23/03/2018 - Saifedean Ammous

⏪ Önceki Bölüm - Sonraki Bölüm ⏩
Parasal bir rol üstlenen herhangi bir malın, insanları onu üretmeye teşvik edeceği 3. Bölüm’de açıklanmıştı. Kolaylıkla üretilebilen bir para, daha fazla ekonomik kaynağın ve insan zamanının bu paranın üretimine ayrılmasına yol açacaktır. Para, kendisinin sahip olduğu özellikleri için değil, başka mal ve hizmetler karşılığında takas edilmek için temin edilir. Önemli olan paranın mutlak miktarı değil, satın alma gücüdür. Dolayısı ile para arzının artmasına neden olabilecek hiçbir faaliyette hiçbir toplumsal fayda yoktur. İşte sırf bu yüzden serbest bir piyasada, stok-akış oranı güvenilir biçimde en düşük olan mal, parasal bir rol üstlenebilir: Yeni para arzı, mevcut para stokuna kıyasla küçüktür. Bu durum, toplumun asgari miktarda işgücünün ve sermayesinin parasal araç üretimine ayrılmasına ve bunun yerine mutlak miktarı, paranın aksine oldukça önemli olan, faydalı mal ve hizmetler üretimine tahsis edilmesine yol açar. Altın, yeni üretiminin her zaman mevcut arzının güvenilir bir şekilde küçük bir yüzdesi olması, altın madenciliğini son derece belirsiz ve kârsız bir iş kılması ve böylece dünya sermayesinin ve emeğinin giderek daha fazla parasal olmayan malların üretimine yönlendirilmesini zorlaması nedeniyle başlıca küresel para standardı hâline geldi.
John Maynard Keynes ve Milton Friedman’a göre altın standardından uzaklaşmaya sebep olan en önemli etken, basım maliyeti altın madenciliğinden çok da düşük olan hükümet parasına geçilmesi hâlinde, para üretmek için katlanılan maliyetlerin daha düşük olacağıydı. Onlar sadece altının üretiminde arzı kolaylıkla şişirilebilen diğer mallara kıyasla çok az kaynak kullandığını yanlış anlamakla kalmamış, aynı zamanda demokratik ve özel çıkar politikaları etkisi altındaki hükümet iradesiyle arzı genişletilebilen bir para biriminin topluma yükleyeceği gerçek maliyetleri ciddi bir şekilde küçümsemişlerdir. Gerçek maliyet, sadece darphanedeki matbaanın işletim ücreti değildir, ancak hükümet parası peşinden koşan verimli kaynakların vazgeçtiği tüm ekonomik üretimdir.
Enflasyonist kredi yaratımı, ekonomist John Kenneth Galbraith’in¹ Büyük Buhran hakkındaki kitabında “zimmet” olarak tanımladığı toplum genelindeki bir örnek olarak anlaşılabilir. 1920’lerde kredi genişlemesi arttıkça, şirketler paraya boğuldu ve insanların bu parayı çeşitli şekillerde zimmetlerine geçirmeleri çok kolay oldu. Kredi akışı devam ettiği sürece, mağdurlar bu durumdan habersizdir ve hem mağdur hem de soyguncu paraya sahip olduklarını düşündükleri için toplum genelinde artan bir zenginlik yanılsaması yaratılır. Merkez bankaları tarafından kredi yaratılması, kâr getirmeyen projeleri fonlar ve verimsiz faaliyetlere kaynak harcamalarına olanak sağlayarak sürdürülemez âni yükselişlere sebep olur.
Sağlam bir parasal sistemde topluma değer sağlayarak hayatta kalmayı başaran işletmeler, girdileri için katlandıkları maliyetlerden daha yüksek gelirler elde ederek bunu yaparlar. İşletme verimlidir, çünkü belirli bir piyasa fiyatına sahip girdileri daha yüksek piyasa fiyatına sahip bir çıktıya dönüştürmektedir. Girdilerinden daha az değerli çıktılar üreten bir firma sektörden silinecek, Joseph Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” olarak tanımladığı şekilde, kullandığı kaynaklar, kendisinden daha verimli olan firmaların kullanabilmesi için serbest kalacaktır. Serbest bir piyasada gerçek bir kayıp riski olmadan kâr elde edilemez ve herkes bu oyunda yer almak zorundadır: Başarısızlık ve kayıp her zaman gerçek olasılıklardır ve oldukça maliyetli olabilirler. Hükümetin bastığı ucuz para ise bu süreci durdurabilir, verimsiz firmaları yaşayan ölülere çevirir, yaşayanların kaynaklarından faydalanarak, üretildiği kaynaklardan daha değersiz ürünler üreten, zombi ve vampirlerin ekonomik birer eşdeğerine dönüşürler. Bu durum diğerlerinin oynadığı oyundan farklı olarak, oyunda hiçbir payı olmayanlardan müteşekkil yeni bir toplumsal kast sistemi yaratır. Yaptıkları işler piyasada test edilemez, sonuçlarından yalıtılmış bir şekilde faaliyet göstermeye devam ederler. Bu yeni kast sistemi, hükümet parası ile desteklenen her ekonomik sektörde mevcuttur.
