Hans-Hermann Hoppe - 09.10.2016
I.
Gelen birçok talep üzerine ve hayatta bulunduğum geçkin dönem de göz önüne alındığında kendimden biraz bahsetmek için bu fırsatı uygun buldum. Tabii ki özel hayatımla ilgili değil, işimle ilgili bir söylev olacak. Bu konuşma tüm konular hakkında değil -yıllar içinde birçok konuya azar azar katkıda bulunmuş olsam da- bir konu hakkında olacak. Katkımın en önemli olduğunu düşündüğüm tek konu: Hukukun nihai temeli olarak argümantasyonun a priori’si.
Temel argümanı 1980’lerin ortalarında, otuzlu yaşlarımın ortalarında geliştirdim. Sıfırdan değil tabii ki. Daha önce başkaları tarafından, özellikle de ilk felsefe öğretmenim ve doktora danışmanım Jürgen Habermas ve daha da önemlisi Habermas’ın uzun süreli arkadaşı ve meslektaşı Karl-Otto Apel’in yanı sıra filozof-ekonomistler tarafından geliştirilen fikirleri ve argümanları ele aldım: Ludwig von Mises ve Murray Rothbard. Bununla birlikte, nihayetinde geliştirdiğim argüman her hâlükârda bana esasen yeni ve orijinal göründü. (Aynı sıralarda, Flanders’ta yaşayan ve Felemenkçe yazan ve çok farklı felsefi koşullar ve gelenekler içinde yetişen Frank van Dun, çok benzer bir argüman ve sonuca varmıştı. O zamanlar ikimiz de birbirimizin çalışmalarını bilmiyorduk ve bundan ancak yıllar sonra haberdar olacaktık.)
Özetle – birazdan daha ayrıntılı ve aydınlatıcı açıklamalar getireceğim – argüman şöyle işliyor:
1. Tüm doğruluk iddiaları –belirli bir önermenin doğru, yanlış, belirsiz veya karar verilemez olduğuna veya bir argümanın geçerli ve eksiksiz olup olmadığına dair tüm iddialar– bir argümantasyon sırasında ortaya çıkarılır, gerekçelendirilir ve karara bağlanır.
2. Bu önermenin doğruluğu, çelişkiye düşmeden tartışılamaz, çünkü bunu yapmaya yönelik herhangi bir girişimin kendisinin bir argüman biçiminde ortaya çıkması gerekir. Bu sebeple argümantasyonun “A priori”sidir.
3. Argümantasyon rastgele dolaşan sesler değildir, bir insan eylemidir. Yani belirli bir amaca veya hedefe ulaşmak için fiziksel araçlar (kişinin vücudu ve çeşitli dışsal maddeler) kullanan amaçlı bir insan etkinliğidir: Belirli bir önermenin veya argümanın doğruluk değeri ile ilgili anlaşmaya varma eylemidir.
4. Bazı doğruluk iddialarının geçerliliği ön yargılar, anlaşmazlıklar veya çatışmalar tarafından motive edilse de iddia sahibi ile karşıtı arasındaki her argümantasyon başlangıçtaki anlaşmazlığı çözmeyi ve belirli bir önerme veya argümanın doğruluk değeri konusunda karşılıklı olarak üzerinde anlaşmaya varılmış bir cevaba ulaşmayı amaçlayan, çatışmasız (karşılıklı olarak üzerinde anlaşmaya varılmış, barışçıl) bir etkileşim biçimidir.
5. İddia sahibi ile karşıtı arasında argümantasyonu mümkün kılan eylem normları veya kurallarının doğruluğu ya da geçerliliği (argümantasyonun praksiyolojik varsayımları), pragmatik ya da eylemsel bir çelişkiye düşmeden argümantatif olarak reddedilemez.
6. O hâlde, argümantasyonun praksiyolojik ön kabullerini, yani belirli bir doğruyu arama faaliyeti biçimi olarak argümantasyonu mümkün kılan şey iki yönlüdür:
Her birey, başkalarından bağımsız hareket edebilmek ve kendi başına bir sonuca varabilmek için fiziksel bedeninin münhasır kontrolüne veya mülkiyetine sahip olmalıdır (dilediği zaman sadece ve sadece kendisinin doğrudan kontrol edebilmesi anlamına gelir).
Aynı karşılıklı bağımsız duruş ve özerklik nedeniyle hem iddia sahibi hem de karşıtı, kendi önceki mülkiyetlerine de sahip olmalıdır (birbirlerinden bağımsız olarak ve argümantasyonlarının başlangıcından önce onlar tarafından dolaylı olarak sahiplenilmiş tüm diğer, harici eylem araçlarının münhasır kontrolü).
7. Bunun aksine herhangi bir argüman, yani iddia sahibi veya karşıtının vücudunun münhasır mülkiyetine ve daha önceki mülklerine sahip olmadığı iddiası pragmatik veya eylemsel bir çelişkiye düşmeden savunulamaz. Çünkü hem iddia sahibi hem de karşıtı, argümantasyona girişerek tartışmalarına yol açan anlaşmazlık ne olursa olsun, barışçıl ve çatışmasız bir çözüm aradıklarını gösterirler. Bir kişinin öz sahipliğini ve önceki mülkleri üzerindeki hakkını reddetmek, o kişinin bağımsızlığını ve argümanların yarıştığı bir ortamdaki bağımsız konumunu reddetmek anlamına gelir. Bu durum çatışma olmaksızın ve bağımsız bir şekilde anlaşmaya varmak yerine heteronomiyi, yani bağımlılık ve çatışmayı onaylamak demektir ve bu gerekçeyle argümantasyonun amacına aykırıdır.
Nihayetinde bu argümanı ortaya koyduğumda aslında bu kadar basit ve anlaşılır olması beni şaşırttı. Bu argümanı geliştirmemin bu kadar uzun sürmesi ve hatta daha önce kimsenin bunu düşünmemiş olmasına hayret ettim.
II.
Daha sonra Ludwig von Mises’i ve onun sosyalizmde iktisadi hesaplamanın imkânsızlığına ilişkin ünlü argümanını düşündüm. Mises de bu argümanı tesadüfen otuzlu yaşlarının ortalarında oluşturmuştu. Mises’in iddia ettiği şey özetle tüm üretimin amacının daha az değerli bir şeyin (bir girdinin) daha değerli bir şeye (bir çıktıya) dönüştürülmesi, yani savurgan üretim yerine verimli ve ekonomik olmasıdır. İş bölümüne dayalı bir ekonomide üretimin verimli olup olmadığını belirlemek için parasal hesaplamaya başvurmak gerekir. Bu girdi fiyatları, kâr veya zararı belirlemek için çıktı fiyatlarıyla karşılaştırılmalıdır. Ancak sosyalizmde hiçbir girdi fiyatı yoktur (ve dolayısıyla ekonomik hesaplama için bir olasılık bulunmaz), çünkü sosyalizmde tüm üretim faktörleri tanım gereği tek bir kuruma (devlete) aittir ve böylece üretim faktörlerinde herhangi bir fiyat oluşumu engellenmektedir.
Mises’in argümanıyla ilk karşılaştığımda hemen ikna oldum. Tepkim şuydu: Vay be, ne kadar açık, anlaşılır ve basit! Ayrıca şunu düşündüm: Mises’in bu kadar açık bir şeyi ifade etmesi neden bu kadar uzun sürmüştü ve neden daha önce hiç kimse onun bu yalın kavrayışını keşfedememişti? Elbette bazı iktisadi düşünce tarihçileri, geçmişteki bazı yazarların Mises’in argümanını zaten ima etmiş olduğunu söylemeye hevesliydiler. Terence Hutchison, Friedrich Engels’te Mises’in argümanına dair bir belirti bile keşfetmişti. Bu argümanın yaratıcısının Mises dışında biri olduğunu iddia etmek, ki Mises klasik (Marksist) sosyalizmi entelektüel olarak kesin bir biçimde çürütmüştür, düşünce tarihinin büyük bir çarpıtması ve ciddi bir entelektüel adaletsizlikti.
