top of page

Mülkiyet: İşlenmemiş Arazinin Mülk Edinilmesi I Murray N. Rothbard

[Bu makale İnsan İktisat ve Devlet'in 2. bölümünden alınmıştır.]

...her türlü mülkiyetin kökeni eninde sonunda, insan tarafından, kullanılmamış bir doğa-vergisi aktörün mal edilmesine (appropriation) ve onun, emeğini, bir sermaye malı ya da tüketim malı üretmek amacıyla bu doğal faktörle "karıştırmasına" (mixing) indirgenebilir. Çünkü hediyeler ve mübadeleler yoluyla yapılan analizin en başına gidersek, bir insana ve sahip olunmamış bir doğal kaynağa ulaşmamız gerekir. Serbest bir toplumda, daha önce hiç kullanılmamış herhangi bir doğa parçası, sahip olunmamış niteliktedir ve dolayısıyla o, bir insanın sahipliğine onun ilk kullanımı ya da insanın kendi emeğini bu kaynakla birleştirmesi yoluyla girer.


Bir bireyin doğa vergisi bir faktör üzerinde tasarruf hakkı nasıl belirlenecektir? Columbus, yeni bir kıtaya ayak bastığında, yeni kıtanın tamamının, veya gözünün görebildiği kadar alanın kendisine ait olduğunu söylemesi meşru mudur? Açıkçası, bu bizim doğruluğundan şüphe etmediğimiz serbest bir toplumda söz konusu olmayacaktır. Columbus ya da Crusoe'un toprağa sahip olduklarını iddia etmeden önce onu kullanmaları, bir şekilde toprağı "işlemeleri" gerekir. Bu "işleme", toprağın muhtemel tek işlenme biçimi olmasına rağmen, onun ekilip biçilmesini içermek zorunda değildir. Eğer doğal kaynak toprak ise, kişi, onu bir ev ya da bir otlak, veya kerestelik ağaç yetiştirme yeri vs. amacıyla da temizleyebilir. Eğer sınırlı bir emek arzıyla kullanılabilecek olandan daha azla arazi varsa, o zaman, kullanılmamış arazi açıkça ilk kullanıcının sahneye çıkmasına kadar sahipsiz kalacaktır. Birinin kullanmadığı yeni bir kaynağı istemeye yönelik bir teşebbüsün, ilk kullanıcı haline gelecek olan her kim ise onun mülkiyet hakkının işgali olarak değerlendirilmesi gerekecektir.


Bununla birlikte, arazinin, bir insanın mülkiyeti olarak kalmaya devam edebilmesi için kullanımının devam etmesine gerek yoktur. Jones'un yeni bir araziyi kullandığını ve ardından onu karlı bulmayarak terk etmeye bıraktığını varsayalım. Ya da onun yeni bir toprağı temizlediğini ve dolayısıyla onun tasarruf hakkını elde ettiğini, fakat sonra onu artık üretimde faydalı bulmadığını ve boş kalmasına izin verdiğini varsayalım. Serbest bir toplumda bu kişi, tasarruf hakkını kaybedecek midir? Hayır, çünkü o, bir kere emeğini doğal kaynakla birleştirdiği zaman, doğal kaynak onun sahip olduğu arazi olarak kalır. Onun emeği toprakla geri dönülemez biçimde karışmış ve dolayısıyla toprak sürekli olarak onun sahipliğine girmiştir. Daha sonraki bölümlerde, emeğin toprakla karışıp karışmadığı sorununun onun piyasa fiyatıyla ya da sermaye değeriyle alakasız olduğunu göreceğiz; mübadele açısından (catallactic) geçmiş ilgiye haiz değildir. Bununla birlikte, mülk sahipliğinin oluşumunda bu soru önemlidir, çünkü söz konusu karışma bir kere meydana geldiği zaman, insan ve onun varisleri doğa vergisi aktörü mülk edinmiş olur ve başka herhangi birisi için onu ele geçirmek işgalci bir faaliyet olacaktır.


