İktisat, Felsefe ve Siyaset
- Hans-Hermann Hoppe
- 25 Şub 2004
- 16 dakikada okunur
Hans-Hermann Hoppe ile Röportaj

Akkurt: Nasıl liberteryen oldunuz ve düşüncelerinizin şekillenmesinde en büyük öneme sahip olan düşünürler kimlerdi?
Hoppe: Gençliğimde, Almanya’da lise öğrencisiyken, sıradan bir Marksist idim. Sonra, Frankfurt Üniversitesi’nde öğrenciyken Böhm-Bawerk’in Marx eleştirileriyle karşılaştım ve bu benim için Marksist iktisadi görüşü bitiren şey oldu.
Bunun sonucunda, pozitivist ve özellikle de yanlışlamacı Popperyen metodolojiden ve Popper’in aşama aşama ilerleyen toplum mühendisliği programından etkilenerek bir dönem bir nevi skeptisizmi (şüpheciliği) benimsedim. O zamanlar, Popper gibi, sağ kanat bir sosyal demokrattım. Daha sonra her şey hızlı bir biçimde değişti. İlk olarak, Milton Friedman’la (hayli iyi), sonra Hayek’le (çok daha iyi), sonra Mises’le (açık ve net anti-pozitivist -aprioristik- metodolojisi sebebiyle hâlâ en iyi) ve son olarak Mises’in en önemli kuramsal halefi olan Murray N. Rothbard’la karşılaştım.
Akkurt: Okul eğitiminiz liberteryen olma sürecinizle ne ölçüde örtüştü?
Hoppe: Ben liberteryenizmi ya da serbest piyasa ekonomisini üniversitede öğrenmedim. Üniversitemdeki profesörler ya sosyalist ya da müdahaleci görüşe sahiplerdi. Hiç kuşkusuz arada sırada serbest piyasayı savunan isimlerden bahsedilmişti: Mesela Böhm-Bawerk, Mises, Hayek, ayrıca sosyolog olarak Herbert Spencer’dan... Fakat bu isimler, ciddi anlamda hiç kimsenin dikkatine lâyık olmayan, modası geçmiş kapitalizm müdafileri olarak göz ardı ediliyorlardı. Bu sebeple, çok fazla okuma yaparak (ki geçmişe baktığımda bunların çoğu zaman kaybı gibi görünüyor) her şeyi kendi kendime keşfetmek zorunda kaldım.
Hâlbuki bugün internetten Mises.org adresine girebilirsiniz. Artık her şey parmaklarınızın ucunda. Bu anlamda, bilgiye ulaşmak oldukça kolaylaştı.
Akkurt: Yüzyılın ilk yıllarında, “kapitalist” iktisatçılar karşı savunma geliştiren ya da haklılıklarını savunmaya çalışan (apolojist) bir konumda bulunuyorlardı. (Özellikle Mises’in eleştirileri başlamadan önce durum böyleydi. Mises’in yazıları sosyalistleri bugünkü “karşı savunma geliştiren/haklılığını savunmaya çalışan” konuma getirdi. Aynı zamanda, Mises’in yazıları, neo-klasik paradigmadan ayrı bir Avusturyacı iktisadın doğmasına yol açtı. Eğitiminiz süresince Avusturyacı iktisadın neo-klasik düşünceden farklı olduğunu ya da olması gerektiğini düşünüyor muydunuz? Eleştiriden alternatif bir yaklaşım geliştirme süreci nasıl gerçekleşti?
Hoppe: 1950’lere kadar iktisatçıların çoğu, Lionel Robbins’in 1932 tarihli ünlü eseri An Essay on the Nature and Significance of Economic Science’da ifade ettiği ekonominin doğası hakkındaki görüşü paylaşıyordu. O dönemde Mises’ten etkilenmiş olan Robbins, iktisadı bir tür uygulamalı mantık olarak sundu (ki Mises buna “praksiyoloji” derdi). Bu anlayış, basit ve ayan beyan doğru olan birkaç aksiyom ile başladı ve mantıksal çıkarımlar/tümdengelimler yoluyla çeşitli sonuçlara (iktisadi teoremlere) ulaşılması şeklinde ilerledi. Bu sonuçlar ya da teoremler tümdengelim sürecinde hiç hata yapılmadığı güvencesiyle, mantıksal olarak doğruydu ve eğer bir kişi bu teoremleri “ampirik olarak test etmek” isteseydi, bu bir kategori hatası olurdu. (Biz aynı zamanda mantıksal doğruları ve argümanları (tezleri, düşünceleri) ya da matematiksel önermeleri de “ampirik olarak test edemeyiz.” Örneğin, Pisagor yasasını ampirik olarak test etmeyiz, bunu tümdengelim yoluyla kanıtlarız. Bu yasayı, açıları ve uzunlukları ölçerek ampirik olarak kanıtlamak isteyen birinin daha bilimsel bir iş yaptığı değil, aksine, kafasının karışmış olduğu düşünülür.) Bugün sadece “Avusturyacılar” uygulamalı mantık olarak ortaya konan (ve bence doğru olan) bu iktisat görüşünü savunur.
