top of page

Michael Shermer, Atilla Yayla ve Anarko-Kapitalist İktisat

24/09/2013 - Serkan Kiremit
“Orman kanuna geri götüren şey kesinlikle devletçiliktir –çatışmaya, uyumsuzluğa, sınıf mücadelesine, fetih ve herkesin herkese karşı savaşına ve genel yoksulluğa geri gidiş. Karşılıklı hizmetler içinde barışçıl rekabet “mücadelesi”nin yerine, devletçilik hesaplama kaoslarını ve politik imtiyaza ve sınırlı/asgari geçime dayalı Sosyal-Darwinist rekabetin ölümcül mücadelesini ikame eder.”
Murray N. Rothbard

Çoğunlukla insanlar kötü deneyimlere göre hareket ederler. Başlarından geçen kısmetsizlikler ve kötümser ilişkiler, doğa için normal karşılansa da insanların mantıklarında negatif çağrışımlar olarak algılanırlar. Duygusal kırgınlıklar bazen insanın gözünü ve muhakemesini kör eder. İyisi ve dahası varken hemen baştan reddederler. Düşünceyi sonuna kadar düşünemezler. Bir yerlere takılıp kalırlar. Ve hatta çoğunlukla oldukları yerde patinaj çekmeye başlarlar. Pasifleşirler, ilgisiz kalırlar. Daha kötüsü artık onları bazı entelektüel şeyler heyecanlandırmaz. Tıkanırlar, tükenirler, olayları anlayamaz ve kavrayamazlar. Duygusal bozukluklar bu kişilerin muhakemesini etkiler ve artık onlar için her şey tedirginliğe dayalıdır. Kesinlik, netlik ve şüphesiz fikirler yoktur.


Bir de ikinci tip vardır. Duygusal kırgınlıklarını telafi etmek için yırtıcı olurlar. Öyle ki inatla “doğru ve gerçek” gözlerinin önündeyken bile sırf gıcıklık olsun diye “metotsal olarak” eksiksiz şeyleri es geçerler. “Sıra dışı” olmamak ama “popüler” olmak için de hep gücün hizmetinde iş görürler. Çünkü başka duygusal kırgınlıklara tahammülleri yoktur. Artık onlar için muhakeme, akılcılık, gerçek ve doğru yoktur. Bencil dürtülerini tatmin etmek için suyun başındakilere yamanırlar. Kendi gibi olmayanları da suçlar ve yok sayarlar. Dümen suyuna gitmek onlar için rahatlatıcı olur. Çünkü güçlünün yanında olmak hem seni ekonomik açıdan hem de ün açısından yenilmezlik duygusuna sokacaktır. Artık böyle biri, dışa dönük yaşamda saldırgan ama iç dünyasında müthiş mutsuz bir insandır. Çünkü asla iki duygu bir bedende yaşayamaz.


Bu hâl ve tavırlara iki örnek vermek istiyorum. İlki, Michael Shermer adındaki değerli yazar ve bilim adamı hakkında. Michael Shermer, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki en yetkin kuşkucudur. Skeptic dergisinin kurucusu ve başyazarıdır. Skeptics Society’nin yöneticisidir. 2007 yılında Sinem Gül’ün çevirisiyle Varlık Yayınları’ndan çıkan “İyilik ve Kötülüğün Bilimi” adlı kitabında rasyonalizmden vazgeçip deneyciliğin ve şüpheciliğin kollarına kendini bıraktığında nasıl liberteryenizmden soğuduğunu anlatmaktadır.


Bu kitabı yazmadan önce, anarşist-kapitalizm denilen, tümüyle serbest piyasa ve özel sözleşmeler yoluyla yönetilen devletsiz bir toplum yanlısı su katılmamış bir özgürlükçüydüm. O zamandan bu yana, insanın ahlâklı ve ahlâksız doğası arasındaki denge çok hassas olduğu için, bu tür bir toplumun muhtemelen işlemeyeceğine karar verdim. Çok fazla dönek ve düzenbaz, çok fazla hırs ve açgözlülük var. Yanılıyor olabilirim, ama toplumsal deney tamamlanana –geniş çaplı bir serbest piyasa toplumu kurulup bir yüzyıl boyunca başarıyla işleyene- dek, aşırı özgürlükçülükten -liberteryenizmden- kuşkulanmayı sürdüreceğim. Kuramda iyi görünüyor, ama felsefeci değilim ben, bilim adamıyım; ampirik deneyi düşünce deneyine tercih ederim. Biz burada atomlarla değil, insanlarla uğraşıyoruz. Küçük bir değişimin beklenmedik sonuçlarının sistemde birikerek çok büyük etkiler yarattığı toplumsal deneyler her zaman fiziksel ve biyolojik deneylerden daha karmaşıktır.¹