Modern dünya ekonomisindeki ekonomik faaliyetlerin yüzde kaçının toplum için yararlı mal ve hizmetlerin üretimi yerine devlet tarafından basılan paranın peşinde koşmaya gittiğini kesin olarak tahmin etmek mümkün değildir, ancak hangi firmaların ve sektörlerin serbest piyasa sınavında başarılı oldukları için hayatta kaldıklarına ve hangilerinin sadece -mali veya parasal- devlet cömertliği sayesinde hayatta kaldıklarına bakarak bir fikir edinmek mümkündür.
Mali destek, zombi yaratma metotlarının daha kolay anlaşılır olanıdır. Doğrudan hükümet desteği alan firmalar ve mallarını kamu sektörüne pazarlaması sayesinde ayakta kalan pek çok firma aslında birer zombidir. Eğer bu firmalar toplum için verimli olsalardı, özgür bireyler bu firmaların mallarını almak için gönüllü olarak para ödemeye razı olurlardı. Gönüllü ödemelerle ayakta kalamıyor olmaları, bu firmaların toplum için üretken bir varlık değil, bir yük olduğunu göstermektedir.
Ancak zombi yaratmanın daha zararlı bir yöntemi, doğrudan hükümet ödemeleri ile değil, düşük faizli kredi erişimi sağlama yoluyla gerçekleşir. İtibari paranın toplumun tasarruf etme yeteneğini yavaş yavaş erozyona uğratması sebebiyle, sermaye yatırımları artık tasarruflardan değil, hükümet tarafından yaratılan borçlardan gelir, bu da mevcut parasal varlıkların değerini devalüe eder. Sağlam paranın olduğu bir toplumda, bir kişi ne kadar çok tasarruf ederse, o kadar fazla sermaye biriktirebilir ve daha fazla yatırım yapabilir, yani sermaye sahipleri daha düşük zaman tercihine sahip kişiler olma eğiliminde olanlardır. Ama sermaye hükümetin yarattığı kredilerden gelirse, sermayeyi tahsis edenler artık geleceği düşünenler değil, çeşitli bürokratik kurumların üyeleri olur.
Sağlam paranın olduğu bir serbest piyasada sermaye sahipleri sermayelerini en verimli gördükleri yatırımlara yönlendirir ve bu tahsisatı yönetmeleri için yatırım bankalarını kullanabilirler. Bu süreç, hataları cezalandırırken müşterilerine başarıyla hizmet eden firmaları ve onları destekleyen yatırımcıları ödüllendirir. Ancak itibari para sisteminde, merkez bankası tüm kredi tahsis sürecinin de facto (fiilî) sorumlusudur. Merkez bankası, sermayeyi tahsis eden bankaları kontrol eder ve denetler, borç verme uygunluk kriterlerini belirler ve gerçek dünyadaki risklerin nasıl işlediğini göz ardı eden matematiksel bir şekilde riskleri ölçmeye çalışır.² Kredilerin merkez bankası tarafından yönlendirilmesi, ekonominin temel gerçekliği olan kâr ve zararı geçersiz kılabileceği için serbest piyasa testi askıya alınmış olur.
İtibari para dünyasında, merkez bankasının para musluklarına erişim sahibi olmak müşterilere hizmet etmekten daha önemlidir. Çalışabilmek için düşük faiz oranlı kredilere erişimi olan firmalar, bu erişime sahip olmayan rakiplerine karşı kalıcı bir avantaja sahip olacaklardır. Piyasadaki başarı kriterleri, topluma hizmet sağlamaktan, daha düşük faizlerle fon bulmayı garantilemeye dönüşür.
Bu basit olgu, pek çok endüstrinin hiç kimseye bir faydası olmayan şeyleri üretmesine rağmen para kazandığı modern ekonomik realiteyi büyük oranda açıklar. Devlet kurumları buna başlıca örnektir ve çalışanlarının vasıfsızlığı ile kazandıkları kötü namlar ancak, ekonomik gerçeklikten tamamen kopuk olarak onları finanse eden “zimmet” fonlarının bir işlevi olarak anlaşılabilir. Vatandaşlara hizmet ederek piyasanın zorlu sınavından geçmek yerine, devlet kurumları kendi kendilerini sınarlar ve değişmeyen bir şekilde başarısızlıklarının daha fazla fonlamayla çözülebileceği sonucuna ulaşırlar. Vasıfsızlık, ihmal ya da başarısızlık dereceleri ne olursa olsun, devlet kurumları ve çalışanları nadir olarak gerçek sonuçlara katlanırlar. Bir devlet kurumunun varlığı arkasındaki gerekçe ortadan kalkmış bile olsa, kurum faaliyetine devam ederek kendine daha fazla görev ve sorumluluk addedecektir. Örneğin Lübnan, tüm trenleri hizmet dışı kalarak tren rayları çürümeye terk edilmiş olsa dahi, hâlâ demiryolu kurumuna sahiptir.³
Küreselleşmiş bir dünyada, zimmet yalnızca ülkelerin devlet kurumlarıyla sınırlı kalmamış, bünyesinde görev alanlar dışında zaman ve gayret israfından başka kimseye faydası olmamakla küresel olarak ün yapmış olan uluslararası örgütleri de içermeye başlamıştır. Onları finanse eden vergi mükelleflerinin uzağında yer alan bu örgütler, ulusal hükümet kuruluşlarından daha az incelemeye maruz kalırlar ve bu nedenle daha az hesap verebilirlik ve bütçelere, son teslim tarihlerine, işlere yönelik daha rahat bir yaklaşımla çalışırlar.
