Liberteryen Bir Dış Politika Olarak Realizm
- Mises Enstitüsü
- 4 Ağu
- 5 dakikada okunur
Aaron Sobczak - 19.04.2025

Uluslararası ilişkilerin kaotik dünyasında jeopolitik söyleme birkaç düşünce okulu hâkimdir. Çeşitli etiketler taşıyan müdahaleci kesimler, ABD'nin bir dereceye kadar dünya jandarmalığı yapmasını arzularken, bir yandan da "izolasyonizm" [dünyadan soyutlanmacılık] politikasının tehlikelerine dikkat çeker. Aynı zamanda ABD, kurallara dayalı düzen Washington'ın keyfî çıkarlarıyla çatıştığında bu otoriteyi reddetmekten çekinmez. Liberteryen, devlete karşı sağlıklı bir şüphecilik beslemeli ve onun coğrafi yetki alanını genişletme girişimlerini özgürlüğe yönelik bir saldırı olarak nitelendirmelidir. İnsan doğasına, kamusal tercihlere ve iktidarın teşvik mekanizmalarına dair dengeli bir kavrayış, liberteryenlerin dış politikada idealist müdahalecilik yerine ölçülü realizmi savunmasını sağlamalıdır.
Müdahaleci kesimler, Rusya, İran, Çin ve diğer rakiplerin eylemlerini, ABD'nin yeterince agresif davranmamasının bir sonucu olarak gösterir. Bu bakış açısı, tarihi görmezden gelir ve dünya aktörlerini "iyi" ve "kötü" gibi masalsı kategorilere yerleştirir. Tarih boyunca kötü niyetli aktörler elbette var olmuştur, ancak liberteryenler şunu kavramalıdır: Devletler neredeyse her zaman çıkar odaklı hareket eder; ideolojik tercihler ise bu eylemleri meşrulaştırmak ve siyasi destek sağlamak için birer araçtır.
Jeopolitik üstünlük ve uluslararası liberalizm savunucuları bu noktayı tümüyle ıskalar. Amerikan üstünlükçüsü, ABD'yi "iyi aktör" kategorisine koyar ve bu nedenle Washington'ın tercihlerini diğerlerinin önüne koymasını genellikle meşru görür. Öte yandan, diğer ulusları ya "kötü aktörler" ya da en azından boyun eğdirilmeyi hak eden saldırgan rakipler olarak etiketler. Bu yaklaşım, diğer devletlerin potansiyel olarak makul taleplerini görmezden gelir ve ABD'nin tarihin genellikle "doğru tarafında" durduğu, yalnızca küresel barış ve demokrasiyi korumak istediği masalını sürdürür.
Uluslararası liberalizm, insan doğasına daha iyimser bir mercekten bakar. Başarısız olan Milletler Cemiyeti'ni destekleyen Wilsoncular da, karmaşık bir yönetişim ve hesapverebilirlik sistemiyle uluslararası iş birliğinin dünya sorunlarını çözebileceğine inanıyordu. Buradaki temel sorun, kamu tercihi teorisinin göz ardı edilmesidir. Wilson, kendi retorik söylemlerinde "her ulusun kendi kaderini tayin etmesi" prensibini savunurken, pratikte Amerikan gücünü kendi etki alanında bu ilkeyi hiçe sayarak kullandı. Wilson döneminde görev yapan Deniz Piyadeleri Generali Smedley Butler'ın ifadeleri çarpıcıdır:
"1914'te Meksika'yı Amerikan petrol çıkarları için 'güvenli' hâle getirmeye yardım ettim. Haiti ve Küba'yı National City Bank çalışanlarının gelir elde edebileceği 'düzgün' yerler yaptım. Nikaragua'yı Brown Brothers bankası için 'arındırdım'... 1916'da Dominik Cumhuriyeti'ne Amerikan şeker şirketleri için 'ışığı' [askerî müdahaleyi] getirdim."
Ayrıca, Milletler Cemiyeti'nin kurallarını benimseyen Batılı güçler bile emperyalist tavırlarından vazgeçmedi ve birbirlerinin yayılmacı eğilimlerini dizginlemekte gönülsüz davrandı. 1935'te İtalya'nın Etiyopya'yı işgali bunu açıkça gösterdi: İmparator Haile Selassie cemiyetten yardım istediğinde, hiçbir üye kendi cemiyet üyesi olan Mussolini'ye karşı çıkmaya yanaşmadı. Başka bir enternasyonalist olan Obama ise, Libya'yı yerle bir ederek ve Suriye'deki iç savaşta isyancı grupları destekleyerek IŞİD'in ortaya çıkmasına zemin hazırladı.