İkinci örneğim ise Atilla Yayla’dan olacaktır. Prof. Dr. Atilla Yayla, Türkiye’de liberalizmin kurucularından ve Anadolu halkına özgürlüğü tanıtanlardandır. Lakin Hayek’in ayak izlerini mutlak bir biçimde takip ederken es geçtiği akılcılık ve klasik liberalizm bağlantısını birbiri ile ilişkilendiremediği için, liberal düşünceyi şüpheye ve muhafazakâr bilgi felsefesine bağlamıştır. Düşüncesine öyle düğüm atmıştır ki aslında gönlü ve muhakemesi kesinlikle liberteryenizmden yana olsa da bunu saklamayı ve bastırmayı seçip Hayekyen düşünceye itaatini tekrar dillendirmek zorunda kalmıştır.


Utanmayı gerektirmeyen bir itiraf yapmak gerekirse ben bir klasik liberal olarak toplumdaki sivil insanlara ve gönüllü insan birliklerine kamu otoritesini kullanma gücüne sahip politikacılardan ve bürokratlardan daha çok güveniyorum. Bu yüzden, anarko-kapitalizm bana çok hoş görünüyor. Ne var ki teorik zaafları (özellikle sigorta şirketleri arasındaki ihtilaflara bakacak hakem şirketlerden birinin tekelleşmesinin nasıl engelleneceğini ve bedavacılık probleminin vergileme gücüne sahip bir otorite olmadan nasıl çözüleceğini gösterememesi) bir yana, anarko-kapitalizm, en azından yakın ve orta vadede hayata aktarılamayacak bir teori gibi duruyor. Nitekim tarihteki örnekleri de genelde mevzi ve küçük çaplı. Ben insanların devletten vazgeçeceklerini sanmıyorum. Bunun niye böyle olduğunu anlatmak ve ispatlamak için derin felsefî tartışmalara girmeye belki hiç gerek yok. Benim argümanım şu: Bazı insanlar yönetmek, bazı insanlar yönetilmek istiyorlar. Bu böyle olduğu sürece bir siyasi otorite var olacak. Bunu (yani devletin -siyasi otoritenin- kalıcı olduğunu) akılda tutmak, ama devletin hak ve özgürlükleri yok eden bir canavara dönüştürülebileceğini de unutmamak lazım. Anarko-kapitalizm bunu hatırlamamıza yardımcı oluyor.²

Michael Shermer düşüncesini akılcılıktan şüpheciliğe çevirdiği vakit, klasik liberalizmi -liberteryenizmi- anlamlandırması kuşkuya düşmüştür. “Acaba” diye başlayan fikirler asla tam yol alamazlar. Shermer böylece insan doğasını kuşkuyla karşılayarak keşmekeşliğin insan hayatının içerisinde içkin olduğuna kanaat getirmiştir. Yani, bütün insanlar olmasa da bazı insanlar tecavüzün, hırsızlığın ve hayvanî dürtülerin diğer insan sosyalleşmesine egemen olacağından serbest piyasaya (gönüllülüğe) dayalı bir toplumun insanlığa iyilik ve güzellik katamayacağını, böylelikle devletli (zora dayalı) bir toplumun diğer seçeneğe göre daha uyumlu ve makul olduğunu düşünmüştür.


Michael Shermer mutlak bir şüpheci olduğu için fikirlerini bir temele ve zemine oturtamadığından entelektüel düşüncesini bir sona, manaya ve amaca dönüştürememiştir. Shermer’ın bilimselliği aynı çarşıda annesini kaybetmiş çocuk gibi siyasetini arayan veyahut yönünü seçemeyen sigara dumanı gibidir. Çünkü Shermer, şüpheciliğini yani muhafazakâr bilgi felsefesini, deneyciliğe dayandırmaktadır.


