Hukukun ve Mises Rothbard Hoppe Ekolünün Kaçınılmazlığı
- David Dürr
- 10 Oca 2020
- 10 dakikada okunur

Dr. Don Printz’in sponsorluğunda düzenlenen bu Murray Rothbard Anma Sunumu [Murray Rothbard Memorial Lecture], 23 Mart 2019 tarihinde Mises Enstitüsü’nde düzenlenen Avusturyacı İktisat Araştırmaları Konferansı [Austrian Economics Research Conference] bünyesinde gerçekleştirilmiştir. Anlaşılırlık amacıyla bir dizi düzenleme yapılmıştır.
Bu konferansa “Murray Rothbard ve Hans Herman Hoppe’nın görüşlerine paralel olmasına rağmen onlara dayanmayan, klasik liberal ve sosyal demokrat devlet anlayışlarına karşı ortaya koyduğum yeni anarşist argümanlarımı nasıl geliştirdim?” şeklindeki soruyu cevaplamaya çalışacağım bir konuşma yapmak üzere davet edildiğimi belirtmekle başlamak isterim. Doğrusu, ben sizlerin olduğu konferanslarınıza ve Mises Enstitüsü’ne başından beri iştirak eden biri değilim. Sizlerle irtibata geçmem nispeten geç bir tarihte oldu. Ama işte bu dönem, düşünme biçimleri benim düşündüklerimle tıpatıp ya da şöyle diyeyim, benim düşündüklerime çok yakın olan bir grup, bir hareket olduğunu fark ettiğim bir andı.
Her hâlükârda, benim de neredeyse aynı sonuçlara nasıl ulaştığımı anlatacağım bu Murray Rothbard Sunumu’nu sizlere takdim etmekten büyük onur duyuyorum. Neden aynı sonuçlara ulaştığımı kısaca açıklayacak olursam, bunun kaçınılmaz bir sonuç olduğunu söylemem yeterli olacaktır. Bunun ardından da bu kaçınılmaz sonuca nasıl ulaştığımı daha ayrıntılı olarak anlatacağım.
Hukuk Nedir?
Başlangıçta, devletle ilgili temel bir sorun olduğu ya da mülkiyet haklarının çok daha iyi bir şekilde gerekçelendirilmesi ve desteklenmesi gerektiği gibi bir durum yoktu. Başlangıçta, farklı ve oldukça basit bir soru vardı: Hukuk nedir? Bu konuyu incelemeye başladığımda, nedenini tam olarak bilmiyordum. Öğrenim alanı olarak tıbbı seçerseniz, konuyu hayal etmek çok daha basit olur. Ancak hukuk oldukça soyut bir kavramdır ve ben onun ne olduğunu gerçekten öğrenmek istiyordum. İlk derslerde verilen cevaplar oldukça hayal kırıcıydı. Temel derslerde ve daha sonra baro sınavına hazırlık derslerinde sadece meslekî beceriler gibi şeyler öğrendim, ancak hukukun o olağanüstü olgusunun ne olduğunu öğrenemedim.
Bir müddet sonra, Harvard Hukuk Fakültesi’nde bir yıl geçirdim ve bir yandan Avrupa’nın kodifiye hukuk [yazılıp derlenmiş kanunlar bütünü] sistemi ile diğer yandan ABD ve İngiltere’nin emsal temelli teamül hukuku [yazılı olmayan örf ve âdete dayalı müşterek hukuk] geleneği arasında ilginç karşılaştırmalar yaparak sorumun cevabına biraz daha yaklaştım. Bu süreçte, hukukun kaynakları ve hukukun sadece oracıkta mı var olduğu yoksa özel durumlarda mı ortaya çıktığı, hukukun uygulanması için yargıçlara ve oluşturulması için yasa koyuculara ihtiyaç olup olmadığı gibi ilgili sorular hakkında farklı düşünce biçimleriyle tanıştım. Birkaç yıl sonra habilitasyon [yüksek doktora] tezimde bu konuları derinleştirdim ve hukukun yargıçlar, sulh hâkimleri veya yasama organları gibi resmî mercilere bağlı olmadığı, ancak kanunlar veya emsaller olmasa bile hukukun cevaplar sunabildiği ve hukukun nihai “kaynağının” hukukun devreye girdiği çatışma [ihtilaf ya da anlaşmazlık] olduğu sonucuna vardım. Kısacası, çatışmalar kendi hukuki çözümlerini yaratır.
