top of page

Avusturya İktisat Ekolü’nün Diğer Ekollerden Farkı

Avusturya iktisat okulu, akademik çevrede yaygınlığını kaybetmiş heterodoks bir düşünce ekolüdür. Bu okul genelde, Nobel ödülü kazanmış olan tek Avusturya iktisatçısı, Friedrich Hayek’i akla getirir. Avusturya iktisadının ne olduğuna ve diğer düşünce ekollerinden ne yönleriyle farklı olduğuna dair çok fazla rivayet söz konusu; bu makalede bu muhalif okul ile ilgilenenler için bazı hususları açıklığa kavuşturmayı amaçlıyorum.

Avusturya İktisatçıları Kimlerdir?


Her bir Avusturya ekonomistinin ismini saymamız tabii ki de mümkün değildir fakat bu ekonomistleri, kökleri Avusturya’ya dayanan Carl Menger ve öğrencilerinin takipçileri olarak tanımlayabiliriz. Menger’dan dallanan farklı Avusturyalı düşünce grupları olsa da, bu makalede Misesyen grubu etraflıca ele almaya çalışacağım.


Carl Menger, bu düşünce okulunu kurucusu, Leon Walras ve William Stanley Jevons bugün “Marjinal devrim” olarak bilinen akımı başlatmış ve marjinal fayda teorisini geliştirmiştirlerdir. Bu devrim, subjektif tercihleri kullanarak piyasa fiyatlarını açıklamayı başaramayan klasik ekonomistlerin değer teorilerinin sonunu getirtmiştir.

Menger’in müriti, Eugen von Böhm-Bawerk ekonomik düşünce tarihinde kayda değer bir ekonomisttir. Ekonomik teori sistemini döneminin en önde gelen düşünürlerinin eleştirilerine karşı savunmuş bir ekonomisttir. Böhm-Bawerk, Avusturya sermaye ve faiz teorisini ilk öne süren kişiydi.


Mises ve Hayek, Böhm-Bawerk’i takip ettiler. Hayek’in Avusturya ailesinde nereye ait olduğu tartışmalı bir konudur, her hâlükârda Hayek’in Avusturya İş Döngüsü Teorisinin gelişiminde büyük bir rol oynadığı inkâr edilemez bir gerçektir. Mises ise makro ve mikro iktisat arasındaki köprüyü kurmayı, iş döngüsü teorisinin temellerini atmayı ve “kasvetli bilimi” sağlam epistemolojik temellere bağlamayı başarmıştır.


Şimdi Avusturya ekolünün tarihini bildiğimize göre Avusturya ekonomistlerini diğer ekonomistlerden ayıran özelliklerini inceleyelim.

Sermaye Teorisi

Avusturya ekonomistleri sermaye teorisinin ve üretim yapısının önemini vurgularlar. Sermaye malları, tüketim ürünlerini başka bir deyişle birinci sıra malları elde etmek için kullanılan mallardır. Bir kalemin üretimini hayal edin, bu süreç birçok farklı materyalin birleştirilmesini gerektirir. Örnek olarak, kauçuk, odun, karbon vb maddeleri verebiliriz. Birleştirilen maddelerin kendilerini elde etmek için başka araçların kullanımı gerekir. Odun elde etmek için balta ve kamyon, karbon elde etmek için kazı ekipmanları, kauçuk elde etmek için hidrolik pres makinesi lazımdır. Son ürünü elde etmek için kullanılan tüm materyaller “ikinci sıra mallar”dır ve ikinci sıra malları elde etmek için kullanılan tüm materyaller üçüncü sıra maldır vesaire. Bir malın sırası ne kadar yüksekse tüketimden o kadar uzaktır. Ürünler arasında olan bu hiyerarşik düzene üretim yapısı denir.


Peki, sermaye malları nasıl edinilir? Bunun cevabı, tatmin olma hissini erteleyerektir ya da tasarruf yoluyladır. Robinson Crusoe adlı bir adamın tropik bir adada mahsur kaldığını hayal edelim. Crusoe her gün üç balık yakalar ve üçünü de tüketir. Crusoe eğer bir balık ağı yaparsa, her gün yakalayabileceği balık miktarını arttırabileceğini fark eder ancak balık ağın üretimi zaman alır, diyelim ki 2 gün. Crusoe ağı inşa etmekle meşgul olduğundan dolayı, inşa ettiği 2 günde balık tutması mümkün olmayacaktır. Üretim sürecini sürdürebilmek için daha önceden yakalanmış balığa ihtiyacı vardır. Buna “geçim fonu” denir. Crusoe tüketimden uzak durur yani ağ üretimi sürecini geçirebilmesi için gereken yeteri kadar balığa sahip oluncaya kadar her gün bir miktar balık biriktirir. Tasarrufu sayesinde ağı üretmeyi başardığında artık eskisinden fazla balık yakalayabilecektir.


Sermaye mallarının birikimi ekonomik gelişimin arkasındaki itici güçtür. Elimizde mevcut olan araçlar daha fazla fiziksel çıktı üretmemizi sağlar ve daha önce gerçekleştirilmesi mümkün olmayan projelerin gerçekleştirilmesine izin verir. Mises yazar:

Durmayan zenginlik üretimi uğraşındaki her performans daha önceki jenerasyonların tasarruflarına ve hazırlık çalışmalarına dayalıdır. Bugün faydalandığımız sermaye mallarını biriktiren babalarımız ve atalarımızın şanslı varisleriyiz. Biz, elektrik çağının favori çocukları hala ilk ağlar ve kanoları üreterek çalışma sürelerinin bir kısmını uzak gelecekteki erzakların temin edilmesine adayan ilkel balıkçıların orijinal tasarrufundan faydalanıyoruz. Eğer bu efsanevi balıkçıların oğulları bu ara mamulleri –ağlar ve kanoları- yenilemeden yıpratsalardı, sermaye tüketmiş olacaklardı ve tasarruf süreci ve sermaye birikimi yeniden başlamak zorunda kalırdı. Onların bizim için biriktirdiği sermaye mallarıyla donatıldığımız için önceki jenerasyonlardan daha iyi konumdayız.