Biliriz ki bir şüpheci asla mutlak bir şekilde inanacağı bir entelektüel metot yolunu takip edemez. Öyle değil mi? Şüpheci her daim şüpheye dayanmalıdır. Oysaki yöntemsel metot, hakikate atılan bir adım olduğu kadar, şüpheyi “şüphesiz doğruya” taşıyacak bir yoldur. Shermer böylece şüphe etmekten kuşkulanmayarak, aslında karşı çıktığı bilimsel yöntemi kendisiyle çelişerek doğrulamıştır. Yani Shermer “her yol Roma’ya çıkar” deyimini doğrularcasına “dogmatizmi” onaylamıştır.


Şüpheci kalmak için şüphe etmekten bile kuşkulanmaya devam etmeliyiz. Açıkçası Shermer şüphe etmeye devam etmesi için ya “nihilist” olmalıdır ya da şüpheyi buruşturup bir kenara atmalıdır. Düşünceyi sonuna kadar düşünmek budur. Sosyal bilimlerde ya dogmatiksindir (rasyonalistsindir) ya da nihilistsindir (hiççisindir). İkisinin ortası yoktur. Ve asla birbirlerine dönüşemezler. İnsan algısına uğramış üçüncü bir fikir asla yoktur.


Shermer felsefeci olmadığından düşünceyi, muhakemeyi, mantığı ve akılcılığı reddedip bilakis bilim adamı olduğundan deneysel bilgiyi üstün görmektedir. Bu durumda tecrübenin -deneyciliğin- sosyal bilimlerde doğruluğunun ispatı uzun seneler alacağı için, Shermer “akılcılık ve klasik liberalizm teoride iyi de olsa, liberteryenizmin insan doğasıyla birlikte var olması için yüzyıllar boyu evrim tarihinde birlikte yol almaları lazım” diyor. Yani Shermer’a göre devletçilik, hükümetçilik, müdahalecilik ve zora dayalı toplum binlerce yıldır insanlığın evriminde olduğu için doğrudur ancak liberteryenizm ve anarko-kapitalizm evrensel tarihte uzun süreden beri var olmadığından geçerliliğine şüphe ile yaklaşılmalıdır.


