoppe, çocuğun saldırıdan kaçınma ve “hayır” deme kapasitesini, çocuğun bedenini tam olarak ne zaman sahiplendiğini göstermek için bir tür temel kural olarak kullanan Rothbardyen yaklaşımı benimsemektedir. Ancak aşağıdakiler göz önünde bulundurularak daha genel bir beden sahiplenme anlayışı geliştirilebilir. İlk olarak, Hoppe’nın vurguladığı gibi, sahiplenmek kontrol altına almak anlamına gelir.¹⁰


Hoppe ayrıca hakların rasyonel eylemciler, yani “iletişim kurabilen, tartışabilen, münazara edebilen ve özellikle de normatif problemlere ilişkin bir argümantasyona girebilen [kişiler]” tarafından sahiplenildiğini savunur.¹¹ Bu, bir kişinin yetişkinliğe eriştiği ya da bedenini “sahiplendiği” ve bu anlamda rasyonel bir eylemci olduğu noktaya ulaştığında bedeni üzerinde tam mülkiyet hakları kazandığı anlamına gelir. (Tam öz sahiplik haklarını kazanma eylemi, özel bir tür mülk edinimi/homesteading ya da kişinin bedenini kendine mal etmesi -tabiri caizse yetişkinliğe ulaşması- olarak kabul edilebilir; yeter ki bunun sahipsiz (eylemcisi olmayan) bir kaynağın beden sahibi tarafından mülk edinilmesi değil de rasyonel bir eylemci tarafından bedenin doğrudan ve anında kontrol edilmesiyle oluşan nesnel bir bağın kurulması üzerinden özel bir tür mülk edinimi olduğu akılda tutulsun.)


Kuşkusuz, burada irdelenebilecek başka meseleler de vardır: Mesela bir çocuk ne zaman ve tam olarak nasıl kendini mülk edinir ya da yetişkinliğe ulaşır; ve ilk bakıştaki durumun istisnaları hâlinde, örneğin bir kişinin nesnel bağını bir anlamda koparan ya da mağdura devreden (mağdur adına “üstün” bir bağ yaratan) bir suç işlemesi, böylece mağdurun misilleme yapma hakkına sahip olması nasıl mümkün olabilir gibi... Ancak, liberteryenizmi tüm rakip siyasî teorilerden ayıran şeyin, kıt kaynaklardaki mülkiyet haklarının söz konusu kaynakla en iyi, en geçerli, nesnel bağı olan kişiye verilmesi gerektiği fikrine -sağlam, yani Avusturya İktisat Ekolü tarafından bilgilendirilmiş- titizlikle bağlı kalması olduğu aşikârdır; ve bedenler söz konusu olduğunda bu nesnel bağ, beden sahibi ile beden arasındaki doğal bağlantı ve ilişki iken, diğer tüm kaynaklar için nesnel bağlantı ilk kullanımdır.


Dipnotlar:

1. İlk kullanımın mülk sahipliğinin mihenk taşı olmasının önemi ve nedenleri hakkında daha fazla bilgi için az sonra sıralayacağım makalelerime bakınız: A Theory of Contracts Binding Promises, Title Transfer, and Inalienability ve Defending Argumentation Ethics, özellikle “Objective Links: First Use, Verbal Claims, and the Prior-Later Distinction,” ve bu yazıda Hans-Hermann Hoppe’nın bu konudaki çeşitli yazılarına verilen bağlantılar; ve ayrıca The Essence of Libertarianism? ile Thoughts on Intellectual Property, Scarcity, Labor-ownership, Metaphors, and Lockean Homesteading başlıklı blog yazıları.

2. Murray N. Rothbard, The Ethics of Liberty [Özgürlüğün Etiği], “Children and Rights” (Çocuklar ve Hakları).

4. Hoppe bu konuları A Theory of Socialism and Capitalism’in 1., 2. ve 7. bölümlerinde ayrıntılı olarak ele almaktadır.

5. Bedenler ile mülk edinilen şeyler arasındaki haklar açısından farka ilişkin daha fazla tartışma için bkz. Kinsella, “A Theory of Contracts: Binding Promises, Title Transfer, and Inalienability”, The Journal of Libertarian Studies, cilt 17, no. 2, s. 11-37 (örneğin, s. 29’daki “Property in the Body” bölümü).

6. Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. benim A Libertarian Theory of Punishment and Rights, s. 617-625; ve Hans-Hermann Hoppe, A Theory of Socialism and Capitalism, s. 131-138.

7. Hans-Hermann Hoppe, Eigentum, Anarchie und Staat (Manuscriptum Verlag, 2005, s. 98-100; orijinali 1985’te yayınlanmıştır) adlı eserden gayriresmî çeviri.

8. Hans-Hermann Hoppe, A Theory of Socialism and Capitalism, s. 212.

9. Murray N. Rothbard, The Ethics of Liberty, “Children and Rights” (Çocuklar ve Hakları).

10. Hans-Hermann Hoppe, The Economics and Ethics of Private Property, “Four Critical Replies”, s. 242.

11. Hans-Hermann Hoppe, A Theory of Socialism and Capitalism, s. 212.


 

Norman Stephan Kinsella (LL.M., King’s College London-Londra Üniversitesi; JD, Paul M. Hebert Hukuk Merkezi, LSU; BSEE ve MSEE, LSU) Avusturo-Anarşist Liberteryen Hukuk Teorisi yazarı ve Houston’da kayıtlı patent avukatıdır. Liberteryen hukuk teorisinin çeşitli alanlarında ve fikrî mülkiyet hukuku ile uluslararası hukuk gibi adlî konularda geniş çaplı konuşmalar yapmış, dersler vermiş ve yayınlar hazırlamıştır. Yayınları arasında Law in a Libertarian World: Legal Foundations of a Free Society, Against Intellectual Property (Mises Institute, 2008) ve International Investment, Political Risk, and Dispute Resolution: A Practitioner’s Guide (Oxford, 2020) bulunmaktadır. Kendisine Twitter, kişisel websitesi ve e-posta yoluyla ulaşabilirsiniz.

Çevirmen: Fırat Kaan Aşkın

Bu yazı, Mises.org sitesinin yayınladığı “How We Come to Own Ourselves” başlıklı yazının tercümesidir.
117 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Yazı: Blog2 Post
bottom of page