Ya sermayenin getirisine ne demeli? Her ne kadar neo-klasik ekonomistler bu getirinin sermayenin marjinal verimliliğinden kaynaklandığını iddia etseler de sermayenin getirisine, şimdi mevcut olan paranın, gelecekte mevcut olacak paraya karşın üstün değerlendirilmesinden kaynaklandığından, faiz denir. Sermaye mallarının verimliliği onların satım fiyatını belirler, malın kullanımı sayesinde elde edilen artı geliri açıklamaz. Üretim anında gerçekleşen bir süreç değildir, zaman alır. Bir yatırım yapıldığında, yatırımcı tarafından herhangi bir kârın elde edilmesi yıllar sürebilir. Bu fazladan getiri sermayenin verimliliğiyle açıklanması mümkün değildir çünkü eğer durum böyle olsaydı bu malların fiyatları, üretilen tüketim ürünlerin fiyatına eşitlenene kadar girişimciler tarafından arttırılırdı (bu sadece girişimciler tarafından dengeye ulaşıldığı zaman gerçekleşir ve gerçek dünyada mümkün değildir). Yatırımcılar bir bakıma, fonlarından bir süre ayrıldıkları ve şimdi mevcut olan para, gelecekte mevcut olacak paraya göre daha değerli olduğu için, üretilen mallar satılınca ödüllendirilir. Bireylerin mevcut para tercihi azaldıkça faiz oranı da azalır. Öte yandan bireyler şu an mevcut para bulundurmak için istekliyse, mevcut para için olan talep ve faiz oranı artar. Sermayeyi “K” harfiyle temsil edip, fiziksel olarak homojen bir stok şeklinde gören Keynesyenlere kıyasla, Avusturyalılar heterojen yapısını ve bazı optimal kombinasyonlarda kullanılması gerektiğini vurgularlar. Örneğin çivi ve çekiçlerin belli bir oranda üretilmesi gerektiği apaçıktır. Eğer bir ekonomide çok fazla çekiç üretilirken karşılığında yeteri kadar çivi üretimi arttırılmazsa, bu müsrif bir uğraştır. Üretilmesi gereken çekiç ve çivi miktarı önceden belirli değildir, bu kombinasyon fiyat sisteminin yardımıyla keşfedilir. Fiyat sistemi, üretim etapları arasında zarar ortaya çıkararak bütün üretim yapısını koordine eder.

Üretim yapısı sadece heterojen değil, aynı zamanda bir sıraya ve üretim etapları arasında spesifik zaman aralıklarına sahiptir. Projenin maliyeti üretim süresine bağlıdır. Bir projenin getirisinin elde edilmesi daha uzun sürdükçe, arzulanan mevcut mallar ekonomiden alıkonulduğu için, alacaklılara ödenmesi gereken faiz miktarı artar. Eğer daha yüksek bir faiz oranında (mevcut para için talep daha fazlayken) bir proje kâr sağlamıyorsa bu, bireylerin tüketimden uzak durma eğilimlerinin, ekonomiden alıkonulan malları desteklemeye yetmediğinin göstergesidir.


İş Döngüsü Teorisi


Farklı ulusların ekonomilerinin hepsi yaklaşık olarak her 10 yılda bir resesyona girerler. Ekonomistler bu devamlı düzeni engelleyemedikleri veya düzgün bir şekilde açıklayamadıkları için bu fenomen en şaşırtıcı olanlardan biridir. Bazı ekonomistler krize “sermayenin marjinal verimliliğinin ani çöküşünün” neden olduğunu, başka ekonomistler para arzının azalmasından ve ani şoklardan kaynaklandığına inanır.


Avusturya ekonomistleri daha nüanslı bir yaklaşım sergilerler. İş döngüsü bankalar tarafından yapılan kredi genişlemesinden kaynaklanır. Bankalar, kısmi rezerv bankacılık sisteminde rezervlerinde bulunan para miktarından daha fazla borç verebilir. Diyelim ki Can, A bankasına 100 TL yatırıyor. %10’luk rezerv sisteminde A bankası bu 100 TL’nin 90’ını Ahmet’e borç olarak verip, 10 TL’yi rezervinde tutabilir. Bu süreç tarihsel olarak bankaların, karşılığında emtia para (çoğunlukla altın) alınabilen, para ikamesi tedavüle çıkarmasıyla gerçekleşmiştir. Günümüzde, bankalar bireylerin mevduatlarını kolayca dijital bir şekilde arttırabilirler. İlginç olan şey ise bunun para arzını arttırmasıdır. Hem Can hem de Ahmet paralarını piyasada harcayabilir, bu demektir ki ekonomideki TL miktarı 90 artmıştır. Varsayalım ki Ahmet yeni ortaya çıkan 90 TL’sini Ayşe’den ürünler alarak harcadı. Şimdi Ayşe bu 90 TL’yi alıp B bankasına yatırabilir. Bu sayede B bankası 9 TL’yi rezervinde tutabilir, 81 TL borç olarak verebilir. Bu demektir ki para arzı 81+90 = 171 TL artmıştır. Bu süreç ilk yatırılan 100 TL, 1000 TL yaratana kadar devam edebilir. Bu operasyona para çarpanı denir. Bunun için formül 1/”zorunlu rezerv oranı”dır. Bu durumda 1/0.1, 10 eder yani ilk yatırılan mevduat miktarı on katına kadar katlanabilir. Eğer bankalar fazladan rezerv tutmak isterse veya parayı alan bireyler bankaya yatırmamaya karar verirse çarpan etkisi azalır.

Peki, bu neden önemli? Bu süreç gerçek tasarruf tarafından desteklenmeyen yatırımları gerçekleştirir. Ağ inşa etmek için adada balık biriktiren Robinson Crusoe örneğine geri dönelim, biriktirilen balıklar yeni projenin başlamasına izin veren hakiki tasarrufu oluşturur. Eğer bu hakiki tasarruf olmasaydı, açık bir şekilde projenin sürdürülemez olduğu ortaya çıkardı. Banka sistemindeki tek hakiki tasarruf yatırılan ilk 100 TL’dir. Geri kalana, yani banka tarafından yaratılan gerçek tasarruf tarafından desteklenmeyen para miktarına “kaydi para” denir.


Faiz oranının, gelecekte paraya sahip olmak yerine şimdi mevcut paraya sahip olmanın fiyatı olduğunu ve böylece alacaklılar ve borçlular arasındaki ilişkiyi koordine ettiğini unutmamalıyız. Faiz oranı, diğer herhangi bir fiyat gibi, para arzındaki değişimlerden etkilenir. Fakat para arzı arttığında her fiyat eşit şekilde etkilenmez. Ürünlerin fiyatlarının rölatif artışı yeni ortaya çıkan paranın ekonomiye enjekte edildiği spesifik noktalara bağlıdır. Fiyatlardaki büyük değişiklikler yeni paranın harcandığı ilk noktalarda gerçekleşir. Eğer mesela fırıncılar herkesten önce yeni yaratılmış parayı eline geçirirse, un talebini arttırarak unun fiyatını arttırabileceklerdir. Artık un üreticileri de diledikleri ürünlere olan talebi ve fiyatlarını arttırabileceklerdir. Bu süreç parayı son alanlar yani yüksek fiyatlarla karşılaşırken karşılığında yeteri kadar gelirinde yükselme görmeyenler pahasına devam eder. Bu dalgasal etkiye “Cantillon etkisi” denir. Para arzındaki artış banka sektöründe meydana geldiğinde, faiz oranı diğer fiyatlardan önce etkilenir. Kaydi paranın yaratılması tasarruf miktarını artmış gibi gösterip, faiz oranlarını indirir. Paranın zamanlararası takası ve faiz ödemelerinin girişimcilerinin masrafların parçası olduğu muhasebe işlemleri başkalaşır.


