Emperyalizm Paradoksu
- Hans-Hermann Hoppe

- 27 Eki 2006
- 14 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 6 Eki
Uluslararası Çatışmanın Kökeni ve Doğası

Devlet
Geleneksel bir şekilde devlet, iki benzersiz özelliğe sahip bir kurum olarak tanımlanır. Birincisi, devlet, nihai karar verme yetkisine (yargı yetkisine) sahip bölgesel zorlayıcı bir tekel [monopolist] niteliğindedir. Yani, kendisinin taraf olduğu anlaşmazlıklar ve çatışmalar da dâhil olmak üzere her türlü anlaşmazlık ve çatışmada nihai karar mercii veya hakemdir. İkincisi, devlet, vergilendirme konusunda bölgesel tekel niteliğindedir. Yani, vatandaşların kanun ve asayişin sağlanması için ödemek zorunda oldukları bedeli tek taraflı olarak belirleyen kurumdur.
Tahmin edilebileceği gibi, adalet için sadece devlete başvurulabiliyorsa, adalet devletin lehine çarpıtılacaktır. Bir nihai karar verme tekeli, çatışmayı çözmek yerine, daima kendi lehine çözmek için çatışmayı kışkırtacaktır. Daha da kötüsü, tekelci bir ortamda adaletin kalitesi düşerken, bedeli de sürekli yükselecektir. Diğer herkes gibi kendi çıkarları tarafından motive edilen, ancak vergi alma yetkisine sahip devlet görevlilerinin hedefi her zaman aynıdır: Bu hedef, kendi gelirlerini en üst düzeye çıkarmak ve üretken çabalarını en alt düzeyde tutmaktır.
Devlet, Savaş ve Emperyalizm
Şimdi, devlet kurumunun içsel etki ve sonuçlarını ele almak yerine, dışsal etki ve sonuçlarına, yani iç politikadan ziyade dış politikaya odaklanacağım.
Öncelikle, adaleti çarpıtan ve vergi uygulayan bir kurum olarak, her devlet “ayrılma” veya “devleti terk etme” tehdidi ile karşı karşıyadır. Özellikle de en üretken vatandaşları, vergilendirme ve hukukun çarpıtılmasından kaçmak için ülkeyi terk edebilirler. Hiçbir devlet bunu istemez. Aksine, devletler kontrol alanlarının ve vergi tabanlarının daralmasını görmektense, bunların genişlemesini tercih ederler. Ancak bu durum da onları diğer devletlerle ihtilafa düşürür. Bununla birlikte, “doğal” kişiler ve kurumlar arasındaki rekabetin aksine, devletler arasındaki rekabet elimine edici [yok edici] niteliktedir. Yani, herhangi bir alanda nihai karar verme ve vergilendirme konusunda en nihayetinde yalnızca tek bir tekel mevcut olacaktır. Sonuç olarak, farklı devletler arasındaki rekabet, siyasi merkezîleşme eğilimini ve nihayetinde de tek bir dünya devleti oluşumunu teşvik eder.
Ayrıca, nihai karar verme yetkisine sahip, vergilerle finanse edilen tekelci kurumlar olarak devletler, doğası gereği saldırgan kurumlardır. “Doğal” kişiler ve kurumlar saldırgan davranışların bedelini kendileri ödemek zorunda kalırken (ki bu durum onları bu tür davranışlardan kaçınmaya sevk edebilir), devletler bu bedeli vergi mükelleflerine yükleyebilirler. Dolayısıyla, devlet görevlileri provokatör ve saldırgan olmaya meyillidirler ve merkezîleşme sürecinin şiddetli çatışmalar, yani devletler arası savaşlar yoluyla ilerlemesi öngörülen ve beklenen bir durumdur.
Dahası, devletlerin küçük ölçekte başlamaları gerektiği ve başlangıç noktası olarak çok sayıda bağımsız toprak biriminden oluşan bir dünya olduğu varsayıldığında, başarılı olma gerekliliği hakkında oldukça spesifik bir şey söylenebilir. Devletler arası savaşlarda zafer veya yenilgi elbette birçok faktöre bağlıdır, ancak nüfus büyüklüğü gibi diğer faktörler aynı olduğunda, uzun vadede belirleyici faktör, bir devletin elindeki ekonomik kaynakların göreceli miktarıdır. Vergilendirme ve regülasyonlar konusunda devletler ekonomik zenginlik yaratmaya katkıda bulunmazlar. Bunun yerine, mevcut zenginlikten parazit gibi yararlanırlar. Bununla birlikte, hükümet mevcut zenginlik miktarını olumsuz yönde etkileyebilir. Diğer faktörler eşit olduğunda, iç ekonomiye uygulanan vergi ve regülasyon yükü ne kadar düşükse, nüfus o kadar fazla büyüme eğilimi gösterir ve devletin komşu rakipleriyle çatışmalarında yararlanabileceği iç üretimden elde edilen zenginlik miktarı o kadar fazla olur. Yani, ekonomilerini nispeten az vergilendiren ve regüle eden devletler -mesela liberal devletler- daha az liberal olanların aleyhine, kendi topraklarını veya hegemonyacı kontrol alanlarını genişletme ve daha az liberal olanları yenilgiye uğratma eğilimindedir.