Belki o kadar şaşırtıcı değil ancak Mises’in “imkânsızlık deliline” verilen tepkiler de öğreticiydi. Mises’in ispatı, yazdığı sırada (Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından) Rusya’daki 1917 Bolşevik devrimiyle çok büyük önem kazanmış olan bir sorunla ilgiliydi.
Genel olarak hiçbir tepki yoktu! Mises basitçe görmezden gelindi. Sovyetler Birliği’nin ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra tüm Sovyet İmparatorluğu’nun devam eden varlığı, iktisat mesleğinin çoğunluğunun ve sıradan halkın büyük bir kısmının Mises’in hatalı olduğuna veya her hâlükârda konu dışında kaldığına dair ampirik kanıtlar olduğuna inanmasına sebep oldu.
Friedrich Hayek, Fritz Machlup, Wilhelm Röpke ve Lionel Robbins gibi birkaç genç iktisatçı Mises sayesinde derhâl görüş değiştirdi ve eski sol eğilimlerini terk ederek kapitalizmin ve serbest piyasanın önde gelen sözcüleri hâline geldi. Otto Neurath, Henry D. Dickinson ve Oskar Lange gibi önde gelen birkaç sosyalist, Mises’in argümanını çürütmeye çalıştı. Ancak benim görüşüme göre, Mises’in ilk “hayranları” bile Mises’in argümanını sulandırmış, yanlış anlamış veya çarpıtmıştır ve böylece Mises’in orijinal argümanını zayıflatmıştır. Mises’in sosyalist “düşmanları” ise daha problemi bile anlamamış gözüküyordu. Mises argümanını (orijinal sunumundan yirmi yıl sonra) muazzam kitabı “İnsan Eylemi”nde sistematik olarak yeniden ifade ettikten ve daha fazla detaylandırdıktan sonra ve hatta 1980’lerin sonunda ve 1990’ların başında sosyalizmin çöküşünden sonra, Robert Heilbronner gibi birkaç sosyalist, Mises’in haklı olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Ancak hâlâ temel gerekçesini kavradıklarına dair hiçbir belirti göstermediler.
III.
Kendi argümanımın kaderi, birçok yönden Mises’in ispatına benziyordu.
Bugün yaygın olan hukuki-ahlâkî rölativizm çağında (“her şey uyar”) ve özel mülkiyet haklarının hemen hemen her yerde ve evrensel olarak devlet tarafından sağlanan mülkiyete veya itibari mülkiyete dönüştürüldüğü bir dünyada yaşadığımız düşünülürse argümanım kesinlikle önemli bir konuyla ilgiliydi. Çünkü bu, kendi kendisiyle çelişen doktrinler olarak ahlâkî rölativizmin tüm biçimlerinin çürütülmesi anlamına geliyordu ve herhangi bir fiat-mülkiyet biçiminin argümantasyona dayalı olarak savunulamayacağını, yalnızca bireyin bedenindeki ve önceki sahipliklerindeki özel mülkiyet kurumunun nihai olarak haklı gösterilebileceğini ima ediyordu. O hâlde benim argümanım Mises’in ispatından bile daha büyük ve daha temel bir meseleyle ilgiliydi.
Buna rağmen (yine de beklenmedik bir şekilde değil) benim argümanım da büyük ölçüde göz ardı edildi.
Ancak tam olarak değil. Söylemekten özellikle gurur duyuyorum ki Murray Rothbard, Walter Block ve Stephan Kinsella ispatımı çığır açıcı olarak hemen kabul etti. Gerçekten de argümantasyon etiğimin İngilizce ilk sunumundan kısa bir süre sonra, Kinsella bunu “estoppel” hukuk teorisiyle, yani “bir bireyin önceki davranışı, iddiası veya inkârı sebebiyle belirli bir gerçeği inkâr veya iddia etmesini engelleyen yasal ilke” ile bütünleştirerek zekice tamamladı ve genişletti. Argümanımla ilgili az ya da çok dostça birkaç eleştiri ve tartışma da basılı olarak yayımlandı. Liberty Magazine’de hem “hayranların” desteklediği hem de “hasımların” eleştirel veya düşmanca yaklaştığı argümanım üzerine küçük bir sempozyum düzelendi. Başta bazı eleştirmenlere ve onların eleştirilerine cevap verdim, ancak sonra arada sırada birkaç istisna dışında meseleyi bir kenara bıraktım. Çünkü o zamanlar felsefe değil, ekonomiyle ilgilenmek için maaş alıyordum. Daha sonraki bazı yazarların eleştirileri, özellikle liberteryen çıkarımımı açıkça kabul eden ama kendi liberteryen “inançları” doğrultusunda herhangi bir alternatif gerekçe sunmadan bu çıkarımı elde etme yöntemimi reddeden Robert Murphy ve Gene Callahan gibi yazarların eleştirileri Stephan Kinsella, Frank van Dun ve Marian Eabrasu tarafından argümantasyona dayalı bir şekilde çürütüldü. Ancak argümanımla ilgili münazaralar devam etti ve bu arada önemli bir boyuta ulaştı. Neyse ki Kinsella konuyla ilgili hâlâ büyümekte olan literatürü belgeledi ve düzenli olarak güncelledi.
IV.
Buradaki amacım tüm münazaranın bir özetini ve değerlendirmesini çıkarmak değil. Bunun yerine argümanımın temel karakterini ve aslında basitliğini daha fazla netleştirme ve ayrıntılandırma fırsatını kullanmak ve bu arada tekrarlanan bazı yanlış anlamaları ortadan kaldırmak istiyorum. Bunu yaparken iki adımda ilerleyeceğim. İlk olarak, “argümantasyondan gelen argüman”ın içeriğini ve ima edilen “nihai gerekçelendirme” kavramını (ve gerekli değişiklikler yapılarak, tüm rölativizm türlerinin “nihai reddi”ni) netleştirmeye çalışacağım. Ardından ikinci adımda, “argümantasyonun a priori”sinden kaynaklanan spesifik bir şekilde ve şüphesiz liberteryen olan sonuçları açıklamaya çalışacağım.
Felsefeye nasıl başlanacağı sorusu, yani bir başlangıç noktası arayışı neredeyse felsefenin kendisi kadar eskidir. Modern zamanlarda, örneğin Descartes, ünlü “cogito, ergo sum”unu (“düşünüyorum, öyleyse varım”) bu şekilde öne sürdü. Mises, insanların eylemde bulunduğu gerçeğini, yani başarılı olsun veya olmasın insanların öngörülen amaçları belli araçlarla takip ettiği gerçeğini bu şekilde değerlendirdi. Daha sonra Wittgenstein, sıradan dili nihai başlangıç noktası olarak düşündü. Popper gibi bazıları böyle bir hareket noktasının var olduğunu ve bulunabileceğini reddetti. Ancak küçük bir akıl yürütmenin gösterdiği üzere bunların hiçbiri tam olarak yeterli olmayacaktır. Ne de olsa Descartes’ın “cogito”su bir önermedir ve gerekçesi bir argüman şeklinde ortaya çıkar. Benzer şekilde Mises eylemden “nihai bir veri” olarak bahseder ve bir argüman sunar: Bu hareket noktasını haklı çıkarmak adına bireyin amaçlı olarak eylemde bulunmaması mümkün değildir. Benzer şekilde Wittgenstein’ın gündelik dil felsefesi sıradan bir konuşma değildir. Konuşmayla ilgili olarak doğru konuşma, yani meşrulaştırıcı bir argüman olduğunu iddia eder. Popper gibi rölativistlere gelince, nihai bir başlangıç noktası olmadığını ileri sürmek ve buna rağmen bu önermenin doğru olduğunu iddia etmek açıkça çelişkilidir ve kendi kendini yenilgiye uğratır.