Kredi genişleme süreci, normal koşullarda devam ettirilemez bazı projeleri, girişimcilere devam ettirilebilir gibi gösterir. Mevcut olan sermayenin, yeni yaratılan parayla, yanlış projeleri gerçekleştirmek isteyen girişimciler tarafından talep edilmesi ve kullanılmasından dolayı ekonominin sermaye yapısı bozulur. Girişimciler nominal kâr ediyor gibi gözükür ve ekonominin nabzı artmıştır. Bu sürece “Boom” denir. Kaynakların yanlış atanmasının nedeni Boom sürecidir.


20. yüzyıldan önce bankaların kredi genişletmesi çok daha zordu. Fazla kredi sağlayan bankaların para ikameleri, rölatif olarak daha az genişleyen bankalara eninde sonunda ulaşırdı. Daha az kredi genişleten bankalar, fazla kredi dağıtan bankalardan para ikameleri karşılığında altın rezervlerini talep edebilirdi.


Bu olay, rezervleri büyük ölçüde azaltabilir hatta bankaları iflas ettirebilir ve sonuç olarak para arzında büyük bir daralma gerçekleşir. Ancak altın standardın birçok ülke tarafından terk edilmesi ve merkez bankalarının kurulması ile kredi genişlemesi abartılmıştır. Merkez bankası Açık Piyasa İşlemleri (APİ) uygulayarak ticari bankalara likidite sağlayabilir veya borçlarını ödeyebilir. Piyasalar, bankaların neden olduğu düzensizliğe alışıp düzeleceğinden dolayı tek bir likidite enjeksiyonuyla uzun süreli bir boom sağlamak mümkün değildir. Faizleri yapay olarak düşük tutmak ve ticari bankaların para arzını daraltmasını önlemek için banka sektörüne tekrarlı olarak, yükselen miktarda para enjekte edilmelidir. Bu durum uzun süre devam edemez, para arzı arttıkça, para biriminin alım gücü azalacaktır. Eğer artış çok fazlaysa hiperenflasyona sebep olur.

Tüm fiyatların genel olarak yukarı doğru ilerlemesinin beklentisi daha yoğun üretim veya refah seviyesinde ilerleme getirmez. Crack-up boom’da “Gerçek değerlere kaçış”la ve parasal sistemin tamamen yıkılmasıyla sonuçlanır.

İkinci seçenek, kredi genişlemesini durdurmak ve faiz oranlarının yükselmesine izin vermektir. Bu, boom boyunca gerçekleşen hatalı yatırımları açığa çıkarır ve piyasanın kendini onarma prosedürünü başlatır. Girişimciler para kaybı yaşar ve işsizlik oranları tavan yapar. Bu olay “bust” olarak bilinir ve boom’un kaçınılmaz sonucudur. Ekonominin toparlanmasının ve sağlıklı yatırımların bu süreçte başladığını unutmamalıyız. Bu acı yeniden düzenlemeye devletin herhangi bir şekilde karışması (asgari ücret kanunları, girişimciliğe yasal engeller, genişletici maliye politikaları…) sadece sıkıntıyı uzatacaktır.

Varsayalım ki bir müteahhitin elinde sabit sayıda çeşitli inşaat malzemesi var, çeşitli yetenek seviyelerinde işçiler ve sabit miktarda kereste, çivi, zonalar, cam levhalar, tuğlalar vesaire. Bu malzemeleri baz alarak, müteahhit ev için bir plan çizer. Problem şudur ki, elinde 19.000 tuğla olmasına rağmen müteahhit elinde 20.000 tuğlanın mevcut olduğunu zanneder. Taslak 20.000 tuğlaya göre hazırlandığı için, barizdir ki eninde sonunda bir kriz ortaya çıkacaktır: Müteahhitin zihinsel planlarını tatmin edecek bir şekilde evin tamamlanması fiziksel olarak imkansızdır. Müteahhittin planları ve mevcut fiziksel malzemeler arasında bir uyuşmazlık olduğuna göre hatasını fark etmesi için en iyi zaman ne zamandır?
… Bu uyuşmazlığı ne kadar erken fark ederse o kadar iyi düzeltebilir.

Metodoloji


İktisat için hangi metodunun uygun olduğu hakkında tartışmalar yüzyıllardır devam etmiştir. Avusturya okulunun bu konuya anti-pozitivist ve a priori yaklaşımından dolayı adı çıkmıştır. Bu bakış açısı sözde bilimsel bir yaklaşıma benzetilse de, klasik ekonomistler her zaman bu yöntemi uyguluyorlardı. Mises, iktisadın, insan eylemini inceleyen praksiyoloji adlı daha geniş bir disiplinin en gelişmiş alt dalı olduğunu savunuyordu.


Tarihsel tecrübe her zaman kompleks fenomenlerin tecrübesidir, yani birçok nedensel faktörün birleşimidir. Doğal bilimlerin tersine farklı nedensel faktörler hiçbir zaman, insan eyleminin kanunlarını keşfetmek için, izole edilip laboratuvarda tekrar tekrar test edilemez. Tarihsel tecrübe hiçbir zaman ekonomik teoriyi kanıtlayamaz veya yalanlayamaz. Teori tarihi yorumlamak için kullanılabilir ama tam tersi yapılamaz. Bu, iktisat alanında öne sürülen önermeler yanlışlanamaz demek değildir fakat iktisat disiplinin metodu bir bakıma matematiğinkine benzerdir. Nasıl Pisagor teoremini yüzlerce dik üçgen ölçerek kanıtlanmıyorsa, ekonomik teorinin doğruluğunu tecrübeyle kanıtlayamayız. O zaman Mises ekonomik teoriyi nasıl kanıtlar? İnsan eylemi kavramında ima edilen çıkarımları gözler önüne sererek. İnsan eylemi tanımı, bazı sonuçlar elde etmek için araçlar kullanarak amaçlı ve kasıtlı davranışta bulunmaktır. Refleksler ve dışarıdan gelen uyarıya istemsiz tepkiler eylem sayılmaz. Bu kavramda ima edilenlerle Mises “İnsan Eylemi” eserinde bütün iktisat disiplinini mantıksal olarak çıkarabilmiştir.


Sıradaki önermeleri gözden geçirelim:

  • Her eylem daha az tatmin edici bir vaziyetten daha çok tatmin edici bir vaziyete geçme amacıyla yapılır.

  • Her seçim (farklı eylemler arasında verilen karar) bir fırsat maliyeti içerir yani en çok arzulanan eylem gerçekleştirildiğinde, gerçekleştirilemeyen en çok arzulanan ikinci sıradaki eylem.

  • İki tarafın da rızasının olduğu her takasın iki taraf için de faydalı olması beklenir.

  • Ne zaman homojen bir grup malın arzı bir birim arttırılırsa, son birime verilen değer azalmalıdır çünkü bu birim yalnız daha önceden tatmin edilmiş en değersiz amaçtan daha değersiz, tatmin edilmemiş bir amacın elde edilmesi için kullanılabilir.