Bu durum örneğin, Batı Avrupa’nın neden dünyanın geri kalanını domine etmeye başladığını ve neden bunun tam tersinin gerçekleşmediğini açıklıyor. Daha spesifik olarak, bu durum neden önce Hollandalılar, sonra İngilizler ve son olarak 20. yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nin egemen birer emperyal güç hâline geldiğini ve neden iç politikada en liberal devletlerden biri olan Amerika Birleşik Devletleri en agresif dış politikayı izlerken, örneğin tamamen liberal olmayan (baskıcı) iç politikalara sahip eski Sovyetler Birliği’nin nispeten barışçıl ve ihtiyatlı bir dış politika izlediğini açıklıyor. Amerika Birleşik Devletleri, askerî olarak başka herhangi bir devleti yenebileceğini biliyordu; bu nedenle saldırgan davrandı. Buna karşılık, Sovyetler Birliği, birkaç gün veya hafta içinde kazanamadığı sürece, önemli büyüklükteki herhangi bir devletle askerî bir çatışmada yenilgiye uğrayacağını biliyordu.
Monarşi ve Ordu Savaşlarından Demokrasi ve Topyekûn Savaşlara
Tarihsel olarak, çoğu devlet mutlak veya anayasal monarklar [krallar] veya prensler tarafından yönetilen monarşiler olmuştur. Bunun neden böyle olduğunu sormak ilginçtir, ancak burada bu soruyu bir kenara bırakmak zorundayım. Başkanlar veya başbakanlar tarafından yönetilen (sözde parlamenter monarşiler de dâhil olmak üzere) demokratik devletlerin Fransız Devrimi’ne kadar nadir olduğunu ve ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya tarihi açısından önem kazandığını söylemek yeterli olacaktır.
Tüm devletlerin saldırgan eğilimler sergilemesi beklenmekle birlikte, geleneksel kralların bir yandan ve modern başkanların diğer yandan karşılaştıkları teşvik yapısı, savaş türlerinin farklılığını açıklayacak kadar birbirinden ayrıdır. Krallar kendilerini, kontrol ettikleri toprakların özel sahibi olarak görürken, başkanlar kendilerini, geçici bekçiler olarak görürler. Bir kaynağın sahibi, (beklenen gelecekteki gelirin bir yansıması olarak) kaynaktan elde edilecek mevcut gelir ve kaynağın içerdiği sermaye değeri ile yakından ilgilenir. Onun çıkarları uzun vadelidir ve “kendi” ülkesinde barındırılıp somutlaşan sermaye değerlerinin korunması ve artırılmasıyla meşgul olur. Buna karşılık, (özel mülkiyet değil de kamu mülkiyeti olarak görülen) bir kaynağın bekçisi, öncelikle mevcut gelirini gözetir ve sermaye değerlerine çok az önem atfeder ya da hiç önem atfetmez.
Bu farklı teşvik yapısının ampirik [gözlemlenen] sonucu, monarşik savaşların demokratik savaşlara kıyasla “ılımlı” ve “muhafazakâr” olma eğilimini ortaya koymaktadır.