Onun yerine, 1950’lerden beri, büyük ölçüde Milton Friedman’ın etkisi dolayısıyla, iktisatçılar içinde büyük çoğunluk, ekonominin fizikte kullanılan metotları taklit etmesi gerektiği yönündeki “pozitivist” görüşü benimsedi. Sonuç olarak, modern iktisat ya hiçbir ampirik anlamı olmayan ya da hiçbir uygulama alanı olmayan düşük seviyeli matematik hâline geldi. Veya, suyun aşağıya doğru akması gibi herkes için zaten aşikâr olan olayları “kanıtlayan” ya da ampirik yöntemlerle mantıksal olarak neyin inşa edilebileceğini gösteren (Pisagor yasasının ampirik olarak doğrulanması gibi) sözde modeller geliştirir ve test eder bir hâl aldı. Buna karşın, bu ampirist-pozitivist güruh aynı yöntemi kullanarak birçok durumda suyun bazen yukarı doğru aktığını ve saçma bir şekilde Pisagor yasasının bazen geçerli olmadığını da deneysel olarak “kanıtlarlar.” Kısacası, modern İktisat tam anlamıyla bir karışıklık ve belirsizlik içindedir.
İktisat okumaya başladığımda, pozitivist metodoloji de bana öğretildi. Ancak, başından beri bu metodolojiye ikna olamadım. Marjinal fayda yasası veya paranın miktar teorisi ya da ABD’de asgari ücretin saatte 500 dolara çıkarılması halinde kitlesel işsizliğin ortaya çıkacağı ifadesi bana herhangi bir ampirik test gerektiren şüpheli hipotezler olarak değil, doğrudan mantıksal doğrular olarak göründü. Bunun aslında Robbins ve Mises tarafından en açık şekilde savunulan klasik görüş olduğunu öğrenmem biraz zaman aldı. Mises ve Robbins’i keşfetmek benim için büyük bir entelektüel rahatlama oldu ve ilk kez iktisadı ciddiye almamı (ve bu alanda çalışmamı) sağladı.
Ana akım iktisat geçersizdir (bağlam dışı ve anlamsızdır), ancak sosyal deney ve mühendislik fikrine açıktır (zaten insan hipotezlerini başka nasıl test edebilir ki?). Bu yüzden modern müdahaleci devlet tüm bu çalışmaları finanse etmeye isteklidir. Buna karşılık, Avusturyacı iktisat büyük bir pratik öneme sahiptir, ancak genellikle iktisadi müdahaleciliğe üretkenliğe aykırı olduğu gerekçesiyle karşı çıkar. Hal böyle olunca, Avusturyacı iktisadın çok az devlet desteği alması ya da hiç almaması şaşırtıcı olmayacaktır. Yine de, ana akım iktisadın eninde sonunda tamamen kendi geçersizliği (anlam ve bağlam yoksunluğu) nedeniyle öleceği (ki hâlihazırda ana akım dergilerdeki makalelerin neredeyse hiç okuyucusu yoktur) ve Avusturyacı iktisat karşısında yerinden olacağı konusunda iyimserim. Hatta şimdiden, Mises Enstitüsü’nün web sitesi, mukayese edilebilir tüm ana akım ekonomi sitelerinden daha fazla okuyucuya sahiptir.
Akkurt: Modern versiyonuyla Avusturya iktisadı, mülkiyet hakları, girişimcilik ve özgürlüğe yaptığı vurgunun sonucunda farklı iktisat okulları arasında doğal müttefikler edinmiştir. Örneğin, Alchian ve Coase’un mülkiyet hakları yaklaşımı çoğunlukla Avusturyacılarla benzer politika pozisyonlarına denk düşmektedir. Sizce Avusturyacı iktisatçıların yanı sıra Mises’in yazıları da mülkiyet hakları ve piyasa temelli yaklaşıma yapılan vurgu üzerinde etkili olmuş mudur? Mises ile bu kişilerden bazıları arasında gözle görülür bir bağ var mıydı?
Hoppe: Mises ile modern Chicago hukuk ve iktisat okulu, özellikle Coase ve onun takipçisi Richard Posner arasında herhangi bir entelektüel bağ bulunup bulunmadığını bilmiyorum. Diğer taraftan, Hayek ise London School of Economics’te Coase’un profesörlerinden biriydi.
Her durumda Avusturya ve Chicago hukuk ve iktisat yaklaşımı arasındaki benzerliğin yalnızca yüzeysel olduğuna inanıyorum. Gerçekte her iki entelektüel gelenek, esas itibariyle, birbirine karşıt konumda bulunurlar. Chicago okulunu mülkiyet haklarının savunucusu olarak tasavvur etmek yaygın olarak yapılan ciddî bir hatadır. Aslında Coase ve onun takipçileri mülkiyet haklarının en tehlikeli düşmanıdırlar. Bunun bazı insanlara inanılmaz geldiğini ve olanaksız göründüğünü biliyorum. Bu yüzden bu konuyu, Coase’un “Social Cost” başlıklı meşhur makalesinde verdiği örneklerden biri vasıtasıyla açıklamama izin verin.