Böylece Shermer’ın tuhaf fikri ortaya çıkıyor. Bir şey teoride, muhakemede, mantıkta ve pratikte doğru olsa da tarihte karşılaşılmadığı sürece bir şey gerçek olamaz. Peki öyleyse sosyal bilimlerde 17. yüzyıla kadar devam eden kölelik kurumu, aristokrasi ya da mutlak monarşiye ne olmuştur? Shermer’a soruyoruz. Ne olmuştur? Biz size söyleyelim… Hepsi, önce klasik liberal teorinin düşünsel saldırılarıyla yerle bir olmuştur. Daha sonra dünyanın her yerinde kölelik kurumu ve aristokrasi mutlak bir şekilde sona ermiştir. Monarşi mutlaklıktan yavaş yavaş kukla yönetime dönüşüp oradan da sadece eski bir gelenek olarak kendini devam ettirmektedir. Dünyanın belli kısımlarında monarşi gözükse de halk meclisleri monarşinin her şeye dokunan elini geriletmiştir. Öyleyse Bay Shermer, 16. yüzyılda yaşayan birisine köleliğin, aristokrasinin ve mutlak monarşinin bir gün bir daha geri gelmeyecek şekilde yok olacağını söylesem, aynen sizin gibi saçmalardı. Oysa “bir şey” doğal hukuk, rasyonalizm ve iktisat yasalarınca hep birlikte onaylanıyorsa tecrübeye ve tarihe bakmamıza gerek yoktur. O doğrudur ve gerçekleşmeye hazırdır. Şimdi, yarın ya da ertelenmiş gelecekte ama mutlaka bir şekilde gerçekleşecektir. Aynen bugün Bay Shermer’ın reddettiği şeyler gibi… Hocam Atilla Yayla’ya gelirsek, onun liberteryenizm ile problemi tamamıyla uzun dönemli karamsar bakışı ile alâkalıdır. Yayla, Hume-Hayek geleneğine zamkla yapıştığı için, düşüncesi ve eylemi sadece “bugüne” endekslidir. Hume-Hayek geleneğinin en zararlı metotçusu Karl Popper’dır. Popper, siyasî ve ekonomik kalkınmayı ve gelişimi aynı muhafazakârlar gibi parça parça değiştirme ve adım adım ilerlemede bulmuştur. Bu metotsal keşif Hayek tarafından insan bilgisizliğine ve geleceğin ne olacağına dair körlüğe sebebiyet vermiş ve böylelikle Hume-Hayek geleneğinin uzun dönem karamsarlığına yol açmıştır. Bu da onu anarko-kapitalizmin veya liberteryenizmin uzun dönemli iyimserliğini yok saymaya taşımıştır. Bu geçiştirme Yayla’yı entelektüel doğru ve gerçeğin peşinden uzaklaştırmış, şimdinin karamsar ve günü kurtaran liberal-demokrat (muhafazakâr-demokrat da olabilir) sabit fikrine demir atmasını sağlamıştır. Yayla’nın aceleciliği uzun dönemi hesaplayamaması mıdır? Yoksa entelektüel hayatında bir şeyleri mi kurtarmasıdır? Bu soruya cevabı elbette özgürlükler tarihi verecektir. Bir aydın asla bundan kaçamaz. Günü kurtarabilir, popülerliği artabilir, para kazanabilir, hükümet çevresinin entelektüeli olabilir. Ama asla tutarlı, onurlu ve ilkeli insanlar üzerinde etkisi olamaz. Ancak saygıdeğerliği ve esaslı bilim adamlığı her daim sorgulanır ve sorgulanacaktır da… Atilla Yayla geriye baktığında, tarihte gördüğü tek gerçek Yöneten-Yönetilen evliliği olduğudur. Oysa bu evlilik mutsuz ve huzursuz bir birlikteliktir. Aynı Efendi-Köle Kurumu gibi asla akla hitap etmeyecek bir düşüncedir. Bir şey tarihte oldu diye, birileri arzu etti diye akla, özgür medeniyete, doğaya ve iktisat yasalarına aykırı şeyler sürekli var olacak değildir. Bugünden geleceğe baktığımızda uzak ve ulaşılması imkânsız gözüken şeyler aslında bir deprem yahut volkan gibi, alttan alta ufalanan ve bir anda açığa çıkan lavlar gibi eski-düzeni deviriverir. Bu hem halktan hem de düzenin sahiplerinden gelmiştir. İnsan o an içinde olayların nasıl buraya geldiğini ve nasıl gerçekleştiğini bile anlayamaz! (Belki fizik, biyoloji ve iktisat yasalarını bilen aydın takımı hariç, lakin onlar da zamanını bilemez.) Elbette insanlar tercihlerini sadece “eski düzen” yönünde de kullanabilir. Çünkü insan, bilinçli tercihler üzerine yaşamı