Monarşik savaşlar genellikle hanedanlar arası karmaşık evlilik ağlarının yol açtığı miras anlaşmazlıklarından kaynaklanıyordu. Bu savaşlar somut toprak hedefleriyle karakterize ediliyordu. İdeolojik nedenlerle yapılan kavgalar değildi. Halk, savaşı kralın özel meselesi olarak görüyordu ve savaşın kendi parası ve askerî güçleriyle finanse edilmesi ve yürütülmesi gerektiğini düşünüyordu. Dahası, farklı hanedanlar arasındaki çatışmalarda krallar, savaşanlarla savaşmayanlar arasında net bir ayrım yapma ve savaş çabalarını yalnızca aile üyelerine ve aile mülklerine yöneltme zorunluluğu hissediyorlardı. Askerî tarihçi Michael Howard, 18. yüzyıl monarşik savaşları hakkında şöyle demiştir:
[Avrupa] kıtasında ticaret, seyahat, kültürel ve bilimsel ilişkiler savaş zamanında neredeyse hiç engellenmeden devam etti. Savaşlar kralın savaşlarıydı. İyi bir vatandaşın görevi vergilerini ödemekti ve sağlam bir politik ekonomi, vatandaşın bu vergileri ödemek için para kazanmasına engel olmamayı gerektiriyordu. Vatandaşların, savaşların çıkmasına neden olan kararlara katılmaları veya savaşlar başladıktan sonra bu savaşlara katılmaları, şayet gençlik macera ruhu onları buna yöneltmedikçe, gerekmiyordu. Bu konular, yalnızca hükümdarı ilgilendiren gizli hususi meseleler [arcana regni] idi. [War in European History (Avrupa Tarihinde Savaş), s. 73]
Benzer şekilde Ludwig von Mises de ordu savaşları hakkında şu gözlemde bulunmuştur:
Ordu savaşlarında, savaşı yürüten sadece ordu iken, orduya mensup olmayan vatandaşlar normal hayatlarına devam ederler. Vatandaşlar savaşın masraflarını üstlenirler; yani ordunun bakım ve teçhizat masraflarını karşılarlar, ancak bunun dışında savaş olaylarının dışında kalırlar. Savaş eylemleri evlerini yıkabilir, topraklarını tahrip edebilir ve diğer mallarını yok edebilir; ancak bu da onların katlanmak zorunda oldukları savaş masraflarının bir parçasıdır. Ayrıca, vatandaşlar savaşçılar tarafından -hatta “kendi” ordularının savaşçıları tarafından dahi- yağmalanabilir ve kazara öldürülebilirler. Ancak bu tür olaylar savaşın doğasında olan olaylar değildir; bunlar ordu komutanlarının operasyonlarını engeller ve komuta edenler birlikleri üzerinde tam kontrol sahibi ise hoş görülmezler. Orduyu kuran, donatan ve muhafaza eden savaşan devlet, askerlerin yağmacılık yapmasını bir suç olarak görür; zira askerler kendi başlarına buyruk bir şekilde yağmacılık ve çapulculuk yapmak için değil, savaşmak için işe alınmıştır. Devlet, vatandaşlarının vergi ödeme gücünü korumak istediği için sivil hayatın normal seyrini sürdürmek ister; fethedilen topraklar kendi egemenlik alanı olarak kabul edilir. Savaş sırasında piyasa ekonomisi sistemi, savaşın gerekliliklerini karşılamak için sürdürülmelidir. [Nationalökonomie, ss. 725-726]
Eski rejimin [ancien régime] sınırlandırılmış savaşlarının aksine, Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşları ile başlayan, 19. yüzyılda Amerikan Güney Bağımsızlık Savaşı ile devam eden ve 20. yüzyılda Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı ile zirveye ulaşan demokratik savaş dönemi, topyekûn savaş dönemi olmuştur.
Demokrasi, yönetenler ve yönetilenler arasındaki ayrımı (“hepimiz kendimizi yönetiriz” anlayışıyla) bulanıklaştırarak, halkın belirli bir devletle özdeşleşmesini güçlendirdi. Fetih ve işgal yoluyla çözülebilen hanedan mülkiyet anlaşmazlıkları yerine, demokratik savaşlar ideolojik savaşlara dönüştü: Bu savaşlar, ancak kültürel, dilsel veya dinî hâkimiyet, boyun eğdirme ve gerekirse yok etme yoluyla çözülebilen uygarlıklar arası çatışmalardı. Halkın üyeleri, savaşa kişisel olarak dâhil olmaktan kurtulmak için giderek daha fazla çaba sarf etmek zorunda kaldı. Savaşı finanse etmek için yüksek vergilere karşı direniş, vatana ihanet olarak kabul edildi. Monarşiden farklı olarak demokratik devletin “sahibi” herkes olduğu için, zorunlu askerlik istisnadan ziyade bir kural hâline geldi. Üstelik, ulusal hedefler ve idealler için savaşan, ucuz ve dolayısıyla kolayca harcanabilir yükümlü erlerden oluşan kitlesel ordular, tüm ulusun ekonomik kaynakları tarafından desteklenirken, savaşanlar ve savaşmayanlar arasındaki tüm ayrımlar ortadan kalktı. Sivil zayiat artık niyetlenilmemiş bir yan etki olmaktan çıkıp savaşın ayrılmaz bir parçası hâline geldi. Bu konuda Michael Howard şöyle yazmıştı:
Devlet, hanedan mensuplarının “mülkiyeti” olarak görülmekten vazgeçilip, bunun yerine Özgürlük, Milliyetçilik veya Devrim gibi soyut kavramlara adanmış güçlü iktidarların aracı hâline geldiğinde, halkın büyük bir kısmı bu devleti, hiçbir bedelinin fazla ağır gelmeyeceği, hiçbir fedakârlığın fazla büyük olmayacağı mutlak bir “İyi”nin somutlaşmış hâli olarak görmeye başladı; işte o zaman da rokoko döneminin “ılımlı ve kararsız mücadeleleri” absürt birer anakronizm olarak görünmeye başladı. [War in European History (Avrupa Tarihinde Savaş), ss. 75-76]
Benzeri tespitler askerî tarihçi ve Tümgeneral John Frederick Charles Fuller tarafından da yapılmıştır:
Ulusallaşma ruhunun, yani demokrasinin savaş üzerindeki tesiri çok derindi, … [bu] savaşı duygusal hâle getirdi ve sonuç olarak onu vahşileştirdi; …. Ulusal ordular uluslarla savaşır, kraliyet orduları da kraliyet ordularına karşı savaşır, ilki her zaman çılgın bir çeteye, ikincisi ise genellikle aklı başında bir krala itaat eder. ... Bütün bu farklar Fransız Devrimi’nden doğdu ve bu devrim dünyaya zorunlu askerlik müessesini, yani sürü hâlinde savaşmayı getirdi; sürüleşmenin finans ve ticaretle birleşmesi ise yeni savaş alanları yarattı. Çünkü bir kez bütün ulus savaşmaya başladığında, bütün ulusal itibar, sermaye ve kredi savaş amacıyla kullanılabilir duruma gelir. [War and Western Civilization (Savaş ve Batı Medeniyeti), ss. 26-27]
William A. Orton ise konuyu şöyle özetledi:
Uluslararası hukukta iyi bilinen bir gelenek olan sivil mülkiyet ve iş dünyasının savaşın dışında tutulması ilkesi, 19. yüzyıl savaşlarının belli sınırlar içinde kalmasını sağlamıştır. Sivil varlıklar keyfî haciz veya kalıcı el koymaya maruz bırakılmamış ve bir devletin diğerine uygulayabileceği toprak ve mali şartlar dışında, savaşan tarafların ekonomik ve kültürel yaşamının genel olarak eskisi gibi devam etmesine müsaade edilmiştir. 20. yüzyıldaki uygulamalar ise tüm bunları değiştirmiştir. Her iki Dünya Savaşı sırasında, geniş kapsamlı yasaklanmış mallar listesi ve tek taraflı deniz hukuku beyanları, her türlü ticareti tehlikeye attı ve tüm emsalleri geçersiz kıldı. Birinci Dünya Savaşı’nın sonu, başlıca kaybedenlerin ekonomik toparlanmasını engellemek ve belirli sivil mülkleri ele geçirmek için kararlı ve başarılı bir çabanın damgasını taşıdı. İkinci Dünya Savaşı’nda ise bu politika, savaşta uluslararası hukukun varlığını yitirdiği bir noktaya kadar genişletildi. Yıllar boyunca Almanya hükümeti, güçlerinin yettiğince, medeni hukukta, uluslararası hukukta ve Hıristiyan ahlâkında yeri olmayan bir ırk teorisine dayalı bir müsadere politikası izlemiştir; ve savaş başladığında, bu milletlerarası nezaket ilkesinin ihlali bulaşıcı hâle gelmiştir. Anglo-Amerikan liderlik, hem sözde hem de eylemde baskı uygulamanın yasal veya bölgesel sınırları olmadığını kabul eden bir seferberliğe girişmiştir. Tarafsızlık kavramı hem teoride hem de pratikte reddedilmiştir. Sadece düşmanların mal varlıkları ve çıkarları değil, tarafsız ülkeler de dâhil olmak üzere tüm tarafların mal varlıkları ve çıkarları, savaşan güçlerin uygulayabileceği her türlü kısıtlamaya maruz kalmıştır. Savaşan ülkelerin topraklarında bulunan veya savaşan güçlerin kontrolü altında olan tarafsız yönetimlerin ve sivillerin mal varlıkları ve çıkarları, düşman vatandaşlarınınkilerle hemen hemen aynı türden dayatma ve zorlamalara maruz kalmıştır. Böylece “topyekûn savaş”, hiçbir sivil toplumun kaçmayı umut dahi edemeyeceği bir savaş türü hâline gelmiştir; ve “barış yanlısı uluslar” bundan bariz bir sonuç çıkaracaktır. [The Liberal Tradition: A Study of the Social and Spiritual Conditions of Freedom (Liberal Gelenek: Özgürlüğün Sosyal ve Manevi Koşulları Üzerine Bir İnceleme), ss. 251-252]
Arasöz: Demokratik Barış Doktrini
Devlet kurumunun savaşlara nasıl yol açtığını, görünüşte bir tezat gibi algılansa da, iç politikada liberal olan devletlerin neden emperyalist güçler olma eğiliminde olduklarını ve demokrasi ruhunun savaşların yürütülmesindeki medeniyetsizliğe ve medeniyetsizleşme sürecine nasıl katkıda bulunduğunu açıkladım.
