top of page

Günümüz İçin Revizyonizmin Önemi Üzerine

Murray N. Rothbard - 15.03.1966


İkinci Dünya Savaşı’na ve kökenlerine (önceki savaşlarda da olduğu gibi) uygulanan revizyonizmin genel işlevi, savaş zamanı yalanları ve propagandasıyla uyuşturulan Amerikan ve dünya kamuoyuna tarihsel gerçeği sunmaktır. Bu kendi başına bir erdemdir. Ancak elbette tarihin bazı gerçekleri, günümüz kaygılarıyla çok az ilgisi olan, büyük ölçüde antika bir ilgi alanı olabilir. Bu durum, günümüz dünyası için çok kritik bir öneme sahip olan İkinci Dünya Savaşı revizyonizmi için geçerli değildir.


Revizyonizmden çıkarılabilecek derslerin en az önemlisi, Almanya ve Japonya’nın, doğuştan dünya barışını tehdit etmeye yazgılı ve meyilli, benzersiz “saldırgan uluslar” olmadıkları gerçeğidir. Daha önemli ve büyük dersler ise ne yazık ki henüz alınmamıştır.


Amerika Birleşik Devletleri, bizi ve Batı dünyasını yüzyılımızdaki diğer iki feci savaşa sürükleyen (Garet Garrett’in dâhiyane ifadesiyle belirtmek gerekirse) “korku ve böbürlenme kompleksine” bir kez daha kapılmış durumdadır. Amerikan halkı bir kez daha, sadece en sorgulayıcı ve rasyonel olanın aklını başına toplayabileceği şekilde, neredeyse ağız birliği etmişçesine bir savaş propagandası ve savaş histerisi sağanağına maruz kalmaktadır. Bir kez daha, daha önce de duyduğumuz aynı eski Kötü Adam (Bad Guy) özelliklerine sahip bir Düşman’ın, nesiller önce bazı “kutsal metinlerde” (belirsiz kalan nedenlerle) “dünyayı fethetmeye” karar veren şeytani, monolitik (yekpare) bir Düşman Kötü Adam’ın sahneye çıktığını görüyoruz.


O zamandan beri Düşman, karanlık, gizli ve şeytani bir şekilde, komplo kurarak dünyayı fethetmeyi “planlamış”, büyük, güçlü ve ezici bir askerî makine inşa etmiş ve aynı zamanda casusluk, sabotaj ya da diğer devletlerin “kuyusunu kazmaya” yönelik her türlü eylemi gerçekleştirmek üzere hazır bekleyen, her merkez karargâhtan gelen ajanlar ve kuklalardan oluşan bir ordu olarak işlev görebilecek güçlü bir uluslararası ve “bozguncu” “beşinci kol” oluşturmuştur. Dolayısıyla Düşman “monolitiktir”, sadece ve sadece tepeden, birkaç usta idareci tarafından yönetilir ve her zaman tek amacı olan dünya fethi düşüncesiyle hareket eder. Burada zihinde canlandırılması gereken Kötü Adam modeli, uluslararası bir öcü olarak öne sürülen Dr. Fu Manchu gibi biri olabilir.


Bu durumda savaş propagandasına göre Düşman’ın tek bir amacı vardır: Dünyanın fethi. Asla ona saldırabileceğimizden korkmak ya da savunma amacıyla hareket ettiğine inanmak ya da kendine saygı duymak ve başkalarının gözünde olduğu kadar kendi gözünde de itibarını ve özsaygısını koruma arzusu gibi insani duygulardan muzdarip değildir. Mantık gibi insani niteliklere de sahip değildir.


Hayır, onu tesir altına alabilecek tek bir duygu vardır: Üstün gücün tesiriyle “geri adım atmaya” mecbur kalacaktır. Bunun nedeni, bir Fu Manchu olmasına rağmen, aynı zamanda Western filmlerindeki Kötü Adam gibi oluşudur: İyi Adam güçlü, tepeden tırnağa silahlı, kararlı vs. ise onun karşısında sinecektir. İşte burada korku ve böbürlenme kompleksi söz konusudur, yani Düşman’ın sözde amansız ve sürekli komplolarından duyulan korku; Amerika’nın muazzam askerî gücünden ve Düşman’ı “kontrol altına almak”, “geri püskürtmek” ya da “ezilen ulusları” “özgürleştirmek” için dünyanın dört bir yanına karışmasından duyulan böbürlenme.