Bu, hukukun ne olduğu sorusuna ilk cevabı vermekteydi: Hukuk, belirli durumlarda ortaya çıkan bir olgudur. Hukuk, önceden var olan soyut normlar bütünü olarak orada duran bir şey değildir, çözülmesi gereken bir çatışma olduğunda ortaya çıkan bir şey, bir tepki, bir ihtiyaçtır.
Bir diğer sonuç ise, hukukun bir şekilde hareket hâlinde ve değişim içinde olan dünyanın bir yan etkisi olduğu, gerçekleşmekte olan bir şeyin işlevi olduğu idi. Hukuk, statik değil dinamik bir olgudur. Var olan bir şeyin düzeltilmesi değil, gerçekleşen bir şeyin düzeltilmesidir.
Ve üçüncü sonuç olarak, hukuk, çatışan ve bu nedenle uyumsuz çıkarlar içeren bir anlaşmazlığın içinde formüle edilip ifadesini bulur. Yani hukuk, yüksek sesle ortaya çıkan bir şeydir ve bu da az önce bahsettiğim dinamik yönüyle ilgilidir. Hukuk formülasyondan sonra ifade edilir, öfkeli tartışmalar olur, ağlama veya bağırma olabilir, çatışmadan etkilenen ve hukuki bir uyuşmazlığın tarafları rolünü üstlenen kişiler mevcuttur.
Hukuki İlkeler
Şimdi, bu bağlamda, taraflar sadece birbirleriyle çatıştıkları noktada ve bu nokta üzerinden konuyla ilgililerdir. Tarafların diğer özellikleri veya nitelikleri konuyla ilgisizdir, yani hiçbir taraf diğerinden daha değerli değildir. Burada sadece çatışma [anlaşmazlık] söz konusudur. Ve davayla ilgili tüm unsurlar sadece bu çatışmadan hareketle ortaya çıkar. Bu oldukça basit görünen husus, “Hukuk Önünde Eşitlik” ilkesinden başka bir şey değildir.
Ardından, tarafların öznelliği ile tezat oluşturan çatışmalar söz konusu olduğunda, ancak o zaman hukuka başvurmak gerekir. Bunun aksi durumda, yani bir taraf çatışmanın sonuçlarını kabul ederse, hukuki sonuçları dikkate almaya gerek kalmaz. Bu -yine oldukça önemsiz- husus, hukukun bir başka meşhur ilkesini, yani rıza veya sözleşme ilkesini, ya da Latince’de volenti non fit iniuria, “rıza gösteren tarafa haksızlık edilemez” ya da “rıza hukuka aykırılığı ortadan kaldırır” ilkesini gözler önüne serer.
Ve bir çatışmanın olgularından çıkarılabilecek üçüncü bir önemsiz ayrıntı da, önceden var olan konumların sonradan ortaya çıkan konumlardan daha güçlü olduğudur. Zaten sahip olduğunuz şeyler, örneğin bedeniniz, kişisel eşyalarınız, üzerinde yaşadığınız arazi vb. bunlara başka biri dokunursa, bunları alırsa veya yok ederse, bir çatışmanın konusu hâline gelir. Bu nesnelerin önceki sahibinin varlığı ile açıkça formüle ve ifade edilen şey, mülkiyet ve saldırmazlık ilkesi ya da yine Latince ile söylersek, neminem laedere, yani “kimseye zarar verme” ilkesidir.
Tüm bu ilkeler çatışmaların kendisinden hareketle ortaya konmuştur. Tarihsel olarak incelendiğinde de sadece İngiliz teamül ya da örfi hukuk geleneği değil, Avrupa hukuku geleneği de dâhil olmak üzere, neredeyse tüm Batı hukuk geleneğinin mahkeme davalarından doğduğu söylenebilir. Antik Roma hukuku, esas olarak mahkemelerce inşa edilmiş bir hukuktur. Ünlü Corpus Iuris Iustiniani külliyatının dahi büyük bir kısmı devlet tarafından oluşturulmuş bir mevzuat değildir. Bunlar, uzun yıllar boyunca mahkeme kararlarının derlenmesiyle oluşmuştur. Ve genel olarak özel hukuk, Avrupa kıta sistemi içinde bile, mahkeme tarafından yaratılan hukuktur. Bu geleneğin birçok kanunu, en azından 19. yüzyılın ortalarına kadar, mahkeme kararlarından türetilmiştir.