Özetle: Burada hareket noktası olarak öne sürülen her ne ise veya böyle bir noktanın varlığı reddedilmiş olsa bile, hepsi farkında olmadan ve aslında, bir ve aynı hareket noktasının varlığını onaylamışlardır: Argümantasyon. Argümantasyonun nihai başlangıç noktası statüsünü ancak çelişkiye düşerek reddedebilirler.
Diğer filozofların bu eleştirileri, onların çeşitli katkılarının bazı kısmi gerçeklerini inkâr etmek anlamına gelmez. Gerçekten de derinlemesine düşündüğümüzde, her argümantasyonun aynı zamanda bir eylem olduğunu, yani araçların yardımıyla hedeflerin amaçlı bir şekilde arayışı olduğunu fark edebiliriz (Mises). Ancak her eylem bir argümantasyon değildir. Aslında eylemlerimizin çoğu değildir. Ayrıca argümantasyonun, diğer konuşmacılarla iletişim kurmak için araç olarak kamusal bir dilin kullanımını içeren bir söz eylemi olduğunu kabul edebiliriz (Wittgenstein). Ancak her söz eylemi bir argümantasyon değildir. Aslında çoğu öyle değildir. Ayrıca her argümantasyonun ve dolaylı olarak her söz eyleminin ve her eylemin eylemde bulunan, konuşan ya da tartışan bir kişinin varlığını varsaydığını kabul ediyoruz (Descartes). Ancak eylemler, söz eylemleri (dilin “alt” olarak adlandırılan -anlatımsal, işaret edici ve betimleyici- işlevleri) ve argümantasyon (dilin “en yüksek” işlevi) arasındaki ayrım yalnızca argümanda bulunan bir kişinin bakış açısıyla yapılabilir ve bunun doğru olduğu iddia edilebilir.
[Popper ve Poppercı eleştirmenlere gelince: Öncüllerden sonuçlara giden tümdengelimli (dedüktif) argümanların ancak öncülleri kadar iyi olduğu doğrudur. Kişi her zaman bu öncüllerin gerekçelendirilmesini ve ardından bu gerekçenin öncüllerinin gerekçelendirmesini isteyebilir. Bu durum sonsuz bir döngüye yol açarak böyle devam eder. Ancak burada sunduğum argüman tümdengelimli bir argüman değildir; bir şüpheciye yönelen ve onun bile şüpheci olabilmek için kabul etmek zorunda kalacağı nihai gerçeği gösteren aşkın bir argümandır. Bir şüpheci, insanların eylemde bulunduğunu, konuştuğunu ve tartıştığını inkâr edebilir ve bunun aksini iddia edebilir. Böyle yaparak biçimsel ve mantıksal bir çelişki içine düşmez. Ancak bu iddiayı öne sürerken eylemsel, pragmatik veya diyalektik bir çelişki içinde olacaktır. Çünkü sözleri kendi eylemleriyle, yani sözlerinin doğru olduğunu iddia etmesi gerçeğiyle çürütülmüş olacaktır.]
O hâlde argümantasyon, kendine özgü bir gerekçeyle motive edilen ve kendine özgü bir amaca yönelen (nispeten nadir) eylemin, özel olarak ise söz eylemlerinin bir alt kategorisidir. Belirli bir önermenin veya argümanın doğruluk değeriyle ilgili olarak bireyler arasındaki uyuşmazlık veya çatışmalardan kaynaklanır (uyuşmazlık ve çatışma arasındaki önemli ayrım hakkında ileride daha fazla bilgi verilecektir) ve bu uyuşmazlık veya çatışmanın benzersiz bir gerekçelendirme yöntemi olarak argümantasyon yoluyla çözülmesini veya sonlandırılmasını amaçlar. Kişi bu ifadeyi bizzat inkâr eylemiyle fiilen tasdik etmeksizin inkâr edemez ve bu inkârın doğru olduğunu iddia edemez. Yani eylemsel, pragmatik veya diyalektik çelişkiye düşmeden bunu inkâr edemez. Gerçekten de van Dun’ın deyişiyle, “argüman öne süremeyeceğinizi veya sürmemeniz gerektiğini ve sunulan argümanları ciddiye almadığınızı iddia etmek aslında yapmakta olduğunuz veya yaptığınızı iddia ettiğiniz şeyi yapamayacağınızı söylemek gibidir”. Şunu söylemeye benzer: “Şunun veya bunun doğru olduğunu iddia etmek için hiçbir sebep yok ve neden böyle bir sebep olmadığının nedenleri işte burada.” Ayrıca van Dun’ın keskin bir şekilde gözlemlediği üzere, Hume’un “aklımız tutkularımızın kölesidir ve öyle olmalıdır” şeklindeki ünlü vecizesi kendi içinde çelişki barındırmasa da aslında eylemsel veya diyalektik bir çelişkidir. Çünkü Hume sebepler ortaya koyar ve sebeplere ciddi bir önem atfederken bunlara hiç önem atfedilmemesi gerektiğini iddia eder.
Kendine özgü meşrulaştırma yöntemi olarak argümantasyonun doğasına ve epistemolojik statüsüne ilişkin bu iç görünün ışığında, orijinal argümanıma yöneltilen birçok itiraz kolaylıkla reddedilebilir.
“Argümantasyondan gelen argüman”a itiraz edilmiş, örneğin kişinin argümantasyona dahil olmayı her zaman reddedebileceği söylenmiştir. Bu kesinlikle doğrudur ve aksini asla iddia etmedim. Ancak bu, söz konusu argümanıma yönelik bir itiraz değildir. Bir kişi argümantasyona dahil olmayı reddettiğinde, karşılığında hiçbir argüman da borçlu değildir. Bunu yapan kişi mevcut soru veya problemle ilgili olarak rasyonel bir kişi olarak görülmez. Bu konuda yok sayılması gereken biri olarak muamele görür. İlke olarak herhangi bir kimseye karşı inançlarını veya eylemlerini herhangi bir şekilde argümantasyona dayalı olarak haklı çıkarmayı reddeden bir kişi, artık kişi muamelesi görmeyecek ve kişi olarak kabul edilmeyecektir. Bunun yerine “vahşi bir şey” veya “dışlanmış” olarak kabul edilecek ve muamele görecektir. Onun varlığı ve davranışı bizim için sadece “teknik” bir sorun teşkil edecektir. Yani, kendisine söylenen her şeye “hayır” diye bağıran küçük bir çocuk ya da bir hayvan gibi; yani kontrol edilecek, evcilleştirilecek, ehlileştirilecek, çalıştırılacak, yetiştirilecek ya da “koçluk yapılacak” bir şey gibi muamele görecektir.