Bir demiryolu bir çiftliğin yanından geçer. Makine kıvılcım saçar ve çiftçinin ekinine zarar verir. Bu durumda ne yapılmalıdır? Avusturyacının (klasik ve sağduyulu olan) bakış açısına göre, cevaplanması gereken soru, arazi üzerinde mülkiyeti kimin önce edinip kurduğudur, çiftçi mi yoksa demiryolu mu? Eğer ilk başta çiftçi oraya yerleşmişse, demiryolunu kıvılcım yaymayı durdurması yönünde zorlayabilir ya da tazminat talep edebilirdi. Diğer yandan eğer oraya ilk önce demiryolu kurulduysa bu sefer makine kıvılcım yaymaya devam edebilir ve çiftçi de demiryoluna makinenin kıvılcım yaymayı durdurması için ödeme yapmak zorunda kalabilirdi. Coase’un ve Posner’ın bu soruya verdikleri cevap tamamen farklıdır. Onlara göre, çiftçiyi ve demiryolunu ‘‘doğru/haklı” ya da “yanlış/haksız” (zararın sorumlusu), “saldırgan” ya da “kurban” olarak düşünmek yanlıştır.
Coase’un ünlü makalesinin girişinden alıntı yapmama izin verin. Coase, makalesinde şöyle diyor: “Mesele genellikle A’nın B’ye zarar vermesi şeklinde düşünülür ve üzerinde karar verilmesi gereken konu A’yı nasıl engellememiz gerektiğidir. Fakat konuyu bu şekilde ele almak yanlıştır. Burada her iki tarafı karşılıklı olarak etkileyen bir sorundan bahsediyoruz. B’ye verilen tahribatı engellemek A’ya zarar vermek olacaktır. Karar verilmesi gereken asıl soru şudur: A’nın B’ye ya da B’nin A’ya zarar vermesine izin verilmeli mi? Mesele daha ciddi zararı engellemektir.” Veya diğer bir deyişle, sorun, üretim değerini ya da “serveti” maksimize etmektir. Posner’a göre, toplumsal serveti artıran her şey âdil, artırmayan her şey ise adaletsizdir. Bu doğrultuda, mahkemelerin görevi, mülkiyet haklarını (mali sorumluluğu) “servetin” maksimize edileceği biçimde rekabet eden taraflara tahsis etmektir.
Bu bizim örneğimize uygulandığında şu anlama gelir: Eğer kıvılcım çıkmasının engellenmesinin maliyeti ekin kaybından düşük ise, mahkeme çiftçinin yanında olmalı ve demiryolunu zararın sorumlusu olarak kabul etmelidir. Diğer taraftan, eğer kıvılcım çıkmasının engellenmesinin maliyeti ekinlerde oluşan zarardan daha fazla ise, bu sefer mahkeme demiryolunun yanında yer almalı ve çiftçiyi zararın sorumlusu olarak değerlendirmelidir. Fakat daha önemlisi, bu, mülkiyet haklarının (ve mali sorumluluğun) değişmez, sabit ve belirlenmiş bir şey olmadığı, aksine, “değişken” olduğu anlamına gelir. Mahkemeler mülkiyet haklarını piyasa verilerine göre tahsis ederler. Eğer bu veriler değişirse, mahkemeler bu hakları yeniden dağıtırlar, yani farklı koşullar mülkiyet haklarının yeniden dağıtılmasına yol açabilir. Hiç kimse mülkiyetinin kendinde kalacağından emin olamaz, mülkiyet haklarını garanti altında tutamaz. Üstelik böylece hukuki belirsizlik de kalıcı hâle getirilmiştir.
Bu anlayış ne âdildir ne de ekonomik. Özellikle mülkiyet haklarının bu “değişken” dağıtımı uzun dönem servet maksimizasyonuna kesinlikle yol açmayacaktır.
Akkurt: Bazı çalışmalarınızda Hayek’in bilginin rolü üzerinde durarak özel mülkiyeti göz ardı ettiğini belirtiyorsunuz. Hayek’in özel mülkiyetin hayati önemini göz ardı ettiğini düşünüyor musunuz? Okuyucularımıza müteşebbisliğe (girişimciliğe) dayanan bir ekonomideki mülkiyet ve bilgi ile ilgili görüşlerinizi anlatır mısınız?
Hoppe: Hayek hakikaten de öğrencilik yıllarından beri psikolojiyle ilgilenmişti. Bu konu üzerine bir kitap bile yazdı, adı da Sensory Order idi. Bu, onun bilgi üzerine yaptığı özel vurguyu ve ona kıyasla mülkiyeti bir anlamda ihmal etmesini açıklayabilir. Mesela, Hayek “Bilginin Toplumda Kullanımı” üzerine ünlü bir makale yazdı. Mises asla bu başlıkla bir makale yazmazdı. Onun yazacağı makalenin başlığı “Mülkiyetin Toplumda Kullanımı” olurdu.