  • “Eğer iki farklı tip malın üretiminde A, B’den daha verimliyse, ikisi de hala karşılıklı faydalı olacak iş bölümü yapabilir. Bunun nedeni, hem A hem B’nin iki malı da ayrı ayrı ve otonom olarak üretmeleri yerine, A’nın en verimli ürettiği malda uzmanlaşınca toplam fiziksel verimliliğin daha fazla olmasıdır.”

Fark edeceğiniz gibi bu önermeleri hiçbiri ampirik olarak yanlışlanamaz. Hepsi, insanların eylem yaptığı gerçeğinin mantıksal çıkarımlarıdır. Bu bilgileri insan olduğumuz ve insan zihninin yapısına ait içsel bilgiye sahip olduğumuz için biliriz. Ekonomik teoride ulaşılan sonuçları yanlışlamanan tek yolu mantıksal çıkarım etaplarında bir çelişki veya hata olduğunu göstermektir.

Kendimizin ve başkalarının eylemleri hakkında sahip olduğumuz bilgi, içgözlem süreci ve diğer bireylerin davranışlarını anlayışımız sayesinde, eylem kategorisiyle aşinalığımızla koşullanmıştır. Bu içgörüyü sorgulamak, yaşıyor olduğumu gerçeğini sorgulamaktan daha az imkansız değildir.

Yalnız iktisat gerçeklikten koparılmış saf a priori muhakeme sistemi değildir.

Bilimin amacı gerçekliği anlamaktır. Beyin jimnastiği veya mantıksal zaman geçirme değildir. Bundan dolayı praksiyoloji soruşturmalarını, gerçeklikte olan koşullar ve varsayımlarda yapılan eylemlerin incelenmesine sınırlar. Gerçekleşmemiş veya gerçekleşmeyecek koşullarda yapılabilecek eylemleri sadece iki bakış açısıyla inceler. Şimdiki veya geçmiş dünyada gerçek olmamasına rağmen gelecek bir tarihte gerçek olabilecek durumlarla uğraşır. Gerçek dışı veya gerçekleşemez durumları, eğer şimdiki koşullarda gerçekleşen olayları tatmin edici bir şekilde kavramak için böyle bir soruşturma gerekliyse inceler.

Örneğin, para kavramı ortaya çıkmadan önce kredi genişlemesi teorisinin geliştirilmesi olası değildir. Eğer herkes her ürünü üretmekte eşit derecede verimli olsaydı iş bölümünün yararlarını da hiçbir zaman düşünemezdik veya takas yapacak kimse olmasaydı, takas kavramını anlayamazdık. Başka insanların var olduğu, farklı yeteneklere sahip olduğu ve para kullandıkları gözlemlenir bir gerçek olduğundan dolayı tüm praksiyolojik çıkarımlar yapılabilirdir.


Matematiksel denklemlere karşı düşmanlığıyla Avusturyalılar, diğer ekonomistlerden ayrılır. Mekanik biliminin aksine, insan eylemi alanında sabit duran ilişkiler yoktur. Bu yüzden insanların değerleri değişirken matematiksel formüllerin doğru kalmasını beklemek akıl almazdır. İktisat hakkında nicel yargılarda bulunmamız mümkün değildir, sadece nitel yargılarda bulunabiliriz.


Matematiksel ekonomist nedensellik ilişkilerini denklemleriyle izah edemez, çeşitli piyasa fiyatlarının ortaya çıkışını açıklayan piyasadaki ekonomik katılımcıların değerlerini ve amaçlarını görmezden gelir. Matematiksel ekonomist olsa olsa en fazla eyleminin gerçekleşmediği durma halini betimleyebilir.


Matematiksel metot, dengesizlik durumundan, denge durumuna eğilim gösteren eylemlerin nasıl türediğini nasıl göstereceğini bilemez.

Matematiksel ekonomist fiyatların formülasyonunu amaçlı davranış ve nedensellik üzerinden açıklayamadıklarından dolayı karşılıklı belirlenme prensibine bel bağlamak zorundadır.

Bir portakal – veya başka bir küresel cisim – büyük bir kasenin içine bırakıldığında, kasenin merkezinde hareket etmeyi keser. Bu sonucun nedeni “yer çekimi” demeye meyilli olabiliriz. Ama farz edelim ki iki portakal kasenin içine bırakılıyor. Hangi portakal diğerinin merkezden itilmesine neden olur? Sorunun kendisi saçmadır. Portakalın ve kasenin boyutlarını temsil eden matematiksel denklemleri manipüle ederek iki portakalın olası durma noktalarını tarif edebiliriz. İki temas noktası da, tabii ki de, karşılıklı belirlenmiştir.

Matematiksel formüllerin zarafeti çok fazla ekonomisti baştan çıkarmış, hatalı varsayımları benimsetmiş veya yanlış çıkarımlar yaptırmıştır. Bazı ekonomik fenomenleri, grafik ve nümerik örnekler kullanarak karşımızdakine aktarabilsek bile gerçek kanıt sözel olarak tümdengelim yöntemiyle ifade edilmelidir.


Rekabet ve Tekel Teorisi


İktisadi teorinin bu alt bölümü, Mises’in öğrencisi olan Murray Rothbard tarafından reforme edilmiştir. Tekel kuvvetinin korkusu, şirketleri ayırmak için devreye sokulan Antitröst kanunlarının kalbinde yatar. Peki, tekel nedir? Rothbard, ekonomistler tarafından kullanılan üç ayrı tarihsel tekel tanımı saptar.

  • (1) Belirli bir malın tek satıcısı

  • (2) Tekel fiyatına ulaşmış bir organizasyon

  • (3) “Devlet tarafından sağlanan, bir üretim alanını belirli endüstriye veya gruba sınırlayan özel ayrıcalık olarak tahsis edilmesi”

Şimdi teker teker her tanımının üzerinden geçim hangisinin uygun olduğunu bulalım. Yüzeysel olarak ilk tanım meşru gözükebilir, ta ki dikkatlice incelenene kadar. Tek bir malın satıcısı olmak ne demek?


İki ürünün aynı mal veya farklı mallar olup olmadığı tüketicilerin sübjektif fikirleri tarafından belirlenir, dışarıdaki bir gözlemci tarafından belirlenemez. Bir grup aynı tür maldan bahsedildiğinde bu malların fiziksel özelliklerinden veya benzerliğinden bahsedilmez. Tüketicinin bakış açısından, gruptaki tüm malların homojen ve birbiriyle değiştirilebilir olmasından bahsedilir. Hayek şöyle açıklar:

Ekonomik aktivitenin nesnelerinin objektif anlamda değil sadece insan gayelerini referans alarak tanımlanabileceğini söylemeye gerek bile yoktur. “Emtia” ya da “ekonomik mal” ya da “yemek” ya da “para,” fiziksel anlamda tanımlanamaz ama insanların bu şeyler hakkındaki görüşlerine göre tanımlanabilir. Ekonomik teori, bir materyalistin para görüşünün tanımı olan küçük yuvarlak metal diskler hakkında yorum yapamaz. Demir veya çelik, kereste veya petrol, buğday veya yumurta hakkında söyleyecek bir şeyi yoktur. Her emtianın tarihi gerçekten de gosterir ki insan bilgisi değiştikçe aynı materyal çok farklı ekonomik kategorileri temsil edebilir.