çeşitlendirir. Asla tarihsel materyalizmin veya kendiliğinden doğan düzenin kölesi değildir. Kırılgan gelecekten korkan insanlar efendilerine yani yöneticilerine sefil bir kararlılıkla bir tas çorba ve yırtık elbise için itaat edebilir. Önlerine atılan emekliliklere, sosyal sigorta primlerine ve asgari ücrete kanıp yaşamını pis ve korkak bir şekilde de geçirebilir. Şahsî güvenlik ve işinden atılmamak için olanla yetinebilir. İlâhî yalanlara kanıp öbür dünyada mutlu ve bolluk içinde olacağına inanarak vurdumduymaz da olabilir. Lakin asla devletçilik, hükümetçilik, tatlı despotizm ya da liberal-demokrasi uzun dönemde kendi kendisini besleyemez. Onlar insanların gönüllü köleliğine muhtaçtır. Rızalarına, oylarına, vergilerine ve desteklerine… Çünkü her türlü hükümet -en liberali olan minarşi dâhil- zorbalığa, soygunculuğa, şiddete, tekelciliğe ve müdahaleye dayalıdır. Yayla, insanlığın devletten vazgeçmeyeceğini söylemektedir. Böyle bir entelektüel açıklama olamaz. Zaten kimse kendi eliyle kendi menfaatlerini bir hamle ile terk etmez. Yani hem yönetici sınıf hem de vergi ile geçinen kesim bir anda ilâhî bir coşkuyla elindeki kazançları asla diğer tarafa bırakmaz. Bunun için ayakları yere sağlam basan bir zemin üzerine çıkılacak bir teori ve her türlü eleştiriye dayanacak bir bina tesis edilmelidir. Bu binanın kapısı herkese açık olmalıdır. Herkese dayalı bir teori pratiğe geçtiği vakit onun önünde artık durulamaz. Bugün çok şükür bu andayız. Geçmişin özgürlükçüleri yavaş yavaş bizlere şunu miras bıraktı: çatışmacı siyasî fikirden barışçıl işbirliğine dayalı iktisadî fikre ulaşmamızı sağladılar. Yani müdahalecilikten (zorbalıktan) mübadeleciliğe (alışverişe dayalı gönüllü işbirliği sistemine) geçtik. Artık özel mülkiyete dayalı işbölümü sisteminde hükümete, yöneticilere, bürokrasiye değil, doğal mülkiyet hakkına dayalı hukuka, etiğe ve karşılıklı yardımlaşmaya dayalı işbirliğine ihtiyaç vardır. Tam teşekküllü özgürlük için hem liberal demokrasiye hem de liberal anayasaya asla ihtiyaç yoktur. Bu iş 19. yüzyılın ikinci yarısında bitmiştir. Teori tamamlanmıştır. Artık elimizde kuvvetli argümanlar hazırdır. Anı beklemektedir. Ona yapılacak katkı entelektüel olarak elimizdeki kanıtları insanlığa anlatmak, olması gerekenin peşinde koşmak, doğada bulunmayan suni sınıfları sürekli eleştirmek ve onlara “vergi verenlerle” beraber “vergi ile geçinenleri” iktidardan indirmek ve birilerinin o yere geçmesini ebediyen engellemektir. Önce güzellikle, tatlı dille sonra eğitimle, olmadıysa sürekli devrimci hâlle… Yani vergi vermeyi, askere gitmeyi ve oy vermeyi reddederek devletten hiçbir şey almamak ve ona hiçbir şey vermemek hâliyle… Yayla karamsar düşüncelerine devam ediyor. Diyor ki anarko-kapitalizmde devlet olmadan sigorta ve güvenlik şirketleri belli bölgelerde tekrar tekelleşebilir. Yani mafyalar belli bölgeleri aralarında paylaşabilir. Böylelikle devlet tekrar hortlayabilir. Biz, yani özgürlükçüler aynı mantıkla bu düşüncenin rövanşını alabiliriz. Devlet tekrar alanı ele geçirir ve biz tekrar özel mülkiyete dayalı işbirliği sistemini devreye sokarak entelektüel maçı uzatmada kazanabiliriz. Yani tekrar serbest piyasa sistemiyle devletçi sistemi yerle bir edebiliriz. Ve tekrar ve tekrar… Mücadelemiz böylece sürer. Zaten bu teorinin adı, Leviathan'la mücadele ve sürekli devrim teorisidir. Yeter ki hakikatin tarafında olan anlaşılsın. Çünkü hakikat korkulacak bir şeydir. Hakikat kendine güvenir. Yalandan korkmaz ve yalana karşı güç gösterebilir, direnebilir. Devlet, demokrasi ya da hükümet papağanları ne kadar propaganda