Daha spesifik olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyanın en önde gelen emperyal gücü konumuna yükselişini ve aristokratik bir cumhuriyet olarak başladığı ilk dönemlerden, Güney Bağımsızlık Savaşı ile başlayan kontrolsüz [sınırlandırılmamış] kitle demokrasisine dönüşümünün bir sonucu olarak, giderek daha kibirli, kendini daima üstün ve haklı gören ve savaş çığırtkanlığına meraklı bir ülke olarak rolünü açıkladım.
Öyleyse barış ve medeniyetin önünde duran engel, her şeyden önce devlet ve demokrasi ve özellikle de tüm dünyaya örnek diye yutturulan demokrasi modeli olan Amerika Birleşik Devletleri’dir. İronik olmakla birlikte, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, barış arayışının çözümü olduğunu iddia eden de yine Amerika Birleşik Devletleri’dir.
Bu iddianın nedeni, Woodrow Wilson ve Birinci Dünya Savaşı zamanlarına kadar dayandırılan demokratik barış doktrinidir. Bu doktrin, son yıllarda George W. Bush ve onun neo-con [yeni-muhafazakâr] danışmanları tarafından tekrar gündeme getirilmiş ve artık liberal-liberteryen çevrelerde bile entelektüel folklor hâline gelmiştir. Teori şunları iddia etmektedir:
Demokrasiler birbirleriyle savaşmazlar.
Bu nedenle, kalıcı barışın sağlanması için tüm dünya demokratikleştirilmelidir.
Ve bunun -çoğunlukla dile getirilmeyen- bir sonucu olarak:
Günümüzde birçok devlet demokratik değildir ve iç -demokratik- reformlara direnmektedir.
Bu nedenle, bu devletleri demokrasiye dönüştürmek ve böylece kalıcı barışı sağlamak için onlara karşı savaş açılmalıdır.
Bu teoriyi kapsamlı bir şekilde eleştirecek sabrım yok. Sadece teorinin başlangıçtaki öncülünü ve nihai sonucunu kısaca eleştireceğim.
Bir: Demokrasiler birbirleriyle savaşmazlar mı? 20. yüzyıldan önce neredeyse hiç demokrasi olmadığı için, bu sorunun cevabı muhtemelen son yüz yıl içinde bulunmalıdır. Aslında, bu tezi destekleyen kanıtların çoğu, Batı Avrupa ülkelerinin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde birbirleriyle savaşmadıkları gözlemine dayanmaktadır. Aynı şekilde, Pasifik bölgesinde Japonya ve Güney Kore de aynı dönemde birbirleriyle savaşmamışlardır. Bu kanıtlar tezi doğruluyor mu? Demokratik barış teorisyenleri öyle düşünüyor. “Bilim adamları” olarak ‘istatistiksel’ kanıtlarla ilgileniyorlar ve onlara göre bu kanıtı destekleyecek pek çok “örnek” var: Almanya Fransa, İtalya, İngiltere vb. ile savaşmadı; Fransa da İspanya, İtalya, Belçika vb. ile savaşmamıştır. Dahası, permütasyonlar da vardır: Almanya Fransa’ya saldırmamış, Fransa da Almanya’ya saldırmamıştır vb. Böylece, görünüşte düzinelerce teyidimiz var -ve bu yaklaşık 60 yıldır böyle- ve tek bir karşı örnek bile yok. Ama gerçekten bu kadar çok teyit edici örnek var mı?