Ünlü sosyalist-hesaplama problemi tartışmasında, Hayek, sosyalizmin temel sorununun çok sayıdaki bireyin kafasında var olan tüm bilgileri tek bir akılda (merkezî planlamacıların aklında) merkezîleştirmenin “imkânsızlığı” olduğu kanısındaydı. Fakat Mises’le aynı doğrultuda benim belirttiğim şey, sosyalizmin temel sorununun, fizikî olarak yaygınlık gösteren ve bireysel olarak sahip olunan çok sayıdaki mülkiyetin tek bir kuruluşun (sosyalist devletin) mülkiyeti içinde merkezîleştirmek (toplamak) olduğudur. İktisadi hesaplamayı imkânsız hâle getiren de tüm mülkiyetin tek bir elde toplanmasıdır. Böyle bir düzende tüm sermaye mallarının tek bir sahibi olduğu için bu malların satın alınması ve satılması da söz konusu değildir; bu yüzden sermaye mallarının fiyatları oluşamaz ve parasal hesaplama da imkânsız olur.
Hayek’in üzerinde durduğu özel bir konu olan bireysel zaman ve mekân bilgisine gelince, bu bilginin esasen özel mülkiyetin temelini teşkil eden çeşitliliğin bir sonucu- ya da epifenomeni (yan semptomu)- olduğunu akılda bulundurmak mühimdir. Yeri bilmek için (bol miktardaki bilgiden) hangi bilginin bizim için önemli olduğunu ilk başta etkileyen ve daha sonra bilgiye olan ilgimizi ve arayışımızı yönlendiren, şekillendiren ve bireyselleştiren, mülkiyetimiz ve mülkiyetimizin kısıtlamaları içinde sürekli faaliyet hâlinde bulunma zorunluluğunun gerekliliğidir.
Bir müteşebbis başkalarından daha iyi/etkili biçimde tüketicilerin taleplerini tatmin etmek için kendi mülkiyetini riske atar. Eğer başarılı olursa kâr sağlar, ki bu da onun tüketicilere iyi hizmet ettiğini gösterir. Eğer başarılı olamazsa zarar eder, bu da tüketiciye kötü hizmet ettiğini gösterir. Müteşebbisler kendi mülkiyetlerini riske attıkları için yatırımlarında genellikle dikkatli ve ihtiyatlı davranırlar ve gereksiz harcamalardan kaçınmaya çalışırlar. “Kötü” (zarar eden) müteşebbis er ya da geç iflasa sürüklenecek, (işveren olmaktan çıkıp) işçi hâline gelecektir ve hatalı şekilde yatırım yaptıkları sermaye malları diğer ya da yeni girişimciler tarafından (uygun şekilde düşürülmüş fiyatlarla) satın alınacaktır.
Bu arada: Tüm bunların aksine, hükümet yetkilileri tüketicilerin talep ettiği hiçbir şeyi üretmezler (eğer üretebilselerdi kendilerini finanse etmek için vergiye ihtiyaç duymazlardı; sadece sundukları ‘malları’ satar ve satış gelirleriyle yaşarlardı). Hükümet yetkilileri vergi gelirlerini tüketicilerin iyi olduğunu düşündükleri şeylere değil, kendilerinin iyi olduğunu düşündükleri şeylere harcarlar. Dahası, kendi paralarını değil, başkalarından zorla vergi olarak alınan parayı harcayan hükümet yetkilileri, bu fonların yönetiminde tipik olarak dikkatsiz ve savurgan davranırlar.
Akkurt: Kamu Tercihi Okulu hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Yanlış hatırlamıyorsam, James Buchanan’ı devletçi olmakla itham ediyorsunuz. Bu konuyla ilgili görüşlerinizi kısaca bize anlatır mısınız? Niçin sizin düşünce pratiğinizle Kamu Tercihi Okulu arasında bir gerilim mevcut?
Hoppe: Kamu Tercihi ekolü, özellikle de Buchanan ve Tullock, tipik olarak hükümet içindeki insanların da hükümet dışındaki, yani özel sektördeki insanlar kadar kendi çıkarlarını düşündükleri yönündeki anlayışlarıyla tanınır. İnsanlar devlet memuru olduktan sonra doğalarını değiştirmez ve daha az çıkarcı hâle gelmezler.
Bu elbette temelde doğru bir kavrayıştır. Ancak bu görüş yeni değildir. Bunu literatürün her yerinde bulabilirsiniz. Gaetano Mosca ve Robert Michels gibi ‘gerçekçi’ siyaset sosyologları bunu biliyordu ve elbette ‘Avusturyacılar’ da bunu biliyordu.
Buchanan-Tullock ekolünde yeni olan şey, (iktisadi eylemin aksine) Devlet ve siyasi eylem teorisidir. Ancak, bu yenilik bariz bir şekilde yanlıştır.
Buchanan ve Tullock, devletin esasında özel şirketlerle eşit derecede veya özel şirketler kadar gönüllü bir kurum olduğunu düşünür. “Piyasanın ve devletin, iş birliğinin düzenlenmesini ve mümkün kılınmasını sağlayan aygıtlar olduğunu” ileri sürerler (bkz. Calculus of Consent, s. 19). Buchanan, Limits of Liberty adlı eserinde, “Devlet bir şirket gibi olduğu için, siyasette ne olursa olsun, her statüko ‘sözleşmeye göre meşru imiş gibi değerlendirilmelidir’” sonucuna varmaktadır.