Bu tanım yüzünden Tom Cruise’u, başka aktörlerle değiştirilemeyeceğinden dolayı, oyuncuğunun veya Empire State binasının sahibinin, binasının servislerinin tek satıcısı olduğu için tekelci olduğu gibi absürt sonuçlara ulaşırız.


Bir malın tek satıcısını, üçüncü parti bir gözlemcinin tanımlaması sadece imkansız olmakla kalmaz, başarılı bir şekilde tanımlayabilse bile alternatif malların, tüketicilerin kaynakları için birbiriyle rekabet içinde olduğu gerçeği de apaçık ortadadır. Yani bir ürünün “tekelcisi” olmak her zaman gözüktüğü kadar cazip olmayabilir.

Smith-Corona daktilo endüstrisini on yıllarca domine etti, ama sonra laptop bilgisayarlar piyasaya çıktı ve taşınabilir daktiloları yerinden etti, masaüstü bilgisayarlar da diğer daktiloları yerinden etmeye başladı. Smith-Corona, 1989’a kadar Kuzey Amerika’da satılan daktiloların ve kelime işlemcilerin yarısından fazlasını üretmesine rağmen 9 yıl sonra iflas etti.

İkinci tanımı inceleyelim. Tekel fiyatı, tam rekabet fiyat noktasında talep eğrisi esnek olmayınca ortaya çıkar. Başka bir deyişle bir tekelci firma getirilerini maksimize etmek için satışlarını azaltıp, fiyatlarını arttırabilir. Eğer talep eğrisi tam rekabet fiyat noktasında esnekse, tekel fiyatlarını arttırıp satışlarını azaltamaz.


Şu soruyu sormak oldukça makuldür, bir üreticinin belirlediği fiyatın tekel fiyatı veya tam rekabet fiyatı olup olmadığını nasıl anlayabiliriz? Bunu bilmenin hiçbir yolu yoktur. Diyelim ki bir üretici belli bir miktar A ürününü X fiyat noktasında satmaya karar verir. Üreticinin bakış açısından, X fiyatının üzerindeki talep her zaman esnektir. Üreticinin, satabileceği maksimum fiyattan daha düşük bir fiyat noktasını seçmesi için hiçbir sebep yoktur. Üretici kâr maksimize etmeyi arzuladığından, eğer fiyatı yükseltmenin kârını arttıracağını düşünseydi çoktan daha yüksek bir fiyat belirlemişti, mesela X + 1.


Diyelim ki şimdi üretici gereğinden fazla A ürettiğini düşünüyor.

… üretici bir malı daha az üretirse gelecek periyotta daha fazla para kazanacağına karar verir. Böyle bir azaltmadan kazanılan daha yüksek fiyatın “Tekel fiyatı” olması şart mıdır? Neden tam rekabet fiyatı altı bir fiyattan, rekabet fiyatına doğru bir hareket olmasın? Gerçek dünyada, talep eğrisi bir üreticiye basit bir şekilde verilmez, tahminler yapılmalı ve keşfedilmelidir. Eğer bir üretici bir periyodda çok fazla ürettiyse ve daha fazla gelir elde etmek için bir sonraki periyodda daha az üretiyorsa, bu eylem hakkında başka bir söylenemez. Onun bu iddia edilen tam rekabet fiyatının altından mı üstünden mi hareket ettiğini belirleyecek bir kriter yoktur. Bu yüzden “üretim kısıtlamasını” tekel fiyatı veya tam rekabet fiyatını belirleme testi olarak kullanamayız.

Bu nedenle tekel fiyatı ve tam rekabet fiyatı konseptlerini düzgün bir şekilde saptamak hatta tanımlamak mümkün değildir, gerçek dünyada sadece piyasa fiyatları vardır.


Bu neo-klasik ekonomistler tarafından kullanılan tam rekabet konseptiyle bağlantılıdır. Tam rekabet durumunda ekonomideki her şirket için talep eğrisi tamamen elastiktir. Grafikte bu yatay düz bir çizgi olarak temsil edilir. Bu durumda şirketlerin, tekelci rekabet piyasasına kontrast olarak, fiyatını belirlediği ürünün üzerinde hiçbir etkisi olamaz.

Buna benzer bir grafiği iktisat ders kitabınızda görmüş olabilirsiniz. AC bir firmanın ortalama maliyet eğrisidir. Dp tam rekabet koşullarındaki talep eğrisini temsil eder. Tamamen esnektir ve bu yüzden AC eğrisine E noktasında (K üretim ve G fiyatının kesişim noktası) teğettir. Dmf tekelci rekabet piyasasındaki talep eğrisidir ve tamamen esnek olmadığından dolayı aşağı doğru eğimlidir. AC eğrisinin aynı olduğunu varsayarsak, tekelci rekabet piyasasında, talep eğrisi F noktasında teğet olacaktır. F noktasında (J üretim ve H fiyatta) E noktasına göre üretimin daha az olduğunu görüyoruz. Sunulan argüman, bu koşullarda üretimin daha az ve fiyatların daha yüksek olduğundan tam rekabet piyasasına kıyasla yaşam standardının daha düşük olduğudur.


Bu tip modellemeye karşı birçok ekonomist tarafından argümanlar sunulmuştur. Belki de en ikna edici olanı, bu modelin tamamının pürüzsüz eğriler yardımıyla inşa edilmiş geometrik bir aldatmaca olduğudur. Bu varsayımı bıraktığımızda argüman çöker.


Ortalama maliyet eğrisinin pürüzsüz bir eğri olduğunu varsaymak için bir neden yoktur. İkinci grafikte gözüktüğü gibi köşeli bir eğride, tamamıyla esnek olmayan bir talep eğrisinin ortalama maliyet eğrisinin en alt noktasına teğet olması mümkündür.



Üçüncü tanım bir üretim alanına giriş, ayrıcalıklı birkaç üretici dışında, devlet tarafından yasaklandığında uygundur. Bu tür tekel serbest piyasa koşullarında meydana gelemez ve mülkiyet hakları ihlalidir. En yaygın olan tekelci müdahaleler, patentler, lisanslar ve gümrük vergileridir. Bu tür kanunların yürütülmesi, rakip sayısını müdahale edilmemiş piyasa koşullarında olacak rakip sayısına göre yapay olarak azaltır. Bu tanım tamamıyla makul ve geçerlidir.