Bu sorunun cevabı, hayırdır: Aslında elimizde tek bir örnekten fazlası yoktur. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle, esasen Batı Avrupa’nın -şu anda demokratik olan- tamamı (ve Pasifik bölgesindeki demokratik Japonya ve Güney Kore) ABD İmparatorluğu’nun bir parçası hâline gelmiştir. Bu durum, neredeyse tüm bu ülkelerdeki ABD askerlerinin varlığıyla da kanıtlanmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrası barış dönemi, demokrasilerin birbirleriyle savaşmadığını değil, hegemonyacı, emperyalist bir gücün, çeşitli sömürge bölgelerinin birbirleriyle savaşmasına izin vermediğidir (ve tabii ki, hegemonun kendisi de bu uydu devletleriyle savaşmaya gerek görmedi -zira onlar itaat ediyorlardı- ve onlar da efendilerine itaatsizlik etmeye gerek görmediler ya da cesaret edemediler).
Dahası, bir varlığın diğerinden farklı bir isme sahip olması nedeniyle davranışlarının bir diğerinden bağımsız olması gerektiği gibi naif bir inançtan ziyade, tarihin anlaşılmasına dayalı olarak meseleler bu şekilde algılanırsa, sunulan kanıtların demokrasi ile hiçbir ilgisi olmadığı, tamamen hegemonyayla ilgili olduğu ortaya çıkar. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’nın sonu ile 1980’lerin sonu arasında, yani Sovyetler Birliği’nin hegemonik hâkimiyeti sırasında, Doğu Almanya, Polonya, Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan, Litvanya, Estonya, Macaristan vb. arasında hiçbir savaş çıkmadı. Bunun nedeni, bunların komünist diktatörlükler olması ve komünist diktatörlüklerin birbirleriyle savaşa girmemesi miydi? Bu, demokratik barış teorisyenleri kalibresindeki “bilim adamlarının” vardığı sonuç olmalı! Ancak bu sonuç kesinlikle yanlıştır. Savaş çıkmadı çünkü Sovyetler Birliği buna izin vermedi -tıpkı Amerika Birleşik Devletleri’nin egemenlik alanında buna izin vermemesi nedeniyle Batı demokrasileri arasında savaş çıkmaması gibi. Elbette Sovyetler Birliği Macaristan ve Çekoslovakya’ya müdahale etti, ama Amerika Birleşik Devletleri de Guatemala gibi Orta Amerika’daki birçok ülkeye çeşitli vesilelerle müdahale etti. (Bu arada: İsrail ile Filistin ve Lübnan arasındaki savaşlar ne olacak? Bunların hepsi demokrasi değil mi? Yoksa Arap ülkeleri tanım gereği gayridemokratik olarak kapsam dışı mı tutuluyor?)
İki: Barış bir yana dursun, peki ya herhangi bir soruna çözüm olarak demokrasi ne durumda? Bu noktada demokratik barış teorisyenlerinin durumu daha da kötü görünüyor. Aslında, onların sergilediği tarihsel anlayış eksikliği gerçekten korkutucu. İşte bazı temel eksiklikler:
İlk olarak, bu teori, özellikle kendini liberteryen olarak tanımlayan kişilerden gelen, skandal olarak nitelendirilebilecek bir demokrasi ve özgürlük (serbestlik) kavramlarının birleştirilmesini içermektedir. Özgürlüğün temeli ve köşe taşı, özel mülkiyet müessesesidir; ve özel -münhasır- mülkiyet, mantıken demokrasi -çoğunluk yönetimi- ile bağdaşmaz. Demokrasinin özgürlükle hiçbir alâkası yoktur. Demokrasi, komünizmin yumuşak bir varyantıdır ve fikirler tarihinde nadiren başka bir şey olarak kabul edilmiştir. Bu arada, demokratik çağın başlamasından önce, yani 20. yüzyılın başına kadar, Batı Avrupa ülkelerinde hükümetin (devletin) vergi harcamaları (tüm hükümet kademeleri birleştirildiğinde) milli gelirin %7-15’ini oluşturuyordu ve henüz genç olan Amerika Birleşik Devletleri’nde bu oran daha da düşüktü. Yüz yıldan az bir sürede iyice semirmiş olan çoğunluk yönetimi, söz konusu oranı Avrupa’da yaklaşık %50’ye, Amerika Birleşik Devletleri’nde ise %40’a çıkarmıştır.