Tüm bunlar hem teorik hem de tarihsel olarak, hukuk ilkelerinin aslında devlete ihtiyaç duymadığını gösteriyor. Bu ilkeler, sadece söz konusu çatışmalardan ve bunları ele alan mahkemelerin köklü geleneklerinden ortaya çıkıyor. Hukuk oluşturmak için kimseye, yani devletin yasama organına ihtiyaç yoktur, sadece bunu bulan kişilere ve kuruluşlara, örneğin yargıçlara, mahkemelere veya arabuluculara ihtiyaç vardır. İşte bu, cevapları önce devletin oluşturduğu kanunlarda aramaya alışkın bir medeni hukuk avukatı olarak benim için bilhassa enteresandı. Her hâlükârda bu durum beni anarşizme yaklaştırmıştı, ancak yine de devletin gayrimeşru olduğunu henüz dile getirmiyordum. Bu daha sonra gerçekleşecekti.
Bu düşüncem, “Hukuk Önünde Eşitlik,” “Rıza” ve “Saldırmazlık” ilkelerinin devlete de uygulanması gerektiğini fark ettiğimde ortaya çıktı ve ardından da devletin bu ilkeleri neredeyse aşırı bir şekilde ihlal ettiğini idrak ettim.
Hukuki Eşitlik
Samuel Rutherford tarafından İskoç Aydınlanması döneminde formüle edilen lex, rex sloganına göre, kral veya devlet hukuka tâbi olmalıdır. Bugün buna “Hukukun Üstünlüğü” diyoruz, yani devlet keyfî davranmamalı, yasal kurallara göre hareket etmelidir. Ve aslında, bugünün devlet davranışlarının formalitelerine bakarsanız, devletin -genellikle- faaliyetlerini kanun maddeleri, yönetmelikler, talimatnameler vb. ile desteklediğini ve koruduğunu görürsünüz. Ancak buradaki sorun, tüm bu kanunların devletin kendisi tarafından yapılmış olmasıdır. Yani, devleti yönlendirmesi ve kontrol etmesi gereken kanunlar, devletin kendisi tarafından yapılmaktadır!
Bu nedenle, devletin (bizim deyimimizle) su vaaz edip şarap içmesi, yani devlete geniş ayrıcalıklar tanırken normal insanlara bunları vermemesi tesadüf değildir. Bunun en belirgin örneği, bir yandan özel hukuk ve ceza hukuku ile diğer yandan kamu hukuku arasındaki açık ayrımdır. Sizin ve benim gibi normal insanlar veya özel işletmeler için özel hukuk, devletin kendisi için ise kamu hukuku geçerlidir. Uygulamada bu, devletin vergi mükellefinin iradesine aykırı olarak bile vergi toplama hakkını kendisine tanıdığı, ancak aynı davranışın bir vatandaş tarafından yapılması hâlinde suç, yani hırsızlık olarak cezalandırılacağı anlamına gelir. Ayrıca bu durum, devlet ile bir vatandaş arasında görülen davalarda, davayı karara bağlayacak olan mahkemenin devlet tarafından finanse edildiği, oysa özel bir davada bir tarafın yargıca benzer bir şekilde bağımlı ve tâbi olmasının yasak olduğu anlamına da gelir. Ve bunun gibi daha pek çok örnek vardır. Hukuk önünde eşitlik ilkesinin kurumsallaşmış bir ihlali, hukuk sistemimizin temel yapısı tarafından bu önemli ilkenin çiğnenmesi söz konusudur.
Hukukun Üstünlüğü ilkesinin bir sonraki bileşeni, devlet gücünün tek elde toplanması riskini önlemek amacıyla oluşturulan Güçler Ayrılığı kavramıdır. Geleneksel olarak, yasama gücü, yürütme gücü ve yargı gücü arasında bir ayrımın gözetilmesi gerekir; bu da, bu üç işlev için üç farklı kurumun varlığı anlamına gelir. Peki, üç kurum var mıdır? Gerçekte sadece bir tane vardır! “Hükümetin organları” ya da “hükümetin dalları” şeklindeki nosyonlar, doğru olduğu kadar da haince aldatıcıdır: Sonuçta hepsi bir ve tamamen aynı ağacın üç dalıdır, bu da üç gücün tek bir kurumda yoğunlaştığı anlamına gelir. Üç güç de aynı maaş bordrosunda yer alır ve aynı devletin topladığı vergilerle finanse edilir.