Hem üstünlükçüler hem de liberal enternasyonalistler, insan doğasına dair ütopik yanılgılara düşer. Thomas Sowell'ın tanımladığı şekliyle kısıtlanmamış insanlık vizyonu, insanlığın mükemmelleştirilebileceğini ve buna göre yönetilmesi gerektiğini varsayar. Amerikan üstünlükçülüğü, ABD'yi doğası gereği "iyi" veya en azından "aydınlanmış" görürken, dünyanın geri kalanının kontrol altına alınmasını savunur. Liberal enternasyonalizm ise, doğru kurumlar ve kurallarla kötü aktörlerin dizginlenebileceğini, böylece dünyanın mükemmelleştirilebileceğini düşünürler.
Bu iki teorinin de en büyük zaafı, -Adem'in düşüşünden beri kusurlu bir doğaya sahip olan- insanların bu kurumları ve yönetim sistemlerini yaratıyor olmasıdır. Dolayısıyla, bu kurumlar doğal olarak kendilerini kuranların çıkarlarına hizmet edecektir. İşte bu yüzden, kısıtlanmış realistler uluslararası sistemleri potansiyel olarak faydalı ama aynı derecede tehlikeli görür.
Bu, kısıtlanmışların evrensel ahlâk ilkelerine asla inanmadığı anlamına gelmez. Ancak büyük güçler, kendi çıkarları doğrultusunda standartları görmezden gelebilir ve seçici yaptırım sadece güç dengesizliklerini artırır. Realizm çerçevesinde, Thomas Sowell'ın kısıtlanmış insan doğası vizyonu kendine yer bulur: İnsanlar tipik olarak altruizmden [özgecilikten] ziyade kişisel çıkarları doğrultusunda hareket eder.
Ayrıca, çok kutuplu bir dünyanın yaklaşmakta olduğu gerçeği ve kaçınılmazlığı herkes için açık olmalıdır, ancak realistler bunu genellikle daha erken fark eder. ABD, Sovyetler Birliği'nin 1991'de çökmesinin ardından neredeyse eşi görülmemiş bir rakipsiz üstünlük dönemi yaşadı. Ancak bu dönem, olması gerektiği gibi sona eriyor ve Washington buna göre hazırlanmalı. Realist akademisyen Dr. John Mearsheimer, ABD'nin çok kutuplu bir dünyada nasıl davranması gerektiğini açıklarken, Washington'ın "stratejik empati" ile hareket etmesi gerektiğini, yani Amerikalıların düşmanlarının meşru güvenlik endişelerini tanıması gerektiğini belirtmiştir. Özellikle Mearsheimer, ABD'nin Rusya'nın Ukrayna'daki son hamlelerini öngörememesini, "çok az sayıda Amerikalı politikacının kendilerini Putin'in yerine koyabilmesi" ile açıklamıştır. ABD'nin düşmanlarını meşru güvenlik kaygıları olamayacak varlıklar olarak görmesi, sadece bu ülkeleri yabancılaştırır ve köşeye sıkıştırır, bu da onları buna göre hareket etmeye zorlar.
Siyasi aktörler, ister gerçek ister kurgusal olsun, bir miras bırakmak ister. Örneğin, Başkan Bill Clinton'ın NATO genişlemesini kendi mirası yapmak istediğini varsaymak tamamen makuldür. Clinton, "Barış İçin Ortaklık" programını geçici bir önlem olarak kullandı ve ardından Boris Yeltsin'i NATO-Rusya Kurucu Senedi'ni imzalamaya zorlarken, aynı zamanda Dışişleri Bakanı James Baker'ın "NATO'yu doğuya genişletmeyeceğiz" sözünü de çiğnedi. Rusya'nın endişelerine stratejik empatiyle bakıldığında, Rusya'nın kendi sınırlarına yakın bir yerde düşmanca bir silahlanma artışı ve yığılma istemediği anlaşılabilir. Ancak muhtemelen Bill Clinton, uluslararası alanda bir miras bırakmak peşindeydi.
Miras yaratma çabası, Başkan Bush'un Terörizmle Savaş politikasında da görülebilir. Irak'ta hiçbir zaman kitle imha silahı bulunmadı, Irak 11 Eylül saldırganlarına yardım etmedi ve Saddam, İran-Irak Savaşı sırasında Washington için yeterince iyi bir müttefikti. Yine de Bush, Patriot Act [Vatanseverlik Yasası] ile Amerikan sivil hak ve özgürlüklerini aşındırıp yıpratırken, Irak'ı işgal etmek için gereken siyasi iradeyi sağlayacak bir "smoking gun" [açık ve kesin kanıt] arayışındaydı.