İkinci olarak, demokratik barış teorisi esasen sadece demokrasi ile demokrasi olmayan, kısaca diktatörlük olarak adlandırılan rejimler arasında ayrım yapar. Böylece, sadece aristokratik-cumhuriyetçi rejimler ortadan kalkmakla kalmaz, ayrıca benim şu anki amacım açısından daha da önemli olmak üzere, tüm geleneksel monarşiler de ortadan kalkar. Bunlar, Lenin, Mussolini, Hitler, Stalin, Mao gibi diktatörlüklerle eşdeğer tutulur. Oysa gerçekte, geleneksel monarşilerin diktatörlüklerle pek az ortak yanı vardır (buna karşın demokrasi ve diktatörlük ise birbiriyle sıkı sıkıya ilişkilidir).
Monarşiler, hiyerarşik olarak yapılandırılmış doğal -devletsiz- sosyal düzenlerin yarı organik bir uzantısıdır. Krallar, geniş ailelerin, klanların, kabilelerin ve milletlerin başlarıdır. Onlar, birçok nesil boyunca miras alınan ve biriken, doğal, gönüllü olarak kabul edilen büyük bir otoriteye sahiptirler. Liberalizm ilk olarak bu tür düzenlerin (ve aristokratik cumhuriyetlerin) çerçevesi içinde gelişmiş ve yaygınlaşmıştır. Buna karşılık, demokrasiler eşitlikçi [egaliteryen] ve yeniden dağıtımcı bir bakış açısına sahiptir; bu nedenle, 20. yüzyılda devlet gücünde yukarıda bahsedilen büyüme yaşanmıştır. Karakteristik olarak, 19. yüzyılın ikinci yarısında başlayan monarşik çağdan demokratik çağa geçiş, liberal partilerin gücünde sürekli bir düşüşe ve buna bağlı olarak her türden sosyalistlerin güçlenmesine tanık olmuştur.
Üçüncü olarak, tüm bunlardan şu sonuca varılabilir: Demokratik barış teorisyenlerinin Birinci Dünya Savaşı gibi büyük savaşlara bakış açısı, en azından özgürlüğe değer verdiği iddia edilen birinin bakış açısından, grotesk olarak değerlendirilmelidir. Onlara göre bu savaş, esasen demokrasi ile diktatörlük arasındaki bir savaştı; böylece, demokrasi sayısını arttırdığı için de ilerici, barışı güçlendirici ve nihayetinde haklı bir savaştı.
Aslına bakılırsa, durum çok farklıdır. Elbette, savaş öncesi dönemdeki Almanya ve Avusturya, o dönemdeki İngiltere, Fransa veya Amerika Birleşik Devletleri kadar demokratik sayılmayabilir. Ancak Almanya ve Avusturya kesinlikle diktatörlük değildi. Bunlar (giderek zayıflayan) monarşilerdi ve bu nedenle muadillerinden daha liberal olmasa da en az onlar kadar liberaldi. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde savaş karşıtları hapse atıldı, Almanca dili yasaklandı ve Alman kökenli vatandaşlar açıkça taciz edildi ve sık sık isim değiştirmek zorunda bırakıldı. Avusturya ve Almanya’da buna benzer hiçbir şey yaşanmamıştı.
Ancak her hâlükârda, dünyayı demokrasi için güvenli hâle getirme mücadelesinin sonucu, öncekinden daha az liberal oldu (ve Versay Barış Antlaşması İkinci Dünya Savaşı’nı tetikledi). Savaştan sonra devletin gücü öncekinden daha hızlı büyüdü. Özellikle, Birinci Dünya Savaşı sonrası demokratikleşen dönemde azınlıklara yönelik muamele kötüleşti. Örneğin, yeni kurulan Çekoslovakya’da Almanlar, çoğunluğu oluşturan Çekler tarafından sistematik olarak kötü muamele gördüler (ta ki İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra milyonlarca Alman sınır dışı edilip on binlerce Alman katledilene kadar). Habsburg hanedanının hüküm sürdüğü dönemde Çeklere karşı benzer bir muamele hiç yapılmamıştı. Savaş öncesi Avusturya ile savaş sonrası Yugoslavya’da Almanlar ve Güney Slavlar arasındaki ilişkiler de aynı şekilde vuku bulmuştu.