Demokrasi
Peki, bir sonraki ilke, yani çatışmadan hareketle geliştirdiğimiz rıza ilkesi ne olacak? Bu ilkeyi küçük ölçekli bir sözleşmeden toplumun geneline genişlettiğinizde, demokrasi ilkesine ulaşırsınız. Devletin faaliyet alanı toplumun geneli olduğuna göre -ve devlet de rıza ilkesine saygı duyuyorsa- o takdirde devlet bir demokrasi sağlamak zorundadır. Yunanca Demos ve Kratein kelimelerinin dar anlamıyla, demokrasi halkın kendini yönetmesidir. Ya da Fransız Devrimi’nin bir deyişiyle “... demokraside insanlar başka insanlar tarafından değil, yalnızca yasalar tarafından yönetilirler ve bu yasalar da kendileri dışında hiç kimse tarafından yapılmamıştır.”
Bu sözler her ne kadar ikna edici gelse de gerçekte durum hayli farklıdır. Örneğin, dolaylı parlamenter demokrasi yerine doğrudan demokrasiyle gurur duyan İsviçre’yi ele alalım. Burada, federal düzeydeki istatistikler şunu göstermektedir:

Doğrudan demokrasi -yani halkın önemli yasama tasarıları üzerinde oy kullanması- bazen gerçekten uygulanmaktadır, ancak bu yok denecek kadar önemsiz bir düzeydedir. Bu, demokrasinin kendisinden ziyade, bir demokrasi iması ve bir nevi kinayedir. Yasaların çoğu, halkın temsilcileri, yani iki parlamento kamarasındaki milletvekilleri tarafından çıkarılır. Ancak bu, belirli talimatlarla birlikte verebileceğiniz ve daha sonra geri çekebileceğiniz bir vekâletnameye benzer bir temsil değildir, daha çok bir vasinin vesayeti gibidir. “Sizin” vekilinizi [temsilcinizi] 30.000 diğer “müvekkil” [temsil edilen kişi] ile paylaştığınız için, hiçbir talimat verme ve vekâleti geri çekme hakkınız yoktur. Bu nedenle, temsil oranı, diğer niceliksel değişikliklerin yanı sıra, 30.000’e de bölünmelidir, ki bu durum dolaylı demokraside daha da az bir temsil oranına yol açar. Son olarak, tüm yasaların %74’ü de parlamento tarafından değil, demokrasi ile hiçbir ilgisi olmayan yürütme organı tarafından çıkarılmaktadır.
Vergilendirme, ekonomide regülasyon vb. pek çok devlet müdahalesinin, halkın rızası olmadan yapıldığını fark ettiğimde, bu durumun daha önce bahsedilen ilkeleri, özellikle de Saldırmazlık İlkesi’ni açıkça ihlal ettiğini anladım ve anarşiye daha da sempati duymaya başladım. Artık devletin sadece yasal düzeni sağlamak için gereksiz olduğu değil, aynı zamanda yasallığın tam tersi olduğu da açıktı. Başka bir deyişle, devlet varken yasal düzeni sağlamak asla mümkün olmayacaktı.
Hukuk Hakkında Daha Fazla Bilgi
Ortaya çıkan bu sonuç ise, daha önce bahsedilen teorinin, yani hukukun çatışmalardan doğduğu teorisine çok güzel bir örnek teşkil etmektedir. Devletin hukuksuzluğu sadece orada var olmakla kalmaz, halkın çıkarlarına müdahale ettiği birçok durumda da sürekli ayyuka çıkar. Bu saldırganlık, reaksiyonlara, tartışmalara, argümantasyonlara ve dolayısıyla davranışını haklı çıkarmaya çalışan devletin karşı reaksiyonuna yol açar. Bu saldırı faili devletin, çatışma durumlarında nesnel olarak ikna edici olan hukuk önünde eşitlik, rıza ve saldırmazlık gibi ilkelere atıfta bulunması da kazara gerçekleşmez. Ne var ki bahaneleri sahte ve geçersiz olduğu için, devlet hukuka aykırı duruma düşer, yani hukuk onun saldırganlığını yasaklar.