Şimdi revizyonizm bize, o zamanlar ve hatta şimdi Hitler ve Japonlar hakkında çok yaygın olan tüm bu mitlerin baştan sona bir safsatalar yumağı olduğunu öğretiyor. Bu dehşete dair her bir kanıt ya tamamen gerçek dışıdır ya da gerçekle tam olarak örtüşmemektedir. Eğer insanlar Hitler Almanyası hakkındaki bu entelektüel sahtekârlığı öğrenirlerse, o zaman aynı efsanenin mevcut Üçüncü Dünya Savaşı versiyonu hakkında sorular sormaya ve araştırmaya başlayacaklardır. Hiçbir şey mevcut savaşa doğru koşar adım gidişi bundan daha hızlı durduramaz ya da insanların uzun bir duygulanım ve klişe cümbüşünden sonra dış ilişkiler konusunda yeniden akıl yürütmeye başlamasına neden olamaz.


Çünkü aynı efsane artık aynı eski yanlışlara dayanmaktadır. Soğuk Savaş yanlıları “Münih mitini”, yani Münih’te “saldırganın” “yatıştırılmasının” onun “saldırganlığını” “beslediği” (yine Fu Manchu ya da Vahşi Canavar benzetmesi) ve “saldırganın” fetih sarhoşluğuyla İkinci Dünya Savaşı’nı başlatmasına neden olduğu suçlamasını giderek daha fazla kullanmaktadır. Bu Münih miti, Komünist ülkelerle her türlü rasyonel müzakereye karşı önde gelen argümanlardan biri olarak kullanılmış ve en zararsız uzlaşma arayışları bile “yatıştırma” olarak damgalanmıştır. İşte bu nedenle Alan John Percivale Taylor’ın muhteşem The Origins of the Second World War (İkinci Dünya Savaşının Kökenleri) adlı kitabı, National Review’un sayfalarında belki de en çarpık ve çılgınca eleştiriyi almıştır.


Amerikalıların Kötü Adamların (Nasyonal Sosyalistler ya da Komünistler) ille de savaş istemesi ya da arzulaması ya da dünyayı “fethetme” peşinde olmadıklarını (“fetih” umutlarının askerî değil de tamamen ideolojik olabileceğini); muazzam askerî gücümüzü ve saldırgan duruşumuzu kendilerine saldırmak için kullanma olasılığımızdan da korkabildiklerini; hem Kötü Adamların hem de İyi Adamların müzakereyi mümkün kılan ortak çıkarları olabileceğini (örneğin, her ikisinin de nükleer silahlarla yok edilmek istemiyor olabileceğini); hiçbir örgütün “monolit” olmadığını ve “ajanların” genellikle sözde “efendileri” ile birlikte ayrışabilen ve de ayrışan ideolojik müttefikler olduğunu; ve sonuncu ama hepsinden önemli olarak, bir hükümetin iç politikasının çoğu zaman dış politikasına hiçbir şekilde endeksli olmadığını öğrenmelerinin zamanı gelmiştir.


Son tahlilde hâlâ Woodrow Wilson’ın “demokrasilerin” hiçbir zaman kendiliğinden savaşa girmeyeceği ve “diktatörlüklerin” her zaman savaşa girmeye eğilimli olduğu şeklindeki delüzyonunun ceremesini çekmekteyiz. Her ne kadar çoğu diktatörün (ve kesinlikle Nasyonal Sosyalistlerin ve Komünistlerin) iç programlarından rahatsız olsak da, bunun onların dış politikalarıyla zorunlu bir ilişkisi yoktur: Gerçekten de tarihte pek çok diktatörlük pasif ve durağan olmuş, aksine pek çok demokrasi de savaşı teşvik etme ve yürütme konusunda öncülük etmiştir. Revizyonizm, bu Wilson mitini nihai olarak yok edebilir.


Bir demokrasi ile bir diktatörlüğün savaş yürütme kapasitesi arasında tek bir gerçek fark vardır: Demokrasiler her zaman halkı kamçılamak ve ikna etmek için çok daha yaygın bir şekilde aldatıcı savaş propagandası yaparlar. Savaş yürüten demokrasilerin vatandaşlarını kamçılamak için çok daha fazla propaganda yapmaları ve aynı zamanda seçmenleri kandırmak için politikalarını çok daha yoğun bir şekilde ikiyüzlü bir ahlâkçı söylemle kamufle etmeleri gerekir. Diktatörlüklerin buna ihtiyaç duymaması, politikalarının yüzeysel olarak daha savaşçı görünmesine neden olur ve bu yüzyılda “kötü bir basına” sahip olmalarının nedenlerinden biri de budur.