Argümanıma tekrar tekrar ve görünen o ki çok ciddi bir şekilde birkaç muhalif tarafından ileri sürülen başka bir “itiraz” ise aslında şaka olarak nitelendirilmeyi hak ediyor. Argümanımın (doğru olsa bile) alâkasız ve önemsiz olduğuna dair bir itiraz. Neden? Çünkü iddiaya göre argümantasyon etiği, sadece o anda ve argümantasyon süresi boyunca ve hatta o zaman bile sadece argümantasyona fiilen katılanlar için geçerli ve bağlayıcıdır. Tuhaf bir şekilde bu eleştirmenler, bu tezin (doğruysa eğer) kendilerine de uygulanması gerektiğini ve dolayısıyla kendi eleştirilerini de alâkasız ve önemsiz kıldığını fark etmiyorlar. O zaman eleştirilerinin kendisi, konuşmanın dışında herhangi bir sonuç olmaksızın, sadece konuşmuş olmak için konuşmak anlamına gelecektir. Çünkü (kendi tezlerine göre) argümantasyon hakkında söyledikleri, ancak bunu söyledikleri zaman ve söyledikleri esnada doğrudur ve argümantasyon kapsamının dışındaki bağlamla hiçbir ilgisi yoktur. Üstelik onların doğru olduğunu söyledikleri şeyler yalnızca argümantasyona fiilen katılan taraflar için doğrudur, hatta gerçek bir karşıt görüş yoksa ve olmadığı sürece yalnızca kendileri için geçerlidir ve söylediklerini bir iç diyalogda sadece kendi kendilerine söylemiş olurlar. Öyleyse bir insan neden zamanını boşa harcasın ve bu tür özel “gerçekleri” dikkate alsın?
Daha da önemlisi ve asıl nokta şu: Aslında bu eleştiriler elbette boş konuşma veya sadece bir şakayla değil, ciddi bir argümantasyonla, yani iddia edilen bir karşı argümanın varlığıyla, bu kapsamda ve bu sıfatla meşguller. Dolayısıyla bunlar kaçınılmaz olarak eylemsel veya diyalektik bir çelişkiye düşer. Çünkü argümantasyon hakkında söylediklerinin argümantasyonun içinde ve dışında, yani gerçekten tartışılsa da tartışılmasa da doğru olduğunu ve bunun sadece kendileri için değil, argümantasyon yapabilen herkes için doğru olduğunu iddia ederler. Yani söylediklerinin aksine, aslında salt kelime alışverişinin ötesinde bir amaç peşinde koşarlar. Argümantasyon, kendi başına bir amaç değil, bir amaca yönelmiş araçtır. Argümantasyonun amacı, bazı rakip doğruluk iddialarıyla ilgili başlangıçtaki bir uyuşmazlığın veya çatışmanın üstesinden gelmek ve argümantasyonun çıktılarına bağlı olarak kişinin önceki inançlarını veya eylemlerini değiştirmektir. Yani argümantasyon, bu çıktıların sonuçlarının kabul edilmesi gerektiğini ima eder. Aksi hâlde neden tartışalım? Dolayısıyla örneğin, “asgari ücretin işsizliği artırıp artırmadığını tartışalım” dedikten sonra “o zaman argümantasyonumuzun sonucu ne olursa olsun önceden inandığımız şeye inanmaya devam edelim.” diye eklemek eylemsel veya diyalektik bir çelişkidir. Benzer şekilde, duruşmadaki bir yargıcın “çekişen iki taraftan Peter ve Paul’den hangisinin haklı ya da haksız olduğunu ortaya çıkaralım ve daha sonra yargılamanın sonucunu görmezden gelelim ve Peter’ı suçlu bulunacak olsa bile serbest bırakalım veya masum bulunacak olsa bile Paul’u cezalandıralım.” demesi kendi içinde çelişkili olacaktır.
Bazı eleştirilerin beni bir önermenin doğruluğunun, birinin bu önermeyi yapmasına bağlı olduğunu iddia ediyor olmakla (ki bu yanlış) suçlaması aynı derecede aptalcadır. Hiçbir yerde böyle bir iddiada bulunmadım. Elbette Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü, suyun aşağıya doğru aktığı veya 1+1’in 2’ye eşit olduğu tartışsak da tartışmasak da doğrudur. Kendi başına argümantasyon bir şeyi doğru hâle getirmez. Argümantasyon, önermelerin değerlendirilmek üzere gündeme getirildiğinde doğru ya da yanlış olduğunu meşrulaştırma yöntemidir. Aynı şekilde mülkiyetin ve mülkiyet haklarının doğruluğu veya yanlışlığı, birinin bu yönde bir iddiada bulunmasına bağlı değildir. Aksine, mülkiyet ve mülkiyet haklarının doğruluğu veya yanlışlığı, tartışmaya açık olduklarında meşrulaştırılır.
V.
Bununla beraber açıklamalarımın ikinci kısmına geliyorum: Argümantasyon etiğinin liberteryen sonuçları.
Bunun için öncelikle her argümantasyonun bir önerme içerdiği şeklindeki apaçık gerçeğe işaret etmek gerekir. Ne zaman tartışsak, bir şey hakkında tartışırız. Bu, argümantasyonun kendisi olabilir, yani şu ana kadar bahsettiğim konunun ta kendisi. Ancak içerik herhangi bir şey de olabilir: Küresel ısınmanın şu anda var olup olmadığı, insan yapımı olup olmadığı veya para arzındaki bir artışın daha büyük bir genel refaha yol açıp açmayacağı gibi olgu veya sebep-sonuç ilişkileri olabilir. Aynı zamanda birinin bir şeye sahip olmasının (fiili kontrol) söz konusu şey üzerinde hak sahibi olduğu (mülkiyet) anlamına gelip gelmediği, köleliğin veya vergilendirmenin meşru olup olmadığı gibi normatif konular da olabilir.
Özetle: Argümantasyon ya olgular hakkında ya da normlar hakkında olabilir. Olgular hakkındaki bir argümantasyonun kaynağı anlaşmazlıktır (disagreement) diyebilirim. Böyle bir argümantasyonun amacı, bu anlaşmazlığı çözmek ve bu inançların motive ettiği eylemleri daha başarılı kılmak için kişinin olgulara dayalı inançlarında daha iyiyi amaçlayan bir değişiklik meydana getirmektir. Normlarla ilgili bir argümantasyonun kaynağı ise çatışmadır (conflict). Böyle bir argümantasyonun amacı, bu çatışmayı çözmek ve gelecekteki çatışmalardan daha iyi kaçınmak için kişinin değerler sisteminde bir değişiklik meydana getirmektir.
Argümanımın orijinal sunumunda, yalnızca ikinci konu ile ilgilendim ve burada da ana konu bu olacak. Ancak, normlar hakkındaki bir argümantasyonun doğasını daha iyi anlamak için ilk olarak, karşıtlık yoluyla, olgular hakkındaki bir argümantasyona kısaca bakmanın yol gösterici olacağı kanaatine vardım.
Bir argümantasyon ortamında olgusal bir anlaşmazlık nasıl çözülür? Bu, elbette önce anlaşmazlığın konusuna, sonra da incelenen rakip doğruluk iddiaları arasında bir sonuca varmak ve karar vermek için kullanılacak yöntem(ler)e – eylem ve işlemlere – bağlıdır. Belirli bir amaç için ne gibi yöntemler mevcuttur? Varsa nasıl ve hangi koşullar altında, nelere dikkat edilmelidir? Hangi ölçüm standardı veya aracı ile neyin ölçülmesi gerekir? İlgili verileri toplamak için amaçlanmış başka hangi araçlar, aletler, makineler vb. el altında ve çalışır durumda olmalıdır? Sayılması veya hesaplanması gereken bir şey var mıdır? Zaman ve zaman gecikmeleri dikkate alınmalı mıdır ve ölçülmeli midir? Kontrollü bir deney kurulabilir mi ve kurulmalı mıdır? Bir korelasyon kurmayı mı amaçlıyoruz yoksa nedensellik mi arıyoruz? Yoksa “ölçmek”ten çok “anlam” ve “kavrayış” meselesi mi söz konusu? Tartışma konusu salt “ampirik” bir mesele midir? Yoksa tümdengelimsel akıl yürütme veya geometrik, matematiksel veya praksiyolojik kanıtla çözülmesi gereken ve çözülebilecek olan “mantıksal” bir mesele mi? Son olarak, belirli bir amaç için hangi yöntem(ler)in seçileceği sorusuna karar verildiğinde, bu yöntemler, araçlar ve işlemler harekete geçirilmeli ve uygulanmalıdır. İlk anlaşmazlığı olası bir sonuca ulaştırmak için ilgili veriler fiilen toplanmalı ve ölçümler, hesaplamalar, deneyler, testler veya kanıtlar fiilen alınıp ve uygulamaya konulmalıdır.