Paranın Kökeni ve Alım Gücü

Devletin parayı yarattığını savunan Modern Para Teorisin kartalist açıklamasının tersine, Avusturya ekonomistleri paranın bireylerin takas ekonomisinde kendi çıkarlarını izlemesiyle spontane bir biçimde oluştuğunu savunur. Ortak bir değişim aracı (para) olmayan bir ekonomide bazı mallar diğerlerine göre daha satılabilirdir. “…şimdiki alma gücünde uygun bir zamanda piyasada daha kolay veya daha zor satılabilmesine göre” satılabilirlik değerlendirilir. Örnek olarak bir takas ekonomisinde fiyatta büyük bir düşüş olmadan buğday için müşteri bulmak bir ev için müşteri bulmaktan çok daha kolaydır, bu da farklı satıcılarla daha fazla takas yapılmasına izin verir. Buğdayın bu özelliği bireylerin buğdayı direkt kullanımı için değil, değişim aracı olarak kullanışlılığı olduğundan alınmasını teşvik eder. Bu sayede satilabilirliği az olan ürünlerin sahipleri, sattığı kişilerle isteklerinin tesadüfen aynı olmasına gerek kalmaz. Balık isteyen bir ev sahibinin ev isteyen bir balıkçıyı beklemesine ihtiyaç yoktur. Takas karşılığında balıkçının beğeneceği bir mal alma koşuluyla, evi değerlendirebilecek herhangi birini bulması yeterlidir. Zamanla daha satılabilir mallar popülerleşir ve evrensel bir takas aracı belirlenir. Tarihsel olarak, çoğu kişi tarafından arzulandığı ve özelliklerini kaybetmeden daha küçük parçalara ayrılabileceğini için, bu mallar gümüş ve altın olmuştur.


Ekonomistlerin uzun süre açıklamakta zorlandıkları konu paranın alım gücüydü. Paranın alım gücünü açıklarken bir çelişki belirir. Piyasadaki fiyatlar tüketicilerin subjektif tercih sıralamalarına göre belirlenir. Örneğin, X kişisinin şu tercih sıralamasına sahip olduğunu varsayalım:

  • 1) 3 L

  • 2) Bir şişe su

  • 3) 2 TL

Görüyoruz ki X kişisi 3 TL’yi su şişesine tercih eder ve şişe suyu 2 TL’ye tercih eder. Bu şu anlama gelir, şişe suyu sadece fiyatı 3 liranın altında olduğu sürece almaya razıdır. X kişisi ve onun gibi diğer müşterilerin tercih skalası piyasadaki şişe suyun fiyatını belirler. Peki, X kişisi neden 3 TL’ye değer verir?


Bunun nedeni parasının alım gücü olduğunu ve belirli fiyatlarda çeşitli mallar alabileceğini bilmesidir ancak bu açıklama bir kısır döngü gibi gözüküyor. Malların fiyatları, paranın değerlendirilmesine göre belirleniyor deyip aynı zamanda paranın değerlendirilmesinin malların fiyatlarına göre olduğunu söylüyor gibiyiz.


Marjinal fayda analizinin paraya uygulanabilmesini sağlayan bu problemin cevabına “Regresyon Teoremi” denir.


İnsanlar paraya, beklenilen alım gücüne göre değer verir. X kişisinin 2 TL’ye değer vermesinin nedeni, kendisinin geçmiş piyasa fiyatlarını hatırlaması ve o parayla gelecekte farklı mallar alabileceğini beklemesidir. Sonuç olarak paranın gelecekte beklenen alım gücü malların şimdiki fiyatlarını açıklar. Peki, paranın beklenilen alım gücünü belirleyen nedir? Piyasada yaygın olan geçmiş fiyatlardır.


Diyelim ki bugün, gün 5’tir. Paranın bugünkü değerlendirilmesi, paranın gün 6’da beklenen satın alma kabiliyetine göre belirlenir. Paranın 6’ıncı gündeki beklenilen alım gücünü belirleyen şey geçmiş fiyatların bilgisidir, yani gün 4’teki fiyatların. Paranın 4’üncü gündeki alım gücünü ne belirler? Tabii ki de gün 3’teki fiyatlar ve paranın neler alabileceğini yani alım gücünü anımsamaktır. Kısır döngüden kurtulduk ama sanki sonsuza dek zamanda geri gidiyoruz gibi gözüküyor. Durum böyle değildir. Paranın alım gücü takas ekonomisinden, para kullanan bir ekonomiye geçişe kadar takip edilebilir. Paraya ilk alım gücünü veren geçişin nedeni, para olarak kullanılan malın orijinal, para dışı kullanımın değeridir. Eğer altını ele alırsak, ilk alım gücünü metal olarak kullanışlılığından veya görsel cazibesinden aldığını söyleyebiliriz.


Bu açıklama, Amerikan ekonomistler arasında popüler olan açıklamadan farklıdır. Paranın makroekonomik alım gücündeki değişimleri açıklamak için kullanılmaya devam eden mübadele denklemi M x V = P x T olarak temsil edilir. M para arzıdır, V paranın dolaşım hızı, P malların ortalama fiyat seviyesi ve T toplam mal miktarıdır.


Bu doktrine göre “… paranın alım gücü, fiyat seviyesinin karşılığıdır; yani paranın alım gücünün incelenmesi fiyat seviyesinin incelenmesiyle birebirdir.”


Hadi bu değişkenleri inceleyelim. T’yi nasıl tanımlayabiliriz? Bir ekonomideki tüm heterojen malları nasıl toplayabiliriz ki? Bir şişe şarap, dört paket sigara ve üç kitabı toplamak açık bir şekilde mümkün değildir. Toplam fiziksel mal miktarı anlamsız bir değişkendir.


O zaman ortalama fiyat seviyesine ne demeli? Herhangi bir şeyin ortalamasını hesaplamak için, bu şeyleri toplamamıza izin veren ortak bir ünitenin olması gerektiğini unutmamalıyız.


Varsayalım ki piyasada 1 kilo şeker 7 kuruşa ve 1 şapka 1.000 kuruşa satılıyor. Bu durumu böyle temsil edebiliriz:

Tabii ki de 1.000 ve 7’yi toplayıp 1007 kuruş elde edip bir şeye bölüp fiyat seviyesini hesaplayamayız.


Bu oranları toplamanın tek yolu şöyle olabilir:


Payda mantıksızdır ve bir anlam ifade etmez. “Şapka”yı “kilo şeker” ile çarpamayız, farklı ürünler için kullanılabilecek ortak bir payda asla olamaz. Fiyat seviyesi konsepti terk edilmelidir, farklı ürünlerin sadece kendine özel para fiyatları vardır ve ortalaması alınamazdır. Bu denkleminin bir tarafı temelsiz olduğundan, fiyatların belirlenmesini incelemek için bu denklemin kullanılması da hatalıdır. Genelde iddia edilen, eğer M x V iki katına çıkarken T aynı kalırsa fiyat seviyesi de iki katına çıkmalıdır önermesi manâsızdır.


V’yi inceleyelim:


Dolaşım hızı veya devir sürati diye adlandırılan önemli büyüklük sadece, bir yıl boyunca mallar için toplam para ödemelerinin, ödemeleri etkileyen dolaşımdaki ortalama para miktarına bölündüğünde elde edilen bölümdür.

Başka bir deyişle V = PT/M. Ne yazık ki bu bir totolojiden başka bir şey değildir. V konsepti diğer değişkenlerden bağımsız olarak tanımlanamadığı sürece işe yaramazdır. V tarafından sağlanan tek fonksiyon denklemin iki tarafını eşitlemektir ve başka bir şey olamazdır.