Wolowski ve Levasseur'un belirttikleri gibi:

Doğa (insan) tarafından kendi kullanımı için mülk edinilmiştir; doğa, insanın kendisine ait hale gelmiştir; o, onun mülküdür. Bu mülk meşrudur; o, insan için kendi yeteneklerinin serbestçe kullanımı olarak, kutsal bir hakkı oluşturur. O, ona aittir, çünkü tamamen kendisinden gelmiştir ve kesinlikle kendi varlığından doğan bir unsurdan başka bir şey değildir. İnsandan önce neredeyse maddeden başka bir şey yoktu; ondan sonra ve onunla birlikte değiş tokuş edilebilir servet vardır. Üretici, böylece değerli hale gelen bir şeye kendi şahsından bir parça katmıştır ve bu nedenle o, dış dünyada faaliyette bulunan insanın yeteneklerinin devamı olarak değerlendirilebilir. Hür bir varlık olarak insan, kendine aittir; şimdi, sebep, yani üretken güç bizzat kendisidir; sonuç, yani üretilen servet yine kendisidir. İnsan kişiliğinin bu kadar açık bir şekilde damgasını vurduğu bir sahiplik hakkına karşı çıkmaya kim cesaret edebilir?

Bazı eleştirmenler, özellikle Henry George'cular bir insanın ya da onun varislerinin, kendi emeğinin ürününe ya da onun karşılığında mübadele edilen herhangi bir şeye hak kazanabilirken, orijinal doğa-vergisi bir faktöre, bir "doğa armağanına" hak kazanmadığını öne sürerler. Bir insan için bu armağanı mülk edinmek, güya tüm insanların eşit olarak kullanmaya hakkı olduğu müşterek bir mirasın işgali olacaktır. Ancak bu, kendiyle çelişen bir pozisyondur. Bir insan, sadece ayakta duracak yer bile olsa, doğanın sunduğu orijinal faktörlerin birlikte işlemesi olmaksızın hiçbir şey üretemez. Dolayısıyla, herhangi bir sermaye malını ya da tüketim malını üretmek ve elde etmek için, insanın orijinal doğa-vergisi bir faktöre sahip olması ve onu kullanması zorunludur. O, tek başına emeğiyle, ürünlere tam olarak biçim veremez; onun, emeğini orijinal doğa-vergisi faktörlerle karıştırması gereklidir. Bu nedenle, toprak ya da diğer doğa-vergisi faktörlerde mülkiyet insan tarafından inkar edilirse, onun, kendi emeğinin meyvesi olarak mülk edinmesi nasıl mümkün olacaktır?


Üstelik, toprak meselesinde, bu toprağı basit değersiz bir şey konumundan alıp üretim cephesine ilk taşıyan olmaktan daha iyi bir hak kazanımının ne olduğunu görmek zordur. Çünkü bu ilk kullanıcının yaptığı şeydir. O, daha önce sahip olunmamış ve kullanılmamış olan, ve dolayısıyla da herhangi bir kişi için değersiz olan bir faktörü alır ve onu sermaye ve tüketim malları üretimi için bir araca dönüştürür. Mülkiyetin komünizmi gibi meseleler bu kitabın(İnsan, İktisat ve Devlet) ileriki kısımlarında tartışılacakken, sadece dünyaya gelmiş olma gerçeğini, dünya toprağının tüm bölen bir parçasının otomatik olarak sahiplenilmesi gerektiğinin sebebi olarak görmek hakikaten zordur. Çünkü ilk kullanıcı emeğini toprakla birleştirmiştir, buna karşılık ne yeni doğan bir çocuk ne de onun ecdadı bu araziyle ilgili bir şey yapmıştır.


Havanların durumunu dikkate aldığımızda sorun daha da açığa kavuşacaktır. Hayvanlar "ekonomik arazidir", çünkü onlar orijinal doğa-vergisi üretim faktörleri olma yönüyle fiziki araziye denktirler. Fakat bir ineği, kendi kullanımına tahsis ederek bulup evcilleştiren bir insanın, o ineğe yönelik tasarruf hakkını kim reddedecektir? Çünkü bu, arazi örneğinde vuku bulan şeyin tam aynısıdır. Daha önce değersiz olan "vahşi" arazi, vahşi hayvanlar gibi, aş ve insan tarafından yine insan için faydalı mallara dönüştürülmüştür. Emeğin "karışımı" diğer örnekte olduğu gibi burada da denk bir hak kazanımını doğurur.