Bazı olgusal anlaşmazlıkları çözme çabasını argümantasyona dayalı bir temellendirme hâline getiren şey nedir? Öncelikle açık bir şekilde, her iki tartışmacı ve aslında anlaşmazlık konusuyla ilgili olan herkes, birbirlerini eşit derecede bağımsız ve her birinin kendi ayrı fiziksel bedeni olan başka bir kişi olarak görmek zorundadır. Yani hiç kimse, tüm tartışma esnasında rızası olmaksızın başka bir kişinin vücudu üzerinde fiziksel kontrol uygulayamaz.
Aksine, herkesin kendi başına, bağımsız ve özerk bir şekilde aynı sonuca varmasını ve ardından sonucu kendi kişisel menfaatine göre kabul etmesini mümkün kılmak için herkes kendi başına hareket eder ve konuşur. Ayrıca muhtemelen, sonucu ne olursa olsun bir başkası tarafından yalnızca tartışıyormuş gibi yapmak adına önceden belirlenmiş bir yargıda bulunmak için tehdit edilmiş, para ödenmiş veya rüşvet verilmiş hiç kimse argümantasyona dahil değildir.
Bütün bunlar “bilim dünyası” tarafından genel olarak doğal kabul edilmesine rağmen başka bir zorunluluk sık sık göz ardı edilir. “Olgusal” ve “normatif” argümantasyon arasındaki can alıcı farkı en iyi ortaya çıkaran, özellikle bu zorunluluktur.
Bazı olgusal anlaşmazlıkları çözme çabası içinde olan herkesin, eşit derecede saygı görmesi ve argümana dayalı bir gerekçeden bahsetmek için kendi kişisel vücut bütünlüğü içinde güvence altında olması yeterli değildir. Ayrıca her bir kişinin, mevcut soruyla ilgili karar vermek için yöntemsel olarak gerekli olan tüm “verilere”, tüm araçlara, vasıtalara, enstrümanlara veya uygulamalara eşit şekilde erişebiliyor olması gerekir. Böylece her bir kişi aynı eylemleri ve işlemleri kendi başına gerçekleştirebilir ve sonuçları çoğaltabilir. Bazı olgusal anlaşmazlıkları çözmek için kâğıt ve kalem, bir mukayese standardı, bir saat, bir hesap makinesi, bir mikroskop, bir teleskop gibi araçları veya sadece üzerinde durup gözlemler yapmak için bir zemini kullanmak gerekiyorsa, hiç kimsenin bu tür araçlara erişimi engellenemez. Örneğin bir kişinin bir başkasına şunu söylemesi olgular hakkındaki bir argümantasyonun amacına aykırı olur ve diyalektik bir çelişkiye yol açar: “Bu binanın yüksekliği veya şu arabanın hızı konusunda anlaşamıyoruz ve bu anlaşmazlığı bir sonuca bağlamak için bir kıstasa ve bir saate ihtiyacımız var, ancak bu kıstas ve saate erişiminizi reddediyorum.”
Böylece yavaş yavaş asıl ilgi alanıma geliyorum: normatif meseleler, yani doğru ve yanlış hakkındaki argümantasyon. Argümantasyonumuzun kaynağı ve içeriği salt bir anlaşmazlıktan ziyade bir çatışmaysa ve ben şu ya da bu araca veya şu ya da bu zemine erişiminizi reddedersem, bu performatif ya da diyalektik bir çelişkiye yol açmaz. Yani örneğin söz konusu enstrümanlar, araçlar ve zemin ile ilgili sizinle benim farklı planlarımız, ilgi alanlarımız ve hedeflerimiz varsa. O hâlde şuna ya da buna erişmenize izin vermeyi reddetmem haklı olabilir veya olmayabilir, ancak bu kendi içinde çelişkili bir talep olmayacaktır.
Olgular hakkındaki bir argümantasyonun karakteristik özelliği argümantasyon süresi boyunca katılan tüm taraflar arasında bir çıkar uyumunun hakim olması gerektiğidir. Tüm mülkiyet anlaşmazlıkları geçici olarak askıya alınır ve ayrıca argümantasyonun sonucunun mülkiyetin dağıtımına yönelik hiçbir sonucu veya etkisi yoktur. Olgusal bir anlaşmazlığı bir sonuca vardırmak için, her gerçek veya potansiyel katılımcının aynı veya benzer türdeki nesnelerle aynı eylemleri ve işlemleri gerçekleştirebilmesi gerekir ve diğer herkes tarafından da böyle olması beklenir. Argümantasyon süresince, herkes diğerlerinin ondan beklediği ve onun yapmasını istediği şeyi yapar. Bütün eylemler birbiriyle uyum içinde hareket eder. Ve sonunda herkes, en azından geçici bir sonuca varıldıktan sonra, yeni öğrendiği dersle her şeyin eskisi gibi kalıp devam ettiği normal hayatına geri döner. Ancak normal hayatta insanlar sadece olgusal anlaşmazlıklarla karşılaşmazlar. Gerçekten de ampirik bir mesele olarak en azından yetişkin bir insanın hayatında argümantasyona yol açan olgusal anlaşmazlıklar nispeten nadirdir. Çünkü dış dünyanın yapısı ve iç işleyişi ile ilgili en temel ve en basit gerçekler, günlük yaşamındaki herkes tarafından uzun süredir tanınır, kabul edilir ve hiçbir zaman ciddi bir şüphe düzeyine çıkmayacak şekilde benimsenir. Herhangi bir olgusal iddianın doğruluk değeriyle ilgili herhangi bir ciddi şüphe ortaya çıktığında bu tür anlaşmazlıklar genellikle rutin ve yöntemsel olarak en azından geçici bir çözüme kavuşturulur ve ilgili tüm taraflarca hızlı bir şekilde ve herhangi bir direniş göstermeksizin kabul edilir. O hâlde en ciddi argümantasyonlara yol açan şey olgusal anlaşmazlıklardan ziyade çatışmaların yaşanmasıdır. En yoğun merakı uyandıran tartışmalar da çatışmalar hakkındaki argümantasyonlardır.
VI.
Çatışma, iki kişinin aynı fiziksel malı kullanmak istemesi ve kullanmayı denemesi hâlinde ortaya çıkar. Örneğin aynı vücut, içinde bulunulan mekân veya farklı amaçlara ulaşmak adına kullanılan herhangi bir dışsal obje. Yani tarafların bu mallarla ilgili menfaatlerinin aynı olmayıp uyumsuz ve birbirine zıt olması çatışmayı doğurur. İki taraf aynı fiziksel araçları alternatif amaçlar için aynı anda kullanamaz. Bunu yapmaya çalışırlarsa, çatışmaları gerekir. Bu iki taraftan yalnızca bir kişinin iradesi galip gelebilir, ikisi birden değil.
Bir çatışma konusu hakkında ne zaman birbirimizle tartışsak, amacımızın bu çatışmaya barışçıl, argümantasyona dayalı bir çözüm bulmak olduğunu göstermiş oluruz. Kavga etmemek ve sözlü tartışmak konusunda anlaşırız. Ayrıca argümanlardan çıkacak sonuca saygı duymaya istekli olduğumuzu da gösteririz. Bunun aksini iddia etmek ve örneğin, “kavga etmeyelim ve çatışmamızda kimin iradesinin galip geleceği hakkında tartışalım, ancak çıkan sonuçtan bağımsız olarak argümantasyonumuz bittiğinde ne olursa olsun, seninle her hâlükârda kavga edeceğim” demek performatif veya diyalektik bir çelişkiye yol açacaktır. Bunu iddia etmek, argümantasyonun temel amacına aykırıdır.