Diğer bir deyişle, hukuk, adalet tesis edildiğinde değil, hukuka ihtiyaç duyulduğunda ortaya çıkar ve adaletsizlik giderildiğinde ortadan kaybolur. Hukuk, devletin adaletsizliği gibi bir adaletsizliğin olmamasına tekabül eder. Hukuk, özünde negatiftir. Hukuk yıkıcıdır, ancak yıktığı şey, yani adaletsizlik, yıkılmaya değerdir.
Ne yazık ki, bu, hukukun hukuksuzluğa ve adaletsizliğe karşı her zaman başarılı olduğu anlamına gelmez. Hukukun ana düşmanı iktidardır ve çoğu zaman iktidar hukuktan daha güçlüdür. Peki, hukukun gücü ne durumdadır? Hukuk, hukuksuz olgular üzerinde nasıl etki edebilir? Bunun cevabı yine hukuksuzluk ve hukuk arasındaki karşılıklı ilişkiyle ilgilidir: Hukukun gücü, tepki verdiği hukuksuzluktan kaynaklanır. Hukuksuzluk ne kadar ağırsa, hukukun tepkisi de o kadar güçlü olur. Eylem, reaksiyona karşılık gelir. Hukukun yürürlüğe konması ve gücünün gösterilmesi gerekmez. Hukukun, devlet gibi onu yürürlüğe koymaya yardımcı olacak güçlü bir otoriteye ihtiyaç duyması tamamen bir yanılsama ve efsanedir. Hukuk kendiliğinden yürürlüğe girer, ona emir vermezsiniz ve ondan kaçamazsınız. Hukuk, esasen kaçınılmazdır. Hukuk, hiç kimsenin, yani sizin, benim, evrenin ve elbette devletin dahi kaçamayacağı bir şeydir. Hukuk -ki bence bu benim ilk sorumun cevabı niteliğinde- kaçınılmazlıktır.
Ve hukukun kaçınılmazlığı sayesinde ben bir anarşist oldum.
Ludwig von Mises, Murray Rothbard ve Hans Hoppe
Hukuk ve anarşizm kaçınılmaz olduğu kadar, Mises, Rothbard ve Hoppe da kaçınılmazdır.
Ludwig von Mises, bazı bağlamlarda, hukuki yasalar değil, piyasa yasaları olmak üzere, yasanın kaçınılmazlığı konusunu ele almaktadır (Mises 1951). O, “piyasa fenomenlerinin kaçınılmaz karşılıklı bağımlılığının keşfinin, ideal devlet görüşünü nasıl altüst ettiğini” göstermiştir. ... Toplumsal olayların seyri içinde, insan başarılı olmak istiyorsa eylemlerini ona uydurması gereken bir olgular düzeni hâkimdir.” Beni en çok ikna eden şey ise şuydu: “Fizikçinin doğa yasalarını incelediği gibi, insan eylemi ve toplumsal iş birliğinin yasalarını da incelemek gerekir.” (Mises [1949] 1998, 2). Bence bu beni Mises’in kendisinin ikna olduğundan daha fazla ikna etti, çünkü sonraki yazılarında bu görüşü benimsemekte bir şekilde isteksiz görünüyor.