Yine, "üretimin" neyi ihtiva ettiğini hatırlamalıyız. İnsan üretim yaptığı zaman, madde yaratmaz. O, veri maddeleri kullanır ve onları ihtiyaç duyduğu mallara dönüştürür ve yeniden tanzim eder. Kısaca, insan, maddeyi tüketime doğru daha ileriye taşımış olur. Onun toprağı ya da hayvanları bulması ve onları kullanıma geçirmesi de böyle bir dönüşümdür.


Dolayısıyla, halihazırda bir toprak parçasının payına düşen değer önemli olsa bile, o, sadece insanların toprak üzerinde gerçekleştirdiği sayısız eski çaba nedeniyle "ekonomik arazi"dir. Tasarruf hakkını meşru gördüğümüz zaman, toprağın daima geçmiş emeği bünyesinde taşıması aşırı derecede önemli hale gelir.


Eğer veri orijinal doğa faktörleri anlamında hayvanlar da "arazi" ise, o zaman su ve hava da öyledir. "Hava"nın, sahip olunması mümkün kıt bir faktörden ziyade insan refahının bir koşulu olarak mülk edinilemez olduğunu görmüştük. Bununla birlikte, bu, sadece olağan koşullar altında teneffüs edilen hava için geçerlidir. Mesela, eğer bazı insanlar kendi havalarının değiştirilmesini ya da "koşullara uygun" (sıcak-soğuk gibi) hale getirilmesini isterlerse, o zaman bu hizmet karşılığında bir bedel ödemek zorunda kalacaklardır ve "koşullara uygun hava" üreticiler tarafından sahip olunan kıt bir mal haline gelir.


Dahası, "hava"yı, radyo dalgaları ve televizyon görüntüleri gibi şeyleri aktarmanın bir aracı olarak düşünürsek, radyo ve televizyon amaçları için elde edilebilir sadece sınırlı miktarda bir dalga frekansı vardır. Bu kıt faktör insan tarafından mülk edinilebilir ve sahip olunabilirdir. Serbest bir toplumda, bu kanalların sahipliği aynen arazi ya da hayvanlarda olduğu gibi, ilk kullanıcıların mülkü elde ettiği bir biçimde bireylere gidecektir. 1 .000 kilohertz bir dalga uzunluğunun ilk kullanıcısı Jones, kendi dalga sahası için bu uzunluğun mutlak sahibi olacak ve bu çerçevede onu kullanmaya devam etme, onu terk etme, satma ve sair hakları elinde bulunduracaktır. Jones'un bu dalga uzunluğu üzerinde bir verici inşa eden başka bir kişi, aynen başka birinin hayvanlarını çalan bir adam ya da başkasının arazisini ihlal eden bir kişi gibi, bir başkasının mülkiyet hakkını şgal etmekten suçlu olacaktır.


Aynı şey su için de doğrudur. Genellikle (küçük) göl ve kaynak suları durumunda suyun sahip olunabilir olduğu kabul edilmesine rağmen, su, en azından ırmak ve okyanuslardaki su, bir çok insan tarafından mülk edinilemez ya da sahip olunmaz görülmüştür. Şimdi deniz yolları açısından açık denizlerin, gemicilik rotaları bakımından bol olmaları nedeniyle muhtemelen mülk edinilemez olduğu doğrudur. Ancak, bu, okyanuslarda balıkçılık hakları açısından doğru değildir. Balıklar, insan ihtiyaçlarına nispeti yönüyle kesle sınırsız miktarlarda elde edilebilir değildir. Dolayısıyla onlar mülk edinilebilirdir (nitekim onların stoku ve kaynağı bizzat tutulmuş balıklardır) . Gerçekten de, uluslar daima "balıkçılık hakları" konusunda çekişme içindedirler. Serbest bir toplumda, okyanusların mülke tabi alanları için balık tutma haklarına bu alanların ilk kullanıcıları tarafından sahip olunacak ve ardından kullanılabilir ya da başka bireylere satılabilir hale gelecektir. Balık içeren su alanlarının sahipliği, avlanacak hayvanlar ihtiva eden ormanların ya da arazi mıntıkalarının özel sahipliğiyle doğrudan doğruya benzerdir. Bazı insanlar, suyun akıp gitmesi ve toprak gibi sabit bir konumunun bulunmaması nedeniyle ortaya çıkan zorluğa işaret ederler. Ancak, bu, tamamen geçersiz bir itirazdır. Arazi de, kuvvetli rüzgarlarda toprak yerinden koptuğu zaman "hareket etmiş" olur. Daha önemlisi, suyun, enlem ve boylam açısından belirgin bir şekilde sınırlarının çizilebileceğidir. O zaman, bu sınırlar, balığın ve suyun bir kişinin mülkünden başka birinin mülküne gidebildiği tam bilgisi altında, bireyler tarafından sahip olunan alanın çerçevesini belirleyecektir. Mülkün değeri bu bilgiye göre belirlenecektir.