O hâlde, bir çatışmayla ilgili olarak argümantasyona giren herhangi iki kişinin karşılaştığı mesele, yalnızca mevcut çatışma için değil, aynı zamanda gelecekteki tüm olası çatışmalar için de barışçıl bir çözüm yolu bulmaktır. Böylece, şimdi veya gelecekte farklı menfaatlere rağmen, çatışmasız ve barışçıl bir şekilde etkileşime girebilmek mümkün olacaktır.
Bu sorunun kesin cevabı, insan eylemi mantığının kısa bir analiziyle, yani praksiyolojik akıl yürütme yöntemiyle sağlanır.
Mantıksal olarak, gelecekteki tüm bireyler arası çatışmalardan kaçınmak için, her bir malın -bireyin amaçlarına yönelik araç olarak kullanılan her türlü fiziksel şeyin- her zaman ve her durumda özel mülkiyete tâbi olması yeterlidir. Yani bu malların yalnızca belirli bir kişi tarafından (veya gönüllü ortaklık veya birlik tarafından) kontrol edilmesi, hangi malın kime ait olduğunun ve hangisinin kime ait olmadığının açıkça tespit edilebiliyor olması gerekir. O hâlde farklı bireylerin menfaatleri, planları ve amaçları tamamen farklı olabilir, ancak eylemleri yalnızca kendi özel mülkiyetlerini kapsadığı ve başkalarının mülkiyetine dokunmayıp onları fiziksel olarak sağlam bıraktığı sürece çatışma ortaya çıkmaz.
Ancak bu, cevabın sadece bir kısmı. Bir sonraki soru, tüm iktisadi malların böyle eksiksiz ve kesin bir şekilde özelleştirilmesinin barışçıl bir şekilde, yani çatışma yaratmadan ve çatışmaya dönüştürmeden nasıl sağlanacağı oluyor. Fiziksel mallar nasıl olur da birinin özel mülkiyeti hâline gelebilir ve fiziksel malların sahiplenilmesinde bireyler arası çatışmalardan nasıl kaçınılabilir?
Praksiyolojik analiz bu sorulara kesin bir cevap verir. Birincisi, çatışmadan kaçınmak adına malların araç olarak sahiplenilmesinin kelimeler, beyanlar veya hükümlerle değil, yalnızca eylemler aracılığıyla gerçekleştirilmesi gerekir. Çünkü yalnızca bireyin belirli bir yer ve zamanda gerçekleşen eylemleri aracılığıyla, belirli bir kişi ile belirli bir şey ve bunun uzantısı/sınırı arasında nesnel ve dolayısıyla öznel olarak tespit edilebilir bir bağlantı kurulabilir. Bu sayede rakip mülkiyet iddiaları nesnel olarak çözüme kavuşturulabilir.
İkinci olarak, kişinin tespit edilebilir her sahiplenme eylemi barışçıl değildir ve bu nedenle argümantasyon yoluyla haklı gösterilemez. Yalnızca daha önce sahiplenilmemiş bir şeyi ilk sahiplenmiş kişi bu şeyi barışçıl ve çatışmasız bir şekilde edinebilir ve o hâlde yalnızca onun bu tip sahiplikleri mülkiyettir. Zira, tanımı gereği, ilk sahiplenen olarak o, söz konusu malı mülk edinirken başka kimseyle çatışmaya giremeyecektir, çünkü diğer herkes ancak daha sonra o mahale varmış olacaktır. Ve herhangi bir sonradan gelen, söz konusu şeylere ancak ilk gelenin rızasıyla sahip olabilir. Ya, ilk gelen, mülkünü gönüllü olarak devrettiği için, sonradan gelen bu durumda ve o andan itibaren mülkün münhasır sahibi olur. Ya da ilk gelen ona mülküyle ilgili bazı şartlı kullanım hakları verdiği için, bu durumda o şeyin maliki olmaz, o şeyde hak sahibi olur. Aslında, aksini iddia etmek ve ilk sahibinin iradesinden bağımsız olan ve hesaba katılmayan bir geç gelenin, belirli bir şeyin sahibi olarak görülmesi gerektiğini söylemek, performatif veya diyalektik bir çelişki yaratır. Çünkü bu, sonsuz barıştan ziyade sonsuz bir çatışmaya yol açacaktır ve bu nedenle argümantasyonun amacına aykırı olacaktır.
İnsanlar, makul olarak insanlığın başlangıcından sonuna kadar birbirleriyle barış içinde yaşamak istiyorlarsa (ve çatışma hakkında tartışırken bunu istediklerini kanıtlamış oluyorlarsa), o zaman “öncel sahiplik ilkesi” adını verdiğim tek bir çözüm yöntemi vardır: İster doğrudan mülkiyet biçiminde olsun, ister hak sahipliği biçiminde olsun, tüm adil ve meşru (ve argümantasyona dayalı olarak haklı gösterilebilir) mülkiyetler direkt olarak veya çatışmasız ve dolayısıyla karşılıklı yarar sağlayan mülkiyet-unvan transferleri zinciri aracılığıyla dolaylı olarak bir önceki maliklere ve sonunda ilk sahiplenen veya üreten malike geri döner. Aynı mantıkla devam edersek: Bir önceki sahiplenmenin veya üretimin sonucu olmayan ve önceki malikten-üreticiden çatışmasız bir şekilde gönüllü olarak elde edilmeyen her türlü mülkiyet gayrimeşrudur.
O hâlde, bir iddia sahibi ile karşıtı arasındaki argümantasyona dayalı bir anlaşmazlıkta çözülecek sorun, aslında bir ilke meselesi değildir. Çünkü öncel sahiplik ilkesinin kendisi, performatif veya diyalektik bir çelişkiye düşmeden argümantasyona dayalı olarak reddedilemez. Bu ilke nihai bir “veri”dir ve geçerli bir a priori olarak kabul edilir. Bir iddia sahibi ile karşıtı arasındaki anlaşmazlık, yalnızca olgusal meseleler olabilir, yani ilkeye her durumda doğru bir şekilde uyulup uyulmadığı ve/veya ilkenin uygulanıp uygulanmadığı ile ilgili meseleler olabilir. Örneğin iddia sahibinin mevcut her bir mülkünün öncel sahiplik ilkesine uygun olarak adil bir şekilde elde edilip edilmediği veya iddia sahibinin mevcut mülklerinin statüsüne itiraz eden karşıt kişinin iddia sahibine ait mülklerin bazılarının veya tamamının (ama birazdan göreceğimiz üzere ‘tamamı’ değil) önceki ve terk edilmemiş bir mülkiyet tarafından engellendiği iddiaları. Öncel sahiplik ilkesi ayrıca şu anlama gelir: Belli bir eylem aracıyla ilgili olarak tartışan iki taraf, rakip mülkiyet iddiaları ile alâkalı olarak karara varmak için mevcut ve hâlihazırdaki mülkiyet dağılım durumunu kabul ediyor demektir. İlk bakışta, söz konusu malın şimdiki maliki aynı zamanda önceki malik ve dolayısıyla hak sahibi gibi görünmektedir. Aksini ispat yükümlülüğü, yani hâlihazırdaki durum tarafından sağlanan delilin yanlış ve aldatıcı olduğunu ispat yükümlülüğü her zaman mevcut duruma itiraz eden kişinin üzerindedir. İtiraz eden kişi gerekçe ve iddialarını sunmalıdır ve eğer bunu yapamazsa her şey hâlihazırdaki gibi devam etmekle kalmaz, aynı zamanda karşı tarafın haksız iddialara karşı kendisini savunmak zorunda kalması nedeniyle zamanı kötüye kullanıldığı için karşı tarafa tazminat borçludur. Böylece temelsiz suçlamaların olasılığı da azalır.