Bu da bir tesadüf değildi. Örneğin, Avusturya’daki Habsburg monarşisi altında olduğu gibi, Osmanlılar altında da azınlıklar oldukça iyi muamele görmüştü. Ancak, 19. yüzyıl boyunca çok kültürlü Osmanlı İmparatorluğu parçalanıp yerini Yunanistan, Bulgaristan vb. gibi yarı demokratik ulus devletlere bıraktığında, mevcut Osmanlı Müslümanları sürgün edildi veya yok edildi. Benzer şekilde, Amerika Birleşik Devletleri’nde Demokrasi, Güney Konfederasyonu’nun askerî olarak fethedilmesiyle zafer kazandıktan sonra, Birlik hükümeti hızla Ova Bölgeleri’nin yerli halkı olan kızılderilileri yok etmeye başladı. Mises’in de tespit ettiği gibi, demokrasi çok etnik yapılı toplumlarda işlemez. Demokrasi barış yaratmaz, çatışmayı teşvik eder ve potansiyel olarak soykırım eğilimleri barındırır.
Dördüncü ve bununla yakından ilgili olarak, demokratik barış teorisyenleri demokrasinin istikrarlı bir “denge”yi temsil ettiğini iddia ederler. Bu görüş en açık şekilde Francis Fukuyama tarafından ifade edilmiştir. Fukuyama, yeni demokratik dünya düzenini “tarihin sonu” olarak nitelendirmiştir. Ancak, bu iddianın açıkça yanlış olduğunu gösteren çok sayıda kanıt bulunmaktadır.
Teorik zeminde sorarsak: Demokrasi, demokratik yollarla diktatörlüğe, yani istikrarlı olmayan bir sisteme dönüşebiliyorsa, nasıl istikrarlı bir denge olabilir? Bu soruya verilecek cevap şudur: Bunun hiçbir mantığı yok!
Dahası, ampirik [deneyimsel] açıdan, demokrasilerin istikrarlı oldukları hiç söylenemez. Görüldüğü gibi, multikültürel [çok-kültürlü] toplumlarda demokrasi genellikle azınlıkların ayrımcılığa, baskıya, hatta sürülmesine ve yok edilmesine yol açar -bu da kesinlikle barışçıl bir denge sayılamaz. Etnik açıdan homojen [tek tip] toplumlarda ise demokrasi genellikle sınıf savaşına yol açar, bu da ekonomik krize yol açar, bu da diktatörlüğe yol açar. Örneğin, Çarlık sonrası Rusya, Birinci Dünya Savaşı sonrası İtalya, Weimar Almanyası, İspanya, Portekiz ve daha yakın zamanlarda Yunanistan, Türkiye, Guatemala, Arjantin, Şili ve Pakistan’ı düşünün.
Demokrasi ile diktatörlük arasındaki bu yakın ilişki, demokratik barış teorisyenleri için sadece sorunlu olmakla kalmaz; onlar için daha da kötüsü, demokrasi krizlerinden ortaya çıkan diktatörlüklerin, klasik liberal veya liberteryen bir bakış açısıyla, başka türlü ortaya çıkacak sonuçlardan her zaman daha kötü olmadığı gerçeğini kabul etmek zorundadırlar. Diktatörlüklerin tercih edilebilir ve bir iyileştirme olduğu örnekler kolayca verilebilir. İtalya ve Mussolini veya İspanya ve Franco’yu düşünün. Buna ek olarak, demokrasiye olan hayranlık dolu savunuculuğu, diktatörlerin, konumlarını doğuştan gelen bir tesadüfle elde eden krallardan çok farklı olarak, genellikle halkın gözdesi ve bu anlamda son derece demokratik oldukları gerçeğiyle nasıl bağdaştırılabilir? Lenin veya Stalin’i düşünün, onlar Çar II. Nikolay’dan kesinlikle daha demokratikti; ya da Hitler’i düşünün, o da II. Wilhelm veya II. Franz Joseph’ten kesinlikle daha demokratik ve “halkın adamı” olan bir liderdi.
Bu çerçevede, demokratik barış teorisyenlerinin fikirlerine göre, ister krallar ister demagoglar olsun, yabancı diktatörlere karşı savaşarak demokrasileri kurmamız ve bu demokrasilerin daha sonra (modern) diktatörlüklere dönüşmesi, nihayetinde ise, dış savaşların yol açtığı sonsuz “olağanüstü haller”in sonucu olarak iç devlet gücünün artmasıyla ABD’nin de bir diktatörlüğe dönüşmesi gerektiği anlaşılmaktadır.
Bence, en iyisi bizlerin Erik von Kuehnelt-Leddihn’in tavsiyesine kulak vermemiz ve dünyayı demokrasi için korunaklı hâle getirmeye çalışmak yerine, dünyayı demokrasiden korumayı denememizdir -hem de her yerde, ama en önemlisi Amerika Birleşik Devletleri’nde.




Yorumlar