Ben tüm bunları tehlikeli saçmalıklar olarak görüyorum. Buchanan ve Tullock’ın ortaya çıkışına kadar, ister devlet savunucusu (apolojisti) ister devletin anarşist bir eleştirmeni olsun, herkesin devletin doğası, yani devletin gerçekte ne olduğu konusunda neredeyse evrensel bir fikir birliği vardı. Devletler kategorik olarak firmalardan farklı örgütlenme biçimleri olmalarıyla tanınıyordu: Yani firmaların aksine, her devlet temelde zorlamaya dayanıyordu. Buchanan’ın aksini iddia etmesi çocukça bir entelektüel hata olarak görülebilirdi.
Büyük Avusturyalı iktisatçı Joseph Schumpeter (ki kendisi Viyana ya da Avusturya Okulu’ndan ziyade Lozan Okulu’nun bir üyesidir) bir keresinde Buchanan’ınki gibi görüşler hakkında şunları söylemiştir: “Vergileri kulüp aidatlarına ya da örneğin bir doktorun hizmetinin satın alınmasına benzeterek yorumlayan bir teori, sosyal bilimlerin bu bölümünün bilimsel zihin alışkanlıklarından ne kadar uzak olduğunu kanıtlar.” Bu tespite tüm kalbimle katılıyorum.
Akkurt: Profesör Hoppe, biraz da politik konulara dönmek istiyoruz. Bir liberteryen olarak, Irak’a yönelik Amerikan müdahalesi hakkındaki görüşleriniz nelerdir? 11 Eylül’le başlayan olayların liberteryen düşünce açısından talihsiz bir dönüşüm olduğunu düşünüyor musunuz?
Hoppe: Liberteryenler krizlerin, özellikle savaşların, her zaman devlet için iyi, özgürlük için kötü olduğunu bilirler. Olağanüstü hâl kılıfı altında devletin gücü ile iktidar alanı artırılır ve bireysel özgürlükler kısıtlanır. 11 Eylül sonrasında ABD’de cereyan eden olaylar da tam bu doğrultuda gelişmiştir. Örneğin, kısa süreli o sözde Vatansever Yasası (Patriot Act), İç Güvenlik Bakanlığı’nın (U.S. Department of Homeland Security) kurulması, havayollarının ve havayolu güvenliğinin bir ölçüde ulusallaştırılması ve benzeri.
Bunun yanı sıra, krizler devletin yararına olduğu için devletler, her zaman olmasa da çoğunlukla bu krizleri bizzat yaratırlar. Örneğin, ABD Başkanı Roosevelt’in Japonya’nın Pearl Harbor’a yaklaşmakta olan saldırısından haberdar olduğuna dair kanıtlar günümüzde oldukça güçlü ve makul görünmektedir. Ancak bu konuda hiçbir şey yapmadı, çünkü olayın gerçekleşmesini istiyordu, böylece Amerikan halkına İkinci Dünya Savaşı’na girmesini sağlayacak bir ‘gerekçe’ sunabilecekti ki bunu uzunca bir süredir yapmak istiyordu.
Irak için henüz her şey bilinmiyor. Kesin olan, Başkan Bush ve kronist arkadaşlarının bir grup utanmaz yalancı olduğudur. Ancak bu olay pek de sürpriz olmadı. Uzun bir süredir, aksi kanıtlanana kadar hükümet açıklamalarının (her yerde olduğu gibi ABD’de de) yalan olmasını bekleme şeklinde bir alışkanlığım var. Bush ve adamlarının 11 Eylül’den çok önce Irak’a karşı savaşa girmeye karar verdikleri giderek daha fazla açığa çıkmaya ve barizleşmeye başladı. Oysa 11 Eylül olmasaydı, ABD kamuoyunun savaşa destek vermemesi nedeniyle bunu yapmak zaten imkânsız olacaktı. 11 Eylül, planlanan saldırının gerçekleştirilmesi için bir ‘neden’ sağladı. Doğal olarak bu durum, Bush’un -Roosevelt gibi- bu olaydan önceden haberdar olup olmadığını ve bunu kendi çıkarları için kullanmaya karar verip vermediğini merak ettiriyor. Bu sorunun cevabını bildiğimi iddia etmiyorum. Örneğin Alman yayınlarında, Alman ‘istihbaratının’ ABD’ye önceden ayrıntılı uyarılarda bulunduğu bildirilmiştir. Gerçekte ne olduğunu öğrenmemiz uzun zaman alabilir.
Her hâlükârda Irak’a düzenlenen saldırı, Bush hükümetinde bir araya gelen Evanjelik misyonerlik bağnazlığının, Siyonizm’in ve pişkin ekonomik emperyalizmin (petrol) garip bir karışımının sonucudur. Irak tam anlamıyla mükemmel bir hedefti. Açıkça Saddam Hüseyin ve Usame bin Ladin arasında hiçbir bağlantı olmamasına rağmen, başlangıçta ABD’de Irak savaşına önemli bir destek vardı. Elbette liberteryenler için komşularının akıllarını yitirdiğini, tanımadıkları ve kendilerine hiçbir zarar vermemiş insanların öldürülmesi ve evlerinin yıkılması için yaygara kopardıklarını görmek üzücüdür. Ancak Amerikalılar yavaş ama emin adımlarla bu geçici akıl sağlığı kaybından kurtuluyor ve ihanete uğradıklarını anlamaya başlıyorlar.