Revizyonizmin görevi, bu yüzeyselliklerin ve görünüşlerin altında yatan gerçeklere nüfuz etmek olmuştur; bu gerçekler, kesinlikle bu yüzyılda, üç büyük “demokrasi” olan Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Fransa’nın saldırgan savaşı kışkırtma ve yürütme konusunda diğer üç ülkeden daha kötü olduğunu göstermektedir. Bu gerçeğin farkına varılması, mevcut sahnede hesaplanamaz bir öneme sahip olacaktır.


Muhafazakârlara “demokrasi” mitinin dayanıksızlığının hatırlatılmasına gerek yoktur; artık “totaliter demokrasi” kavramına, kitlelerin azınlıklara zulmetme eğilimine aşinayız. Muhafazakârlar bu gerçeği iç işlerinde görebiliyorlarsa, neden dış işlerinde görmesinler?


Revizyonizmin bize öğretebileceği daha spesifik ama bir o kadar da önemli başka dersler de mevcuttur. Soğuk Savaş ile Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Batı demokrasileri tarafından Doğu Avrupa’nın işlerine karışmak amacıyla başlatılmıştır. Doğu Avrupa ile ilgili en büyük güç odaklı olgu, buradaki küçük ulusların kaderinde Almanya ya da Rusya’nın dostça ya da başka türlü egemenliği altına girmelerinin yatıyor olmasıdır.


Birinci Dünya Savaşı’nda ABD ve İngiltere, Rusya’nın Doğu Avrupa’nın o zamanlar Avusturya-Macaristan ve Almanya’nın hakimiyetinde olan kısmına doğru genişlemesine yardımcı olmak için savaşa girmişlerdi. Hem Batı’da hem de Doğu’da sayısız can kaybına ve içeride militarizm, devletçilik ve sosyalizmde muazzam bir artışa mal olan bu işgüzarlığımız, Almanya’nın Doğu Avrupa’ya hakim olmasını engellemek için Doğu Avrupa’da ABD ve İngiltere’yi İkinci Dünya Savaşı’na sokan bir duruma yol açtı.


İkinci Dünya Savaşı biter bitmez (ABD’de devletçilik, militarizm ve sosyalizmdeki muazzam artışla birlikte), ABD ve İngiltere, Almanya’nın ortak yenilgisinin doğal bir sonucu olarak Rusya’yı Doğu Avrupa üzerindeki hakimiyetinden uzaklaştırmak için bir Soğuk Savaş başlatmak zorunda olduklarını hissettiler. ABD, Doğu Avrupa’ya kendi istediği bir çözümü dayatmak uğruna Amerikan halkının, hatta insan ırkının kaderiyle daha ne kadar oynayacak? Ve eğer “komünizmi yok etmek” için bir soykırım gerçekleştirirsek ve (şüpheliyim ki) geriye herhangi bir Amerikalı kalırsa, Amerikan sistemi gerçekte komünizmden ne kadar ayırt edilebilir olacaktır?


Soğuk Savaş’ın iki önemli yönü olmuştur: Doğu Avrupa üzerinde ABD ve İngiliz hegemonyası kurmaya çalışmak ve gelişmemiş ülkeleri Batılı emperyalist yörüngenin dışına çıkaracak milliyetçi devrimleri bastırmaya çalışmak. Burada da İkinci Dünya Savaşı revizyonizminin bugün bize öğreteceği önemli dersler vardır. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere, ABD’nin desteğiyle, emperyalist oyuna geç başlayan önemli bir ticari rakibini engellemeye çalışmak için Almanya’ya karşı savaşa girmişti. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından önce İngiltere ve Fransa, emperyalist yarışa geç katılan Almanya ve Japonya’ya karşı emperyalist egemenliklerini korumaya çalıştılar.


Ve şimdi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Birleşik Devletler emperyalizm asasını Britanya ve Fransa’nın zayıflamış ellerinden devraldı. Revizyonizm bize Amerika’nın artık emperyalizmde dünya devi hâline geldiğini, dünyanın gelişmemiş bölgelerinde kukla ve vasal devletleri desteklediğini ve bu ülkeleri Amerikan emperyal yörüngesinden çıkaracak milliyetçi devrimleri şiddetle bastırmaya çalıştığını göstermektedir.