Diğer bir iddia, ilk kullanıcı tarafından sahipliğin elde edilmesinin, doğa-vergisi aktörlerin gayri iktisadi bir dağılımıyla sonuçlanacağıdır. Böylece, bir adam, en iktisadi dağılım 15 acre'lik birimler olacakken, sadece 5 acre'lik belli bir araziyi çitleyebilir, ekip biçebilir ya da başka şekillerde kullanabilir. Bunula birlikte, serbest bir toplumda takip edilen, ilk kullanıcının ilk sahipliği kuralı, sahipliğin bu dağılımla sona ermesi gerektiği anlamına gelmemektedir. Durum bunun tam tersidir. Bu örnekte, sahipler ya kendi varlıklarını ortak bir biçimde kullanacaklar, veya en etkin bireysel sahipler diğerlerinin hisselerini alacaklardır, ve üretimde toprağın her biriminin nihai ölçeği 15 acre olacaktır.


Eklemek gerekir ki, burada açıklanmış olan hür bir toplumdaki arazi mülkiyeti teorisinin, yani ilk kullanıcının ilk sahipliğinin, geç on dokuzuncu yüzyılda J. K. Ingalls ve öğrencileri tarafından öne sürülen, görünüşte benzer diğer bir toprak mülkiyeti teorisiyle hiçbir ortak yönü yoktur. Ingalls sürekli sahipliği, sadece toprağın fiili sakinleri ve kişisel kullanıcıları için savunmuştur. Bu, ilk kullanıcının orijinal sahipliği görüşüne aykırıdır.


Öncelikle, Ingalls sistemi toprak aktörlerinin bir hayli gayri iktisadi bir dağılımını ortaya çıkaracaktır. Küçük "çiftlik" (homestead) türü mülklerin gayri iktisadi olduğu arazi sahalarının buna rağmen kullanılması gerekecek, ve toprağın tüketiciler tarafından çok fazla talep edilen diğer kullanım alanlarına gitmesi engellenecektir. Bir kısım arazi sunî biçimde ve zorlamayla kullanımdan çekilmiş olacaktır; çünkü bizatihi sahipleri tarafından kullanılamayan araziler boş durmak zorunda kalacaktır. Üstelik, bu teori kendiyle çelişiktir, çünkü o aslında sahipliğe hiçbir surette imkan vermeyecektir. Sahipliğin başlıca koşullarından biri, mülkün, sahibin ya da sahiplerin uygun gördüğü biçimde satın alınması, satılması ya da kullanılmasıdır. Küçük emlak sahiplerinin (small holders), mukim olmayan büyük mülk sahiplerine satış yapma hakkı bulunmayacağı için, onlar gerçekte hiç toprak sahibi konumunda olmayacaklardır. Neticede Ingalls tezi, mülkiyet sorunuyla ilgili olarak, son tahlilde, Toplumun (sözde Devletin şahsında) toprağa sahip olması gerektiği şeklindeki George'cu görüşe avdet etmektedir.


Murray N. Rothbard ekonomi, tarih, siyaset felsefesi ve hukuk teorisine büyük katkılarda bulundu.


Çevirmen - Ahmet Uzun ve Ayşe Meral Uzun


Bu makale İnsan İktisat ve Devlet'in 2. bölümünden alınmıştır.

117 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
Yazı: Blog2 Post
bottom of page