Öte yandan, romancı Ayn Rand’ın adını taşıyan çeşitli örgütlere bağlı sözde liberteryenler de Irak savaşını coşkuyla desteklemiş ve hatta ABD’nin daha da ileri giderek tüm Müslüman dünyasını ‘özgürleştirmesini’ talep etmişlerdir. Gerçek liberteryen pozisyon ise bundan tamamen farklıdır. Liberteryenler pasifist değildir. Ancak onlara göre şiddet sadece savunma durumunda meşru ve haklıdır, saldırmak için değil ve ABD’nin güya-saldıran bir Irak’a karşı kendini savunmak için hareket etmediği de kesindir. Doğru, Saddam Hüseyin ‘kötü bir adamdı’. Ancak bu durum ABD’nin Irak’ı işgal ve istilasını bir özgürleştirme eylemi hâline getirmez. Eğer A, C tarafından rehin tutulan B’yi serbest bırakırsa, bu bir özgürleştirme eylemidir. Ancak A, B’yi rehin almak için B’yi C’nin elinden kurtarırsa bu bir özgürleştirme eylemi değildir. A’nın D’yi öldürerek B’yi C’nin elinden kurtarması bir özgürleştirme eylemi değildir. A’nın B’yi C’den kurtarmak için D’nin parasını zorla alması da bir özgürleştirme eylemi değildir. Buna göre, özgürleştirilenler tarafından oy birliğiyle karşılanan gerçek özgürleştirmenin aksine, ABD işgali ‘özgürleştirilmiş’ Iraklılar nezdinde evrensel bir coşkudan çok farklı ve uzak bir tepkiyle karşılanmıştır.
Akkurt: Devletin toplumdaki rolü hakkında ne düşünüyorsunuz? Devlet pratik bir gereklilik midir, yoksa gerekli bir kötülük müdür? Türkiye gibi devletçi bir modelden klasik liberal bir topluma geçişi nasıl yorumlarsınız?
Hoppe: Öncelikle devlet ile neyi kastettiğimizi derhal tanımlamalıyız. Ben standart tanım olarak adlandırılabilecek bir tanımı benimsiyorum: Devlet, (kendisinin de taraf olduğu anlaşmazlıklar da dâhil olmak üzere tüm anlaşmazlık durumları için) nihai yargı yetkisini ve dolaylı olarak vergilendirmeyi bölgesel olarak tekelinde bulunduran bir kurumdur.
Mikroekonomide “tekellerin” tüketiciler açısından “kötü” olduğunu öğrenmiştik. Tekel, klasik anlamıyla, bir mal veya hizmetin tek bir üreticisine tanınan münhasır bir ayrıcalık, yani ‘serbest girişin’ olmaması olarak anlaşılmaktadır. Böyle bir tekel, tüketiciler için kötüdür, çünkü üretim alanına yeni girecek potansiyel müşterilere karşı kapalı olduğundan, kaçınılmaz olarak x’in fiyatı daha yüksek ve kalitesi daha düşük olacaktır.
Devletin nihai yargıç ve kolluk kuvveti olarak tekel olması söz konusu olduğunda bu mantık neden farklı olsun ki! Devletin klasik bir tekel konumunda olduğu düşünüldüğünde, adaletin fiyatının daha yüksek, kalitesinin ise daha düşük olmasını beklememiz gayet doğaldır. Daha da kötüsü, Devlet kendisini ilgilendiren çatışmalarda bile yargıç olduğu için, devletin çatışmayı kendi çıkarları doğrultusunda ‘çözmek’ adına fiilen çatışmaya neden olması beklenmelidir. İşte bu da adalet -iyi bir şey- değil, adaletsizlik -kötü bir şey- demektir. Yani, sorunuza cevap vermek gerekirse: Hayır, ben devleti gereksiz bir kötülük olarak görüyorum. Çok sayıda rakip sigorta ve tahkim kurumunun olduğu doğal bir düzende, adaletin fiyatı düşecek ve kalitesi artacaktır. En son iki kitabım, özellikle de Democracy: The God That Failed ve ayrıca The Myth of National Defense adlı kitaplarım, devletsiz toplumların -yani kendi kendini yöneten toplumların- nasıl işleyeceğini ve nasıl olağanüstü bir refah yaratacağını oldukça detaylı bir şekilde açıklamaktadır.
Türkiye gibi ülkeler için özgürlüğe doğru geçiş hedefleri ne olacak? Benim cevabım Almanya, Fransa, İtalya ya da diğer büyük ülkeler için ne ise Türkiye için de aynıdır. Demokrasi ya da demokratikleşme çözüm değildir - tıpkı eski Sovyet İmparatorluğu ülkelerinde de çözüm olmadığı gibi. Ayrıca AB’de olduğu gibi merkezîleşme de çözüm değildir. Keşke kitabım Türkçeye çevrilse!