Murray Rothbard benim için daha önemliydi, çünkü o - Mises’in aksine - anarşizmi alenen ve apaçık bir biçimde savunuyordu. Ben kendimi anarşizme ikna ettikten sonra elime, 1975 yılında henüz tanımadığım Murray Rothbard adlı bir yazar tarafından gayet titiz ve net bir şekilde yazılmış, birkaç sayfalık “Society Without the State [Devletsiz Toplum]” başlıklı küçük bir makale geçti. Ve şu cümleleri okudum: “Ancak temel nokta, hukuki ilkelere veya bunların detaylandırılmasına ulaşmak için yasal devletin gerekli olmadığıdır…” Ve şöyle devam ediyordu:
Gerçekten de genel olarak müşterek teamül (örf ve âdet) hukuku, ticaret hukuku, deniz hukuku ve özel hukukun büyük bir kısmı, yargıçların kanun yapmayıp, geleneklerden veya mantıktan türetilen üzerinde anlaşmaya varılmış ilkelere dayanarak kanunları bulmalarıyla, devletten bağımsız olarak gelişmiştir. Devletin kanun yapmak için gerekli olduğu fikri, devletin posta veya polis hizmeti sağlamak için gerekli olduğu fikriyle aynı derecede bir efsanedir... (Rothbard [1975] 2016, 283)
Çatışmaların kendi çözümlerini ürettiğini fark ettiğimde ben de tam olarak böyle düşünmüştüm. Devletin gereksiz olmasının nedeni tam da buydu. Ve tabii ki şu çok açık ve doğru cümleler de cabasıydı: “Böylece devlet, doğası gereği, çoğu insanın uyduğu ve bağlı olduğu genel kabul görmüş ahlâk kurallarını ihlal etmek zorundadır. ... Dolayısıyla devlet, düzenli ve büyük ölçekli bir vergi hırsızlığı sistemi ile varlığını sürdüren ve çoğunluğun desteğini sağlayarak bundan paçayı sıyıran zorlayıcı bir suç örgütüdür...” (Rothbard [1982] 2016). Aslında, yukarıdaki grafiğimde de görüldüğü üzere, devletin arkasında asla çoğunluk bulunmaz, her zaman küçük bir azınlık vardır.
Murray Rothbard’ın kaçınılmazlığına dair söylenecek daha çok şey vardır ama şimdilik bu kadarıyla yetineceğim. İşte şimdi son olarak Hans-Hermann Hoppe’nın kaçınılmazlığına sıra geldi. Rothbard’dan Hans Hoppe’ya doğru uzanan şöyle ilginç bir bağlantı var: “Ancak fevkalâde ve olağanüstü bir şekilde, Hans Hoppe yanıldığımı kanıtladı. O bunu başardı: Kendiliğinden anlaşılır apaçık aksiyomlardan yola çıkarak anarko-Lockeçu bir haklar etiği türetti.” Rothbard’ın burada kastettiği şey Hoppe’nın argümantasyon konseptidir. Bu etik, doğal hukuk, gelenekler vb. kaynaklardan değil, rasyonel tutarlılık, kendi içinde çelişmekten kaçınma gibi temellerden türetilmiştir. Bana göre, rasyonel tutarlılığın her zaman bir nesneyle ilişkili olduğunu kabul ettiğinizde, bu yaklaşımın benimkine oldukça yakın olduğu anlaşılacaktır. Nesne olmadan anlamlı bir argümantasyon, hakkında tartışılacak ve mücadele edilecek bir çatışma olmadan anlamlı bir hukuki argümantasyon gerçekleştirilemez. Ve bunun tam tersi olarak, kendi pozisyonlarını açıkça ifade eden özneler [taraflar] olmadan çatışma da olmaz. Başka bir deyişle, Hoppe’nın Argümantasyon Etiği Teorisi, çatışmaların kendi çözümlerini yarattığı, argümanları tetiklediği ve bu argümanların çatışmaya bir çözüm bulmaya yardımcı olduğu fenomeninin bir bileşenidir.
Hans Hoppe’nın yaklaşımı, çatışmanın nasıl ele alınıp tartışılacağı konusunda daha çok rasyonel düzeydeyken, benim yaklaşımım daha çok çatışmanın reel düzeyinde kalmaktadır. Bu konuları daha önce Hans ile birkaç kez tartışmıştık ve böylece kaçınılmaz bir şekilde iyi arkadaş olduk. Çok teşekkürler!
Kaynakça:
Mises, Ludwig von. [1949] 1998. Human Action: A Treatise on Economics. Scholar’s Edition. Auburn, Alabama: Mises Institute.
Mises, Ludwig von. 1951. Socialism: An Economic and Sociological Analysis. New Haven: Yale University Press.
Rothbard, Murray N. [1975] 2016. “Society without the State,” ss. 268-283 [içinde] The Rothbard Reader, ed. Joseph T. Salerno & Matthew McCaffrey. Auburn, Alabama: Mises Institute.
Rothbard, Murray N. [1982] 2016. The Ethics of Liberty. Auburn, Alabama: Mises Institute.
Yorumlar