Dış politika veya uluslararası ilişkiler çalışmaları, devletin neredeyse yalnızca varlığını meşrulaştırmak ve potansiyel rakiplerini güç kullanımı veya saldırı tehdidiyle sindirmek için hareket ettiği gerçeğinden yola çıkmalıdır. Joseph Schumpeter, bu durumu emperyalizm bağlamında, özellikle "Imperialism and Social Classes" [Emperyalizm ve Sosyal Sınıflar] adlı eserinde şöyle açıklar:
"Kendisini yaratan savaşlara ihtiyaç duyan makine, artık ihtiyaç duyduğu savaşları yaratıyor."
Bu alıntı, ABD'nin erken dönem tarihine de atfedilebilir. "Manifest Destiny" terimi (ABD'nin Kuzey Amerika'nın tamamına yayılmasının hem bir hak hem de görev olduğunu öne süren bir 19. yüzyıl öğretisi) 1845'te ortaya atılmadan önce bile, Amerikalılar Kuzey Amerika kıtasına hükmetmeye hakları olduğunu düşünüyordu. Yerli halkların boyunduruk altına alınması elbette yalnızca Amerikalılara özgü değildi, ancak Amerikalılar bunu o kadar benzersiz bir kibirle yaptılar ki bu durumu tanımlamak için "Manifest Destiny" teriminin icat edilmesi gerekti.
Tarih boyunca neredeyse her modern uygarlıkta, "kendini yalayan dondurma külahı" misali bir savaş devleti mekanizması var olmuştur. ABD, İkinci Dünya Savaşı'nda Japonları ve Almanları sahte tarafsızlık politikasıyla kışkırtarak Japon İmparatorluğu'nun öfkesini üzerine çekti ve böylece Japonya bir tehdit hâline geldi. İsrail, Lübnan'ı Filistin Kurtuluş Örgütü'nü temizlemek için işgal etti, ancak bu sefer de Hizbullah tehdidini yarattı ki bu tehdit, İsrail'in bugün hâlâ Lübnan'ın bazı bölgelerini bombalamasına ve işgal etmesine gerekçe oluşturuyor. Dayton Barış Anlaşması ise daha adil önceki anlaşmalar ABD/NATO destekli taraflarca reddedildikten sonra imzalandı. Dayton Maddeleri, ABD/NATO'nun Bosna'da bugün bile varlığını sürdüren ağır müdahalesini zorunlu kıldı.
Muhteşem Murray Rothbard, savaş konusundaki liberteryen pozisyonu neredeyse tartışmasız bir şekilde "barış yanlısı" olarak ortaya koymuştur. Zira savaşa katılan uluslar, kaçınılmaz olarak vatandaşlarına karşı ek vergilendirme, zorunlu askerlik, sanayinin kamulaştırılması, mülke el koyma gibi yollarla daha fazla saldırganlık gösterir. Rothbard, The Ethics of Liberty [Özgürlüğün Etiği] adlı eserinde şöyle yazar:
"Liberteryenlerin amacı, herhangi bir çatışmanın özel nedenlerinden bağımsız olarak, devletleri diğer devletlere karşı savaş başlatmamaya zorlamak olmalıdır. Eğer bir savaş çıkarsa, onları (devletleri) barış için müzakere etmeye, ateşkes ilan etmeye ve mümkün olan en kısa sürede bir barış anlaşması yapmaya zorlamalıyız."
Rothbard bunu, "18. ve 19. yüzyılların eski moda uluslararası hukuku" olarak adlandırdığı çerçevede bir hedef olarak görüyordu.
Batı'daki üstünlükçüler, kültürel olarak farklı uluslarla barış içinde bir arada yaşamak yerine, yalnızca ABD'nin (ve onun vekillerinin) bölgesel etkiye sahip olmayı "hak ettiğine" inanır ve diğer ulusların boyun eğmesi gerektiğini, aksi takdirde Amerikan askerî-endüstriyel kompleksinin gazabıyla karşılaşacaklarını savunur. Liberteryen realist ise, Rothbard'ın barış standardını benimsemeli, stratejik empati göstererek ulusalcı gözlüklerini çıkarmalı ve kendi ülkesinin her zaman haklı, düşmanlarının ise haksız olduğunu varsayan tarih perspektifinden kurtulmalıdır.
Tarihin kazananlarının genellikle kendi anlatılarını dayattığı göz ardı edilemez. Liberteryenler, devlet anlatılarına, bu anlatıların gerçeği çarpıttığını ve halkı manipüle ettiğini bildikleri için özellikle şüpheyle yaklaşmalıdır. Bu anlatılar sayesinde siyasi elitler, çatışma dönemlerinde mülkiyet, mahremiyet ve örgütlenme haklarını ihlal ederken, bir yandan da ulusal üstünlük peşinde koşmak için daha fazla hareket alanı kazanır.
Comments