yaparlarsa yapsınlar, halk uzun dönemde asla dalkavuklarla sürekli ilişki hâlinde olmak istemez. Yalan-dolan hikâyelere, sahte özgürlük peygamberlerine, gençliği zehirleyen muhafazakârlara ve günü kurtaran demokratlara inanmaz. Halk sonunda sürekli başarıya, huzura ve refaha eğilimlidir. Halk uzun dönemde derin bir muhakeme ve temiz bir mantığa sahip olanların peşinden koşar. Hatta düşünce ve eleştiri gücünü en son sınıra kadar götürenlerin peşinden gider. Yayla bir de şunu ekliyor: Devletsiz klasik liberal sistemde, bedavacılara çözüm yoktur. Yani diyor ki ana caddenin sahibi, arabaların caddeden geçişini yani para ödemeden geçen gizli kaçakları önleyemez veya güvenlik şirketleri bir bölgeyi korurken şirkete aidat ödemeyenleri de farkında olmadan korur. Böyle bir şey iktisatta mümkün değildir. Eğer bir şirket kâr-zarar dengesini ayarlayamaz ya da tüketicilere iyi hizmet sunmaz ise iflas eder. Şirketler bilir ki eğer bir yerde kaçaklar ve bedavacılar varsa hizmet sunduklarından o masrafı çıkartırlar. Ama kimse sonsuza kadar aptal değildir. Tüketiciler de bilir ki eğer bir şey para ödemeden gerçekleşebiliyorsa uzun dönemde asla o şeye para ödemezler. Böylelikle güvenlik şirketleri, serbest pazara dayalı olarak kaçakları ve bedavacıları önlemek zorundadır. Güvenlik şirketleri korudukları bölgelerde alarm sistemleri, kızılötesi sınırlar ve özel mülkleri belirledikten sonra bedavacıları yalnızlaştırabilir ya da caddeye konacak gişeler buna çaredir. Veyahut cadde sahibi tam tersine sadece dükkânların kira gelirlerinden elde edeceği sermayeyi arttırmak için caddeye giriş ve çıkışları serbest bırakır ve bedavacılık problemini sonsuza kadar düşünceler çöplüğüne gönderir. Hukuksal problemler anarko-kapitalist toplumda özel güvenlik ve sigorta şirketleri ile giderilmesinin yanında “insan ilişkilerini yöneten tarafsız kanunlar ve temel öncül doğal mülkiyet hakkı teorisiyle” yerli yerine oturur. Hırsızlık, kapkaç, tecavüz ve daha birçok adi suç bireyin seçtiği özel polis ve mahkemelerce tüze bilime göre değerlendirilir. Anlaşmazlıklar tarafsız ama gene özel yüksek mahkemelerce belirlenir. Suçlar genellikle hapis cezasıyla değil, tazminatla şekillenir. Ama açıkça öldürmeye karşılık sert doğal hukuk uygulanır. Dişe diş, kana kan… Bu, eski gerici düzen gibi görülebilir fakat bu aslında hukuk biliminin iktisat bilimi gibi olmasıdır. Yani hukuk bilimi değişmez, mutlak ve entelektüel hoşgörüye asla boyun eğmeyen bozulmaz ispatlar, temeller ve tezler üzerine kuruludur. İlkin her birey kendi kendisinin sahibidir, ikincisi her birey kendi bedeni ve mülkü üzerinde her hakka sahiptir, başkası üzerine ve başkasının mülkü üzerinde değil. Böylece hırsızlık, borçlarını ödememek, tecavüz, cinayet, zorbalık, kölelik, mülk saldırısı baştan suçtur. Diğer anlaşmazlıklarda bu mantık silsilesi takip edilerek çözüm elde edilir. Sonuçta doğal hukuk bireylerin toplumda yaşamaları için yani barış ve refah için, toplumsal koşullar altında başkalarının bedenine ve mülküne saygı göstermek zorundadır. Saygı göstermemek bir tercihtir. Lakin bunu tercih etmek terörü, savaşı, kirli işleri, kaosu ve zor zamanları seçmektir. Doğal hukuk açıkça keyfî yönetimlerin zıddıdır. Yani bugünkü modern hukuk bilakis pozitif devlet hukukudur yani keyfî yönetimin kurallarıdır. Seçim elbette bellidir: Ya kaos, devlet, terör, iç savaş, tiranlık ya da doğal hukuk, serbest piyasa, anarko-kapitalizm, sürekli barış ve refahtır. Anarko-kapitalist toplumda devlet olmadığından bilinen bir ulus ve ortak kamusal bir sınır yoktur. Böylelikle uluslararası anlaşmazlıklar da yoktur. Hazır