Aksine, özgürlük için en büyük umut küçük ülkelerden geliyor: Monako, Andorra, Lihtenştayn, hatta İsviçre, Hong Kong, Singapur, Bermuda, vb. ve bir liberal olarak böyle on binlerce küçük bağımsız varlıktan oluşan bir dünya umut etmeliyiz. Neden merkezî Türk hükümetiyle dostane ilişkilerini sürdüren ama artık ona vergi ödemeyen ya da ondan herhangi bir ödeme almayan ve artık merkezî hükümet hukukunu tanımayan ama kendi İstanbul ya da İzmir hukukuna sahip olan özgür ve bağımsız bir İstanbul ve İzmir şehri olmasın?
Merkezî devletin (ve AB gibi süper devletlerin) savunucuları ve apolojistleri, bağımsız siyasi birimlerin bu şekilde çoğalmasının ekonomik parçalanmaya ve yoksullaşmaya yol açacağını iddia etmektedir. Ancak, ampirik kanıtlar bu iddiaya keskin bir şekilde karşı durmaktadır: Yukarıda bahsi geçen küçük ülkelerin hepsi çevrelerindeki ülkelerden daha zengindir. Dahası, teorik değerlendirme de bu iddianın sadece bir başka devletçi mit olduğunu göstermektedir.
Küçük hükümetlerin çok sayıda yakın rakibi vardır. Eğer kendi tebaalarını rakiplerinden gözle görülür şekilde daha fazla vergilendirip regüle ederlerse, emek ve sermaye göçünden zarar görmeleri kaçınılmaz olacaktır. Dahası, ülke ne kadar küçükse, iktisadi korumacılık yerine serbest ticareti tercih etme yönündeki talep ve baskı da o kadar büyük olacaktır. Hükümetin dış ticarete her müdahalesi hem ülke içinde hem de ülke dışında göreli bir yoksullaşmaya yol açar. Bununla birlikte, bir bölge ne kadar küçükse, bu etkinin iç piyasa üzerinde yıkıcı ve daha şiddetli olması olasılığı o kadar artar. Eğer ABD korumacılık yapsaydı, ABD’nin ortalama yaşam standartları düşerdi ama kimse açlıktan ölmezdi. Aynı şeyi tek bir şehir, örneğin Monako yapsaydı, neredeyse anında kıtlık ve açlık baş gösterirdi. En küçük sesesyonist (ayrılıkçı) birim olarak tek bir haneyi düşünün. Sınırsız serbest ticaret yaparak, en küçük bölge bile dünya pazarına tamamen entegre olabilir ve iş bölümünün her türlü avantajından yararlanabilir. Gerçekten de bu birimin sahipleri dünyanın en zengin insanları bile olabilirler. Öte yandan, aynı hane halkı sahipleri bölgeler arası ticaretten vazgeçmeye karar verirlerse, bunun sonucu yoksulluk ya da ölüm olacaktır. Buna göre, bölge ve iç pazarı ne kadar küçükse, serbest ticareti tercih etme olasılığı da o kadar yüksektir.
Dahası, burada açıklayamayacağım ama sadece işaret edebileceğim gibi, sesesyon (merkezî hükümetten ayrılma) aynı zamanda parasal entegrasyonu da teşvik eder ve dalgalanan ulusal kâğıt para birimlerinden oluşan mevcut parasal sistemin yerini tamamen hükümet kontrolü dışında bir emtia para standardının almasına yol açar. Özetle, dünya serbest ticaret ve altın gibi uluslararası bir emtia parası yoluyla ekonomik olarak bütünleşmiş küçük liberal hükümetlerden oluşacaktır. Bu, daha önce duyulmamış bir refah, ekonomik büyüme ve kültürel ilerlemenin yaşandığı bir dünya olacaktır.
Akkurt: Liberteryen düşüncenin gelişmekte olan ülkelerdeki etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz? IMF ve Dünya Bankası’nın etkisi altında, bu ülkelerin daha serbest bir piyasa ekonomisine doğru yol alabileceklerini düşünüyor musunuz? Klasik liberal değerler bağlamında, Türkiye de dâhil olmak üzere, bu ülkelerin geleceği hakkında iyimser misiniz?
Hoppe: İnsanoğluna akıl bahşedilmiştir. Bu nedenle, gerçeğin eninde sonunda kazanacağına dair her zaman umutlu olabiliriz. Türkiye gibi herhangi bir ülke hakkında iyimser olup olamayacağımız şu sorunun cevabına bağlıdır: Bir ülkenin entelektüel elitinin kaçı, ne kadarlık bir kısmı, iktisadi esasları sağlam bir şekilde kavramış durumdadır? Liberal bir düşünce kuruluşunun temel görevlerinden biri de bu tür insanları üretmek ve çoğaltmak ve böylece iyimserlik için nedenler yaratmaktır.