Dahası, bir iddia sahibi ile karşıtı arasındaki herhangi bir tartışmada reddedilemez bir şekilde “verili” olan yalnızca ilke ve prosedür değil, aynı zamanda herhangi bir anlaşmazlığın ötesinde “verili” bir temel gerçektir. Bu da beni az önce bahsedilen “tüm malları, ama tam olarak tüm malları değil” kısıtlamasına ve argümantasyonun kendisinden gelen argümana geri götürüyor.
Zira, hangi dışsal mülkün kime ait olduğu veya kime ait olmadığı muhtemel bir ampirik soru iken ve prensipte, herhangi tekil veya tüm harici mallar üzerinde herhangi bir kişinin mevcut herhangi bir sahipliğini, onun yasallığı konusunda şüpheye düşürmek mümkün olsa da birincil hareket aracı olarak kişinin fiziksel bedeni söz konusu olduğunda bu durum mümkün değildir. Hiç kimse sürekli olarak başka bir kişinin vücudunun gerçek sahibi olduğunu iddia edemez. Pek tabii bunu dile getirebilir. Ancak bunu yaparken ve diğer kişinin bu iddiaya onayını ararken, performatif veya diyalektik bir çelişkiye düşer. Bu nedenle, her insanın doğal olarak birlikte geldiği ve birlikte doğduğu fiziksel bedenin yasal sahibi olduğu ve başka herhangi bir kişinin bunu dolaylı olarak (kendi bedeni aracılığıyla) yapabilmesinden önce bedeninin doğrudan öncel sahibi olduğu kabul edilebilir bir a priori gerçektir. Kendi bağımsız ve ayrı organları olan bağımsız ve ayrı kişiler olarak birbirini tanımadan ve saygı duymadan, bir iddia sahibi ile karşıtı arasında hiçbir argümantasyon mümkün değildir. Bedenleri fiziksel olarak çatışmaz veya çarpışmaz, ancak birbirleriyle tartışırlar ve bu nedenle ayrı ve bağımsız bedenlerinin sınırlarını ve limitlerini tanımalı ve bunlara saygı göstermelidirler.
Bazı eleştirmenler bu argümanın, bir kişinin vücudunun tamamına sahip olduğunu göstermediğini, en iyi ihtimalle vücudunun sadece bir kısmına sahip olduğunu gösterdiğini öne sürdüler. Neden? Çünkü tartışmak için vücudun tüm kısımlarını kullanmak gerekli değildir. Tartışmak için iki böbreğe, iki göze veya bir apandise ihtiyacınız olmadığı da doğrudur. Aslında, tartışmak için vücut kıllarınıza, hatta kollarınıza ve bacaklarınıza da ihtiyacınız yok. Dolayısıyla, bu tür eleştirmenlere göre, iki böbreğinizin veya gözünüzün, bacaklarınızın ve kollarınızın yasal sahibi olduğunuzu iddia edemezsiniz. Ancak bu itiraz sadece ilk bakışta aptalca görünmekle kalmaz - sonuçta, bu “gereksiz” kısımların ayrı, bağımsız varlıklar olarak değil, tek bir bütünün doğal parçaları olarak kabul edilmesini ima eder. Daha da önemlisi, felsefi olarak konuşursak, bir kategori hatası içerir. Eleştirmenler, argümantasyon ve eylemin fizyolojisini, argümantasyon ve eylemin mantığıyla basitçe karıştırıyorlar. Bu kafa karışıklığının özellikle iktisatçılardan gelmesi şaşırtıcıdır ve hatta praksiyolojiye aşina iktisatçılardan gelmesi çok daha şaşırtıcıdır. Çünkü, burada “beden” ve “dış dünya” arasında yapılan ayrıma tamı tamına karşılık gelen, iki orijinal üretim aracı olarak ekonomide “emek” ve “toprak” arasında yapılan temel ayrım dolayısıyla sadece fizyolojik veya fiziksel bir ayrım değil, praksiyolojik bir ayrımdır.
Cevaplanması gereken soru şu değildir: “Bir kişinin başka bir kişiyle tartışması için hangi vücut bölümleri fizyolojik olarak gerekli gereksinimlerdir?” Onun yerine, asıl soru şudur: “Vücudumun hangi kısımları ve vücudunuzun hangi kısımları benim veya hangi kısımlarını meşru mallarım olarak savunabilirim ya da vücudumun hangi kısımları ve vücudunuzun hangi kısımları sizin veya hangi kısımlarını meşru mallarınız olarak savunabilirsiniz?” Buna açık ve net bir cevap vardır. Ben, içinde doğal olarak bulunan ve ona bağlı olan her şeyle doğa tarafından verilen bedenimin meşru sahibiyim ve siz de doğa tarafından verilen tüm bedeninizin meşru sahibisiniz. Aksini iddia eden herhangi bir argüman, iddia sahibini performatif veya diyalektik bir çelişki içine sokacaktır. Örneğin, sizinle bir argümantasyonda, doğa tarafından verilen bedeninize meşru olarak sahip olmadığınızı söylemem, sizinle böyle -savaşmadan- tartışırken, sizi benden ve bedenimin limit ve sınırlarından fark edilir şekilde ayrı bir bedene sahip başka bir kişi olarak tanıdığım ve buna göre davrandığım gerçeğiyle çelişir. Benim doğal bedenim aracılığıyla dolaylı yoldan yapabilmemden önce sahip olduğunuz ve barışçıl bir şekilde sahiplendiğiniz tüm doğal bedeninize meşru olarak sahip olmadığınızı iddia etmek, çatışmayı ve çarpışmayı savunmaktır ve bu nedenle argümantasyonun “mevcut bir çatışmayı barışçıl bir şekilde çözmek ve gelecekteki çatışmalardan kaçınmak” temelindeki amacına aykırıdır.
Bir çelişkiye düşmeden iddia edebileceğim tek örnek, şu anki bedeninizin tamamına sahip olmadığınızdır, çünkü bedeninizin şu anki tüm parçaları onun doğal parçaları değildir. Mevcut bazı vücut parçalarınız yapay parçalardır, yani zamanla kazandığınız ve doğa tarafından verilen bedeninize ancak daha sonra ve dolaylı olarak bağladığınız parçalar. Örneğin, böbreğinizin meşru bir şekilde size ait olmadığını iddia edebilirim, çünkü onunla doğmamışsınızdır ama benim iradem dışında onu benim bedenimden alıp kendi bedeninize yerleştirmişsinizdir. Öyleyse ancak bunun gibi durumlarda öncel sahiplik ilkesine göre, ispat yükü bana, yani vücut parçalarının mevcut durumunu reddeden tarafa aittir.
Benzer bir kategori hatası, yani argümantasyonun ampirik örnekleriyle argümantasyon ve argümantatif gerekçelendirme mantığı arasındaki temel kafa karışıklığı, argümantasyonun kendisinden gelen argümana karşılık tekrar tekrar ve farklı yönlerden sunulan “çürütme” eyleminin temel kaynağıdır. Bu “çürütme” basit bir gözlemden oluşur: Kölelerin efendileriyle tartışabilecekleri gerçeği. O hâlde, kölelerin tartışabilmesiyle sonuç olarak, argümantasyonun, öz-sahipliği ve liberteryen mülkiyet haklarını gerektirdiğine dair iddiam “ampirik olarak yanlışlanmıştır”. Bu durumda, şaşırtıcı bir şekilde, kölelerin tartıştığını hiç duymamış olmam gerekirdi.