Garet Garrett’ın da dediği gibi, “Cumhuriyet ile imparatorluk arasındaki sınırı geçtik.” Emperyalizme karşı son derece popüler olan ulusal kurtuluş hareketleriyle ittifak kuran komünizm, ikiyüzlü bir şekilde “özgürlük” adına, şimdi Vietnam’da Kızıl olmaktansa ölmeyi tercih etmelerini sağlamak ve Amerikan emperyal egemenliğini korumak için bütün bir ulusu yok etmeye çalışmak şeklindeki Soğuk Savaş politikasının mantıksal sonucuyla uğraşıyor.


Bütün bunlar revizyonizmin bize öğretmesi gereken derslerdir. Çünkü revizyonizm son tahlilde hakikat ve rasyonalite üzerine kuruludur. Hakikat ve rasyonalite her savaş çılgınlığındaki ilk kurbanlardır; ve bu nedenle bunlar, günümüz “piyasasında” yine son derece nadir bulunan metalardır. Revizyonizm, günlük olayların ve günlük propagandanın yapay çılgınlığına, tarihsel gerçeğin serinkanlı ama son tahlilde görkemli ışığını getirir. Günümüz dünyasında böyle bir gerçeğe neredeyse umutsuzca ihtiyaç duyulmaktadır.


 

Murray Newton Rothbard, 2 Mart 1926’da New York’ta doğmuş ve 7 Ocak 1995’te aynı şehirde hayatını kaybetmiş bir Amerikan ekonomist, tarihçi, filozof, yazar, hukuk ve siyaset teorisyenidir. Özellikle Anarko-kapitalizm felsefesini harmanladığı Avusturya İktisat Okulu ile ilişkilendirilir. Rothbard, Ludwig von Mises’in en önde gelen öğrencisi olarak Avusturya İktisat Okulu’nun üçüncü jenerasyonunun da başını çekmiş ve Mises’in öğretilerine sadık kalarak, serbest piyasa ekonomisi, bireysel özgürlük ve devletsizlik gibi temel etik ilkelere çok önemli katkılarda bulunmuştur. Rothbard, Mises’in magnum opus’u olan Human Action (İnsan Eylemi) adlı eserindeki fikriyatı genişlettiği 1962 tarihli Man, Economy, and State (İnsan, İktisat ve Devlet) adlı eseriyle Avusturya İktisat Okulu’nun fikirlerini daha geniş kitlelere tanıtmıştır. Bu eserinin içine daha sonra kattığı Power and Market (İktidar ve Piyasa) adlı kapsamlı ek ile Anarko-kapitalizmin felsefî temellerini kurmuştur. Rothbard, bu kitapta, piyasanın her türlü faaliyeti barışçıl ve sorunsuz yönetebileceğini ve devletin müdahalesinin, hatta salt varlığının piyasanın işleyişini bozduğunu savunmuştur. Ayrıca Rothbard, ABD’deki Liberteryen Parti’nin kurucuları arasındaydı ve birçok kesimden insanı etkileyerek liberteryenizme kazandırdı. Ancak, Rothbard’ın felsefesi ve özellikle Anarko-kapitalizm yaklaşımı, eleştirmenleri tarafından radikal ve uygulanamaz olarak nitelendirilmiştir. Yine de Rothbard’ın radikalizmi, onun temel felsefesi olan özgürlükçü düşüncenin sonuçlarından kaynaklanmaktaydı ve özgürlükçü bir düzenin ancak radikal bir şekilde uygulanmasıyla gerçekleşebileceğine inanmaktaydı. En önemli çalışmalarından olan “Anatomy of the State” (“Devletin Anatomisi”) adlı makalesinde de belirttiği üzere devletin özgürlüklere müdahalesini sınırlandırmak için sadece belirli düzenlemeler yapmak yeterli değildi; devletin tamamen ortadan kaldırılması gerekiyordu. Nitekim devletin varlığı bile özgürlükleri sınırlandırmak ve gasp etmek anlamına geliyordu.

Çevirmen: Fırat Kaan Aşkın

Bu makale ilk olarak Rampart Journal of Individualist Thought’un 1966’daki Bahar sayısı, Cilt 2, No. 1’de “On the Importance of Revisionism for Our Time” adıyla yayınlanmıştır.
132 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
Yazı: Blog2 Post
bottom of page