Peki M? Bir ekonomideki para miktarı sayılabilirdir ama para arzındaki bir yükselme tüm fiyatları tekdüze bir biçimde etkilemez. Yani para nötr değildir ve toplam miktarının artışı bize spesifik fiyatların nasıl etkileneceği hakkında hiçbir bilgi sağlamaz.


Olasılık Teorisi ve Belirsizlik

Bir piyasa ekonomisinde neden kârlar ve zararlar var olmaya devam eder? Neden rekabet içinde olan girişimciler üretim araçlarının, çıktılarıyla eşit fiyatta olduğu bir kondisyona ulaşılamaz? Cevap, belirsizlik içeren, bilgi eksikliği olan, tüketicilerin değerlendirmelerini ve gelecek olayları mükemmel bir şekilde öngöremediğimiz bir dünyada yaşadığımızdır.


Avusturyalıların bakış açısını açıklamadan önce neo-klasik ekonomistlerin belirsizliği modellerine nasıl dahil ettiklerini açıklayalım.


Neo-klasikler, bireylerin bir ürünün gelecekte fiyatını tam olarak bilmeseler de olasılık dağılımını bildiklerini varsayarlar. Örneğin bireyler petrolün piyasada yarın olacak fiyatını bilmeseler de, petrol fiyatlarının normal dağılımı olduğu ve ortalamasının 100 TL olduğunu bilirler. Bu modellerde hiçbir girişimci başka bir girişimciden “hakikaten” daha iyi bir performans gösteremez veya daha iyi bir öngörüde bulunamaz.

Evet, yatırımcılar rastgele olan değişkenler belirlendiğinde eylemlerinden pişman olabilir ama bu pişmanlık bir blackjack oyuncusunun, krupiyenin elinde 6 kendi elinde 11 varken ikiye katladığına pişman olmasına eşdeğerdir. Kaybettikten sonra bile blackjack oyuncusu haklı olarak ‘Hakiki bir hata yapmadım çünkü karar verme zamanında sahip olduğum bilgiye göre optimal hamleyi yaptım’ diyebilir.

Avusturyalılar öte yandan iki tür olasılık arasında ayrım yapar. Sınıf olasılığı ve durum olasılığı.


Sınıf olasılığı, bir sınıf olay hakkında her şeyi ama bu sınıftaki tekil olaylar hakkında hiçbir şeyi bilmediğimiz zaman geçerlidir. Örneğin, zar atışını hayal edin. Zarın hileli olmadığını varsayarsak, zar atıldıktan sonra üstte 5 sayısının gelmesinin olasılığının 6 da 1 olduğunu biliyoruz (1’den 6’ya kadar diğer sayılar için de aynısı geçerli). Bu olayla ilgili olasılık hesaplaması yapabiliriz. Tekil olay hakkında hiçbir bilgiye sahip olmamıza rağmen (zar bir kez atıldıktan sonra üstte ne yazacağı) bu olay sınıfının tamamının davranışı hakkında bilgiye sahibizdir

Diyelim ki üzerinde farklı isimler yazan 10 bilet hazırlanıp bir kutunun içine konuluyor. Kimin ismi seçilirse o kişi diğerlerine 100 TL ödemek zorunda kalacaktır. Bu gruptaki her kişinin eylemine “kumar” diyebiliriz. Eğer bir iş adamı X gelip her katılımcıya 10 TL ücret karşılığında, eğer kaybederse 100 TL vereceğini söylerse bir sigortacı görevi üstlenmiştir. Kimin seçileceğine bilmesek de, olay sınıfı hakkında her şeyi bildiğimiz için bu mümkündür. Eğer iş adamı X, 10 katılımcı yerine sadece 1 katılımcıyı sigortalasaydı , o da kumar oynamış olurdu. Bu tür sigorta tamamen kazalara uygulanabilir. Eğer üretilen her 1000 aygıttan 5 tanesi arızalıysa (hangi 5 tanesi olduğunu bilmiyoruz), bu 5 aygıt sigortalanabilir ve basitçe üretim maliyetinin bir parçası olur.


Durum olasılığı, bir sınıfa ait olmayan benzersiz olaylar hakkında bazı sonuç belirleyici faktörleri bildiğimiz zaman geçerlidir. Sınıf olasılığıyla hiçbir ortak noktası yoktur. 2008 başkanlık seçimi, bir futbol maçının sonucu, iş arkadaşlarımın kahvaltıda ne yiyecekleri… Bunların hepsi durum olasılığı örnekleridir. İnsan eylemleriyle alakalıdır.


Durum olasılığı insan eylemleri alemine ait olduğu için olasılık frekansı nümerik olarak temsil edilemezdir. Temsil edilebilmesi için en azından tüm insan eylemlerin listesini yapabilmemiz gerekmektedir, bu tabii ki de formüle etmesi imkansız bir listedir. Durum olasılığına ait olan olaylar doğası gereği sistematik olarak tahmin edilemezdir:

“Dahası, eğer gelecek eylemlerimizi mükemmel bir biçimde veya sadece rastgele sistematik hatalarla tahmin edebilseydik, her eylemcinin diğer herkesle eş bilgiye sahip olduğunu üstü örtülü bir biçimde varsaymış olurduk. Ben senin bildiğini bilmeliyim sen de benim bildiğimi bilmelisin. Öbür türlü, eğer bilgilerimiz bir şekilde farklı olursa, ikimizin de tahminlerinin eşit şekilde doğru veya eşit şekilde yanlış olması imkansız olurdu.
… Sen ve ben ortak bazı şeyleri bilebiliriz ama ben aynı zamanda senin bilmediğin şeyleri biliyorum (kendim hakkında mesela) ve sen de benim bilmediğim şeyler biliyorsun. Bilgimiz ve böylece gelecek eylemler hakkındaki tahminlerimiz ve beklentilerimiz gerçekten de farklıdır. Eğer farklı bireyler farklı bilgilere sahipse, doğru veya yanlış tahmin edebilme olabilirliği (frekansı) de farklı olacaktır. Dolayısıyla tahminlerimizi doğruluğu ve yanlışlığı tamamıyla rastgele olduğu düşünülemez, hiç değilse bir kısmı bir kimsenin daha iyi veya daha fazla bilgiye sahip olmasına atfedilmelidir.”

Ama neden bu olaylar sınıflandırılamaz? “2008 seçimi” olayını seçimler ya da o spesifik ülkedeki seçimler sınıfına koyamıyoruz? Bu sorunun cevabı için, olasılık hesaplanabilme koşullarını açıklayan, Ludwig von Mises’in kardeşi matematikçi Richard von Mises’e dönüyoruz:

Bir kolektif [olasılık teorisinin düzgün bir şekilde uygulanabilmesi için] iki koşulu yerine getirmelidir: (i) kolektifteki belirli nitelikleri rölatif frekansı sabit limitlere yönelmelidir; (ii) bu sabit limitler yer seçiminden etkilenmemelidir. Bu demektir ki, eğer bir niteliğin rölatif frekansını orijinal olan sekansında değil sabit bir kurala göre seçilmiş kısmi bir sette hesaplarsak, bu hesaplamanın sonucu orijinal setle aynı limite doğru yönelmelidir.