‘Gelişmekte olan’ dünyada anlaşılması gereken şey şudur: Bazı ülkelerin zengin, bazılarının ise fakir olmasının nedenleri vardır ve bu nedenlerin fakirlerin zenginler tarafından ‘sömürülmesiyle’ pek ilgisi yoktur (ancak böyle bir şeyin varlığı da su götürmez bir gerçektir). Genel refaha giden tek bir yol vardır: Tasarruf ve yatırım. Zengin ülkeler zengindir, çünkü kişi başına büyük miktarda sermaye malı biriktirmişlerdir. Fakir ülkeler fakirdir, çünkü çok az sermaye biriktirmişlerdir. Neden bazı yerlerde çok fazla tasarruf-yatırım ve sermaye birikimi varken diğerlerinde azdır? Çünkü bazı yerlerde özel mülkiyet nispeten yüksek derecede güvence altındadır ya da eskiden güvence altındaydı, bazı yerlerde ise özel mülkiyet müsadere (el koyma), vergilendirme ve regülasyonlar nedeniyle sürekli saldırı altındadır. Özel mülkiyetin güvende olmadığı yerlerde tasarruf ve yatırım da az olacaktır.
İşgücü maliyetlerinin ABD ya da Batı Avrupa’dakinden çok daha düşük olmasına rağmen, gelişmekte olan dünya olarak adlandırılan ülkelerde özel yabancı yatırımlar neden ya çok azdır ya da hiç yoktur? ABD’de sürekli olarak düşük ücretli üçüncü dünya ülkelerine ‘iş ihraç edildiğine’ dair yakınmaları duymuşsunuzdur. Ancak şaşırtıcı olan, bu tür bir ihracatın gerçekte ne kadar küçük olduğudur. Tekrar ediyorum: Yabancıların gelişmekte olan ülkelere daha fazla yatırım yapmamasının temel nedenlerinden biri, özel mülkiyet haklarının son derece korunmasız ve belirsiz olmasıdır.
Dahası, ‘gelişmekte olan’ dünyada sağlam bir para birimi ve para sisteminin mülkiyet güvenliğinin son derece önemli bir yönü olduğu anlaşılmalıdır. Hepsinden önemlisi, şu temel yasa anlaşılmalıdır: Devletin kâğıt para arzındaki bir artış toplumsal refahı asla ve asla arttıramaz. Sonuçta, bu sadece renkli kâğıt parçalarının sayısındaki bir artıştır. Tek bir ek tüketici ya da üretici malı yaratmaz. Eğer daha fazla kâğıt para daha fazla zenginlik yaratabiliyorsa, neden hâlâ etrafta yoksul insanlar dolaşıyor? Enflasyonun başarabileceği ve başardığı tek şey, mevcut toplumsal zenginliğin, ek paranın üreticisi olan hükümet ve onun yakın müşterileri lehine (ve kendi parasal gelirleri değişmezken sonuç olarak daha yüksek fiyatlar ödemek zorunda kalanların zararı pahasına) sistematik olarak yeniden dağıtılmasıdır. Kâğıt para enflasyonu hırsızlık ve müsaderedir ve ‘gelişmekte olan’ ülkelerin hükümetleri paranın güvenliğine karşı en büyük suçu işleyenler olmuştur.
Gelişmemiş dünyaya tavsiyem: Para da dâhil olmak üzere özel mülkiyetin güvende olduğu bir yerin itibarına erişin (örneğin İsviçre’yi düşünün). O zaman başarılı olursunuz. Aksi takdirde başarılı olamazsınız.
IMF veya Dünya Bankası’nın yardımlarına ise hiç güvenmeyin. Aksine, bu kurumlar büyük bir ekonomik fesat ve yanlış bilgilendirme kaynağıdır. Başta ABD olmak üzere Batılı hükümetler tarafından sırf kendi çıkarlarını desteklemek amacıyla kurulmuşlardır. Bu kurumlarda binlerce ‘uzman’ bürokrat, az çalışma gerektiren ve egzotik avantajlar sunan iyi maaşlı işlerde çalışmaktadır. Bu ‘uzmanlar’ ekonomist iseler, büyük olasılıkla Keynesyenlerdir; yani onlar için kâğıt paranın tedavi edemeyeceği hiçbir sorun yoktur. Bu bürokrasi, ABD ve müttefik hükümetlerinin ‘yoktan var ettiği’ (bastığı) kâğıt parayla donatılmıştır. Mali sıkıntı içindeki ülkelerin hükümetlerine, güya onları sıkıntıdan kurtarmak için kredi pazarlığı yürütmektedir.
Bu elitist yapıdan aşağıdaki öngörü çıkarılabilir: Uluslararası bürokratların borç verdikleri paralar kendi paraları ya da özel yatırımcıların paraları olmadığı için, politika önerilerinin gerçekten işe yaraması ve kredilerin geri ödenmesi konusunda çok az endişeleri olur ya da hiç olmaz. Daha da kötüsü, kredilerle kurtarılanlar ‘zor durumdaki hükümetler’ olduğu için, ekonomik sıkıntılar ve bu tür sıkıntılara yol açan politikalar aslında teşvik edilmektedir (Zimbabwe ve Mugabe’yi düşünün!). Dolayısıyla, tersine, kendi politika reçetelerinin başarısızlığı, kurumların kendi varlıklarını sürdürmeleri ve büyümeleri için bir neden oluşturmaktadır. Hükümetler ekonomik sorunlara neden olmasaydı IMF ne yapardı?
Bu nedenle IMF ve Dünya Bankası ile iş birliğinden korkulmalı ve kaçınılmalıdır.
Yorumlar