Ancak, bir kişinin başka biri ile tartışabilmesi için tamamen liberteryen mülkiyet haklarının tanınması ve yürürlükte olması gerektiğini (ki bu, en azından mevcut koşullar altında, hiç kimsenin başka biriyle argümantasyona giremeyeceğini ima eder) ve liberteryen koşullardan daha düşük başka herhangi bir durumda argümantasyonun imkânsız olduğunu iddia etmedim. Tabii ki bir köle ve efendisi argümantasyona girebilir. Aslında argümantasyon, pratikte tüm ampirik koşullar altında her bir katılımcının söylem ve davranışlarını kendilerinin kontrol edebildiği ve hiç kimsenin tehdit veya zorlama altında olmadığı müddetçe mümkündür. Bu nedenle, argümantasyonun kendisinden gelen argümanın çürütülmesi yönündeki eleştiriler tamamen alâkasız ve konu dışıdır. Argüman, bir kişi ile bir diğeri arasındaki argümantasyonun ve liberteryen olmayan koşulların bir arada var olup olamayacağına dair ampirik bir önerme değildir ve buna göre, herhangi bir ampirik kanıtla da karşı çıkılamaz ve çürütülemez. Daha ziyade, argüman, liberteryen olmayan koşulların varlığının performatif veya diyalektik bir çelişkiye girmeden argümantatif olarak haklı gösterilip gösterilmeyeceği konusunda kategorik olarak farklı bir soruyla ilgilidir. Ve bu soruyla ilgili olarak cevap açıktır.
Bir köle efendisi, örneğin, yerçekimi yasasının veya görünmez mikropların varlığının gerçeklik değeri konusunda kölesiyle tartışabilir ve eğer kölenin ihtilaflı konuyu bir sonuca götürmek için gerekli tüm araçlara ve verilere erişmesine izin verecek olsaydı köleyle tartışması herhangi bir çelişki içermeyecek ve de gerçekten nitelikli bir argümantasyon teşkil edecekti. Ancak köle efendisi ile köle arasında kölelik konusu, yani argümantasyonlarının gerçekleştiği koşullar hakkında bir argümantasyon söz konusu olduğunda, meseleler oldukça farklıdır. Bu durumda köle efendisi, köleye “kavga etmeyelim, köleliğin haklılığını tartışalım” derse ve böylece köleyi kendi aklı ve bedeniyle bir başka, ayrı ve bağımsız kişi olarak tanırsa, kölenin serbest kalmasına ve gitmesine izin vermesi gerekecekti. Eğer bunun yerine “ne yani, seni bir an için kendi zihnine ve bedenine sahip başka bir bağımsız kişi olarak tanıdım, ama şimdi, tartışmamızın sonunda, benimle tartışabilmen için gerekli araçlara sahip olmanı reddediyorum ve herhangi bir şekilde gitmeni engelliyorum” deseydi o zaman performatif veya diyalektik bir çelişkiye düşerdi. Bunu yapmak, argümantasyonu ciddiye almanın ve argümantasyonun sonuçlarını kabul etmenin amacına aykırı olacaktır. Köle ile efendisi arasındaki bu “konuşma” gerçek bir argümantasyon teşkil etmez, en iyi ihtimalle boş ve hatta acımasız bir salon oyunu olur.
Ve aynı “sizin kafanız karışmış” yanıtı, “fakat köleler de tartışabilir” eleştirisini ek “karşı örneklerle” kurcalayarak üstelemeye çalışan diğer eleştiriler için de geçerlidir. Evet, hapishanedeki bir kişinin de gardiyanıyla argümantasyona girebileceği ve vergilendirmeye maruz kalan bir kişinin de vergi memuruyla tartışabileceği olasılıklar mevcuttur. Hakikaten, bundan kim şüphe edebilir ki? Ancak cevaplanması gereken ve argümantasyon etiğinin ele aldığı soru, hapsedilen veya vergilendirmeye maruz kalan kişinin mevcut durumunun argümantatif olarak haklı gösterilip gösterilmeyeceğidir. Gardiyan, hapsedilenin daha önce argümantatif olarak şüphe götürmez öncel sahiplik ilkesini ihlal ettiğini ve bu nedenle yasadışı bir eylem veya suç işlediğini, onun hareketlerine ve öncel sahipliklerine uygulanan mevcut kısıtlamaların bu önceki suçun ışığında haklı olduğunu göstermek zorunda kalacaktı. Eğer gardiyan, hapsedilenin önceki bir suçuna dair böyle bir ampirik kanıt sağlamamış veya sağlayamamışsa ve yine de hapsedilenin serbest kalmasına izin vermemiş ve ona öncel sahipliklerini iade etmemişse, gardiyan bir argümantasyondan ziyade sahte bir münazaraya girişmiş sayılacak ve kendisi bir suç faili olacaktır.
Aynı şey vergi memuru ile vergilendirmeye maruz kalan kişinin arasındaki herhangi bir sözlü anlaşmazlık için de geçerlidir. Vergi memuru, vergilendirmeye maruz kalan kişinin mevcut mülklerinden herhangi biri üzerindeki hak iddiasını argümantasyona dayalı bir şekilde gerekçelendirmek için, önceki bir borç sözleşmesine veya vergilendirmeye maruz kalan kişinin malvarlığı üzerindeki mevcut talebini haklı çıkaracak bir tür kira sözleşmesine sahip olduğunu kanıtlamak zorunda kalacaktı. Böyle bir kanıt sunmazsa ya da sunamıyorsa -elbette ki hiçbir vergi memuru hiçbir zaman sunamadı- o zaman talebinden vazgeçmek zorunda kalacaktı. Eğer bunu da yapmaz ve ödemede ısrar ederse, vergilendirmeye maruz kalan kişi ile yaptığı sözlü tartışma gerçek bir argümantasyon olarak değil, sahte bir yargılama olarak nitelendirilecek ve suçlu olarak görülen kişi vergi memuru olacaktır.
Ve işte bu kadar. Argümantasyon etiği hiç zarar görmeden direniyor.
Kaynaklar:
Hans-Hermann Hoppe: “The Economics and Ethics of Private Property: Studies in Political Economy and Philosophy”, “A Theory of Socialism and Capitalism”, “The Ultimate Justification of the Private Property Ethic”, “The Justice of Economic Efficiency”
Stephan Kinsella: “Argumentation Ethics and Liberty: A Concise Guide”, “Argumentation Ethics and Liberty: A Concise Guide (2011) and Supplemental Resources”, “Defending Argumentation Ethics: Reply to Murphy & Callahan”, “The Undeniable Morality of Capitalism”, “New Rationalist Directions in Libertarian Rights Theory”, “Punishment and Proportionality: The Estoppel Approach”, “The Genesis of Estoppel: My Libertarian Rights Theory”
Murray N. Rothbard: “Beyond Is and Ought”, “Hoppephobia” ve ayrıca, Hoppe’nın A Theory of Socialism and Capitalism’inin yayınlanmasından sonra, Mayıs 1989’da, Argümantasyon Etiği hakkında yorum yapan Rothbard’ın bu videosuna ve David Gordon’ın, Hoppe’nın Argümantasyon Etiği hakkında Rothbard’ın kendisine yaptığı bir şakayı hatırladığı bu eğlenceli anekdota bakınız: David Gordon, The Society of Libertarian Entrepreneurs ile Konuşuyor.
Frank van Dun: “Argumentation Ethics and The Philosophy of Freedom”
Marian Eabrasu: “A Reply to the Current Critiques Formulated Against Hoppe’s Argumentation Ethics”
Commentaires