Daha kolay anlaşılması için Richard von Mises bir örnek verir:

…Yol boyunca mil taşları konduğunu hayal edin, miller için büyük taşlar ve onda bir mil için küçük taşlar konuluyor. Eğer bu yolda yeteri kadar uzun yürürsek büyük taşların rölatif frekansının değerinin yaklaşık 1/10 olduğunu hesaplarız… önünden geçilen taş sayısı arttıkça 0.1 değerinden sapmalar git gide küçülecektir; başka bir deyişle, rölatif frekansı 0.1 limit değerine doğru yönelir.
… Örneğin büyük bir taşla başlıyoruz ve geçilen sadece her ikinci taşı sayıyoruz. Küçük ve büyük taşların arasındaki rölatif frekans ilişkisi şimdi 1/10 yerine 1/5’e yönelecektir… Bir oyunun şansını sistematik bir seçimle etkileyebilmenin imkansız olması, her kumar sisteminin işe yaramazlığı, olasılık hesabının uygun konusunu oluşturan tüm gözlem sekanslarının ve toplu fenomenlerin ortak karakteristik ve belirleyici özelliğidir… Bir kolektifin rölatif frekansının limitleyici değerleri tüm seçim noktalarından bağımsız olmalıdır.

Başka bir deyişle, eğer bir olayın sonucunu etkileyen nedensel faktörler hakkında bilgiye sahipsek nümerik olasılık bu durumda uygun değildir. Bir zar atışı bireyselleştirilemezdir, sonucun frekansını değiştirebilecek hiçbir “yer seçimi” yoktur. “Zar atışı” sınıfına ait olması dışında bu olay hakkında hiçbir şey bilinmez. İnsan eylemi durumunda, olaylar sınıfındaki her spesifik olayı ayırt edebiliriz ve o spesifik olayla alakalı sahip olduğumuz bilgiler sayesinde tahmin etme yeteneğimizi arttırabiliriz. Eylem yapan insanları ayırt etme, onlarla iletişim kurma; bilgi seviyelerini, değerlerini ve mülkiyet kısıtlamalarını öğrenme özelliğine sahibiz. Bu, tahminlerimizi oluşturmamızda bize yardımcı olacaktır. Sonucu etkileyen bazı değişkenleri biliyoruzdur.


Sonuç


İşte bunlar Avusturya ekonomistleri ve diğer ekonomistlerin farklı olduğu noktalardır ve bu farklar kayda değerdir. Avusturya iktisadıyla ilgili daha detaylı bilgi öğrenmek isteyenlere Murray Rothbard’ın “İnsan, İktisat ve Devlet” kitabını öneririm. Boyutu gözünüzü korkutmasın, bitirdiğinize değecektir. Gelecekte Avusturya iktisadının daha fazla okulda öğretilmesini umuyorum fakat yakın tarihte bu ne yazık ki çok mümkün gözükmüyor.


Yazar - Kaan Dişli

Dipnotlar

  • [1] Eugen von Böhm-Bawerk, “The Positive Theory of Capital”

  • [2] Ludwig von Mises, “Human Action” p.489

  • [3] Bu açıklamanın faizinin nedenini alışık olunan, “şimdiki malların”, “gelecek mallar”dan daha değerli olması olduğunu söyleyen açıklamadan farklı olduğunun farkındayım. Bkz. Bob Murphy, “Unanticipated Intertemporal Change in Theories of Interest”. İki türlü de temel argüman aynı kalır.

  • [4] Paul Krugman, Robin Wells, “Macroeconomics” p.193

  • [5] John Maynard Keynes, “General Theory of Employment, Interest and Money”, p.315

  • [6] Mesela Milton Friedman, Büyük Buhran’ın kaynağının, bankalar kapanırken merkez bankasının para arzının azalmasına izin vermesi olduğunu söylemiştir. “Merkez Bankası, testi geçmeyi başaramadı.” Capitalism and Freedom, p.48

  • [7] Ludwig von Mises, “Human Action” p. 466-467

  • [8] Robert P. Murphy “Choice” p.230

  • [9] “Methodenstreit”, iktisat için uygun olan metot hakkında, 1880 ve 1890’larda Gustav von Schmoller’in önderliğinde Alman tarih ekolüyle, Carl Menger’in liderliğinde Avusturya iktisat ekolü arasındaki bir tartışmadır.

  • [10] Gregory Mankiw’in “Principles of Economics” gibi modern ders kitaplarında bile test edilemeyen prensipler vardır ör: “İnsanlar teşviklerden etkilenir”, “Rasyonel insanlar marja göre karar verir” ve “Bir şeyin maliyeti onu elde etmek için vazgeçtiğin şeydir” ama bunlar bazı ampirik prensiplerle karışık sunulmuştur. Neticede Avusturyalıların yaptıkları düşünüldüğü kadar heterodox bir şey değil.

  • [11] Praksiyolojinin alt disiplinleri şöyle listelenebilir: a. İzole bireyin teorisi (Crusoe iktisatı) b. İstemli kişiler arası takas c. Savaş teorisi (hasım eylem) d. Oyun teorisi (John von Neumann and Oskar Morgenstern “Theory of Games and Economic Behavior”) e. Bilinmeyen (Bkz. Murray Rothbard, “Praxeology: Reply to Mr. Schuller”)

  • [12] Hans Hermann Hoppe, “Economic Science and the Austrian Method” p.15

  • [13] Ludwig von Mises, “The Ultimate Foundation of Economic Science: An Essay on Method” p.71

  • [14]Ludwig von Mises, “Human Action” p.65

  • [15] Ibid., p.353

  • [16] Roger W. Garrison, “Mises and his methods”

  • [17] Murray Rothbard, “Man Economy and State” p.669

  • [18] Friedrich Hayek, “The Counter-Revolution of Science” p.31

  • [19] Thomas Sowell, “Basic Economics” Second Edition

  • [20] Murray Rothbard, “Man Economy and State” p.690

  • [21] Bunun bir örneği, ekstra bir marjinal maliyet eğrisiyle birlikte, OpenStax’ın “Principles of economics” p.187’da bulunur

  • [22] Carl Menger, “Origins of Money” p.25

  • [23] Irving Fisher, “The Purchasing Power of Money, its determination and Relation to Credit, Interest and Crises” p.14

  • [24] Ibid., p.15

  • [25] Robert Murphy and Walter Block, “Mathematics in Economics: An Austrian Methodological Critique”

  • [26] Hans-Hermann Hoppe, “On Certainty and Uncertainty, Or: How Rational Can Our Expectations Be?”

  • [27] Richard von Mises, “Probability Statistics and Truth” p.28

  • [28] Ibid., p.23





391 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
Yazı: Blog2 Post
bottom of page