kıta bekletilen ordular olmadığı için komşularla sorunlar yerel ve bireyseldir. Yabancı uluslar kime ne için savaş açacaktır! Zaten anarko-kapitalist toplumun yönetici kesimi olmadığı için diğer ulusları kızdıracak herhangi bir merkez de olmayacaktır. Böylece anarko-kapitalist toplumda savaş ve ulusal savunma gibi konular gündeme asla gelmeyecektir. Diyelim ki agresif bir yabancı devlet, özgürlükçü, hoşgörülü ve barışçıl bir anarko-kapitalist toplumu işgal etmeye girişti. Burada diğer uluslar da işin içine girmek zorunda kalacaktır. Ve unutulmasın ki saldırgan devletler, barışçıl bir toplumun birçok gelişmiş emniyet, güvenlik ve asayiş servisleri ile, aynı ideale inanmış bireyleri ile, özel orduları ile asla mülkünden kolay kolay çekilmeyeceğini bilmelidirler. Agresif devlet, anarko-kapitalist toplumun gerilla savaşçılarıyla uğraşmak zorunda kalacaktır. Bu aynı zamanda saldırgan devletin içerisindeki liberal aydınlarının da işgal edilmiş toplumu savunmasıyla agresif devletin politikasını etkileyecektir. Eminiz ki sonunda her emperyalist devlet gibi, saldırgan ve sömürücü taraf anarko-kapitalist toplumdan da çekilmek zorunda kalacaktır. Ve böylece anarko-kapitalist toplum her zulümcü devlet düzenine karşı dünya çapındaki büyük başarısıyla göz kırpacaktır. O beklenen mutlu günlere, “devletsiz topluma”... Değinilmesi gereken bir konu da anarko-kapitalist toplumda iç savaş ve terör bilmecesidir. Bu iki problem de anarko-kapitalist toplum dışındadır. Çünkü devletsiz bir toplumda yönetim yoktur, iktidar yoktur. Böylece kime karşı ne için terör uygulanacaktır! Azınlık hakları, ifade özgürlüğü ve mülkiyet hakları maksimum şekildedir. Ne için iç savaş ve terör çıkacaktır! Anarko-kapitalist toplumda hâkim bir sınıf olmadığı gibi hakları çiğnenmiş bir ulus ve kültür de yoktur. Bir hiç için asla terör ve iç savaş olmaz. Olsa olsa cinnet geçirmiş bireyler bulunurlar. Anarko-kapitalistler elbette saf-salak değildirler. Onlar ellerinde sihirli değnekle dolaşmazlar. Devletsiz düzende her şey güllük gülistanlık olmayacaktır. Asla şiddet bitmeyecektir. Yalnızca şiddeti önlemek için uygun adım marş giden bir toplumdan ziyade gönüllü, akılcı ve eğitime dayalı barışa uygun bir toplum oluşacaktır. Bu bilinçli olarak seçilecektir. Asla zorlama ile değil. Zorlama olmadığından toplum baştan; barışı, güvenliği ve hoşgörüyü tesis etmek üzere birleşecektir. Çünkü bu durumdan herkesin kazancı vardır. Doğal hukuk böylece bu toplumlarda kök saldıktan sonra diğer toplumlara da çekici gelecektir. Bu, çığ gibi büyüyen özgürlüğün sosyal işbirliği ile birlikte tam teşekküllü olarak uygulanmasına imkân tanıyacaktır. Öyle ki bu gönüllülük, bireylerin isterlerse komünist, dindar, muhafazakâr veya milliyetçi güvenlik şirketleriyle anlaşmasına varacaktır. Herkes kendi olmak istediği yere girebilmenin umuduyla yanıp tutuşacaktır. Herkes kendi gettosunda, kendi şirketinin kanatları altında mahallesinde olabilecektir. Hayat görüşleri bir olanlar her zaman birbirlerini bulurlar. Fakat anarko-kapitalist sistemde en güçlü halka gezginlerin olacaktır. Artık vize yoktur. Giriş-çıkış serbesttir. Yalnızca özel mülk alanlarının ticarî olmayan bölümlerine asla kimse giremez, tüketiciler dâhil, yalnızca bir istisna olarak herkese kapısını açmak isteyenlere neden kapın açık diye sorulamaz. Fakat bütün dünyanın boş arazileri herkesin olabilir. Çitlemek yeterlidir. Doğaldır ki bütün güzel yerler gene daha eli çabuk, girişimci ve güçlü güvenlik güçlerine sahip kişilerin olacaktır. Bu daha önce methettiğiniz “Devlet” düzeninde de böyleydi, yarın da böyle olacaktır. İstanbul Boğazı’na yerleşime yani yalılara her zaman zenginler sahip olmuştur. Yarın da bu olacaktır, hayaller kurmaya gerek yoktur. Yalnız zenginler bunu asla siyasî hile ile elde edemeyeceklerdir. Veyahut aristokraside olduğu gibi babadan oğula geçen bir unvanla -miras hariç- topraklara ve insanlara, aristokrat aileler fakirleşseler bile asla daimî olarak sahip olamayacaklardır. Fakirler “devlet” denilen boş hayalin bütün boş arazilerini alabilirler. Kimse karışamaz onlara... Notere tasdik ettirebilirler. Bu noterler tek bir hukuk çatısı altında değildir. Noter, “devlet onayı” demek değildir. Güvenlik şirketlerinin tasdikiyle gönüllü doğal hukuka bağlı şirketlerdir. Şirketler her çitlenen alanı tasdik edip kendi sigortalarına dâhil etmek için can atmaktadırlar. Bu, ilk noter işleminin bedava yapılmasına varacak kadar rekabet üst düzeyde olacaktır. Görüldüğü gibi Anarko-kapitalist toplum bütün sorulara hatta en ince problemlere bile cevap verecek şekilde bina edilmiş bir fikirdir. Hiç huzursuz olmadan ifade edelim ki bu iktisadî-sosyal sistem mükemmele yakın bir gerçektir. Lakin Yayla ve Shermer bunu bildikleri hâlde neden ısrarla anarko-kapitalist düzeni reddetmektedirler? Şöyle ki bugünün toplumunda yani devletli düzende, entelektüel olmak asla ticarethane sahibi, parti il yöneticisi veya belediye başkanı olmak değildir. Aydının tüketiciye, onaycılara veya reye ihtiyacı yoktur. Belki sadece okunmaya ihtiyacı vardır. Lakin o da sakattır. Çünkü okuyucu, entelektüelin düşüncesi üzerinde belirleyici olamaz. Entelektüel, düşünceyi sonuna kadar düşünmelidir. Aklını zorlamalıdır. Olması gereken üzerine kafa yormalıdır. Olan ile yetinmemelidir. Yukarıdaki iki örnek olarak Yayla ve Shermer ne yazık ki düşüncelerini sonuna kadar götürememişlerdir. Yaşamdan beklentilerine cevaben “olanın yanında” yer alarak kendilerine popüler alanda bir yer edinmek istemişlerdir. Bunu da büyük oranda başarmışlardır. Yalnız “olması gerekenler” uğrunda çalışanlar için bu durum kabul edilemez, hoşgörü gösterilemez ve saygı duyulamaz bir iştir. Çünkü bir entelektüel, “arz-talep” yasasına göre çalışmaz. Evet, onun işi zordur. Belki yalnız kalacaktır, ekmeksiz kalacaktır. Kimse onun yüzüne bakmayacaktır. Morali bozulacaktır. Yok sayılacaktır. Lakin onun iyimserliği başkalarının sömürücü çıkarlarının engelleyicisidir. Bu yüzden “olması gereken” için çalışanlar geride bırakılacaktır. Doğruluğun ve gerçeğin peşinde koşanlar yani gerçek aydınlar için bu durum anlaşılır bir şeydir. Ve insanlık için “olması gereken” her zaman “olan durumdan” daha ilkesel, ahlâkî ve saygıdeğerdir. Bundandır ki nezaket hak edene, “olması gereken için çalışana” gösterilir. Asla günü kurtaran, kendisini kurtaran ve popüler olmak için bütün doğru bildiği gerçekleri elinin tersiyle itene değil! Ne olursa olsun çıkarsız iş görene saygı gösterilir. Önemli olan elbette insanlıktır, özgürlük için mücadele etmektir. Onun dışına çıkıp hayvanî dürtülerle kendi nefsin için refah, mevki ve güvenlik talep ederken başkalarını önemsememek değildir. Saygı önce “olması gereken” için çalışanlara verilir, kendi bekasını ilerletmek için olanlara değil… Ayn Rand’ın çok satan kült romanının adı “Atlas Vazgeçti” idi. Yayla ve Shermer da vazgeçti… Peki, ne için?

Dipnotlar:

1. Michael Shermer, İyilik ve Kötülüğün Bilimi, Varlık Yayınları, İstanbul, 2007, ss. 290-291 2. Atilla Yayla, "Amerikan Liberalizmi Ne Kadar Liberal?", Liberal Düşünce Dergisi, Yıl 16, Sayı 64, Güz 2011, ss. 66-67


 

196 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Yazı: Blog2 Post
bottom of page