Öğrencilerin üniversiteye gidebilmek için giderek artan fahiş harçlar ödemek zorunda kaldığı akademik çevreler de buna verilebilecek başka sağlam bir örnektir. Akademisyenler zamanlarının çoğunu hükümet ödenekleri almak ve akademik makamlar elde etmek için okunamayacak makaleler yazmakla geçirirler. Serbest bir piyasada, akademisyenler insanların gerçekten faydalandığı ya da bir şeyler öğrendiği şeyler yazarak toplumsal değer yaratırdı. Ancak, ortalama bir akademik makale, her disiplinde birbirlerinin fikirlerini onaylayan, grup düşüncesini dayatan ve akademik titizlik kisvesi altında siyasî güdümlü sonuçlara ulaşan kendi küçük akademik çevresi dışında, nadiren okunur.
Savaş sonrası dönemde en popüler ve etkili ekonomi müfredat kitabı Nobel ödüllü Paul Samuelson tarafından yazılmıştır. Samuelson’dan İkinci Dünya Savaşı’nın sonlandırılmasının dünya tarihinin en büyük resesyonuna sebep olacağı tahminiyle 4. Bölüm’de bahsetmiştik ancak savaştan sonra ABD tarihindeki en büyük yükselişe tanıklık ettik. Daha bitmedi: Samuelson altmış yıl içinde milyonlarca kopya satan Economics: An Introductory Analysis adlı kitabı yazdı.⁴ Levy ve Peart,⁵ Samuelson’un kitabının farklı versiyonlarını incelediklerinde, Sovyet ekonomik modelin ekonomik büyümeye daha elverişli olduğunun tekrar tekrar ifade edildiğini fark ettiler, hatta 1961’deki dördüncü baskıda Sovyetler Birliği ekonomisinin 1984 ve 1997 yılları arasındaki bir dönemde ABD ekonomisini ele geçireceğini öngörüyordu. Sovyetlerin ABD’yi ele geçirme senaryoları, kitabın 1980’deki yedinci baskısına kadar artan bir özgüvenle ve değişen tahminî gerçekleşme zamanlarıyla sunulmaya devam etti.
1989’da Sovyetler Birliği’nin dağılmaya başladığı dönemde çıkan on üçüncü baskı öğrencilerin sıralarına ulaştığında, Samuelson ve yardımcı yazarı William Nordhaus “Sovyet ekonomisi, çoğu şüphecinin önceden inandığının aksine, ekonominin sosyalist yönetiminin işleyebileceğinin hatta çok iyi gelişebileceğinin bir kanıtıdır,” yazmışlardı.⁶ Bu tek bir ders kitabıyla da sınırlı kalmadı, Levy ve Peart ikinci en popüler ekonomi müfredat kitabı olan Campbell R. McConnell’ın Economics: Principles, Policies and Problems kitabı ve diğer birkaç ekonomi ders kitabında da benzer öngörülerin yaygın olarak yer aldığını göstermektedir. Savaş sonrası dönemde Amerikan müfredatı ile iktisat öğrenimi alan öğrenciler (hemen hemen dünyadaki tüm öğrenciler) Sovyet modelinin ekonomik faaliyetleri düzenlemenin daha etkin bir yolu olduğunu öğrenmiştir.
Sovyetler Birliği’nin çöküşünden ve tamamen başarısızlığından sonra bile, aynı ders kitapları Sovyet başarısı hakkındaki görkemli bildirileri kaldırarak fakat ekonomik dünya görüşlerinin ve metodolojik araçlarının geri kalanını sorgulamadan daha yeni baskılarla, aynı üniversitelerde öğretilmeye devam etti. Bu tür açıkça başarısız olmuş kitaplar ve -İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen yükselişten 70’li yıllardaki stagflasyona, Sovyetlerin yıkılışına- yetmiş yıl boyunca gerçeklerle artık tamiri mümkün olmayacak şekilde bağı kopmuş Keynesyen dünya görüşü, üniversitelerde hâlâ nasıl okutulabiliyor? Bugünün önde gelen Keynesyen iktisatçılarından Paul Krugman, bir uzaylı istilasının hükümetin harcama yapıp kaynaklarını seferber etmesine sebep olarak ekonomiye nasıl iyi geleceğini bile yazmıştır.⁷
Bir serbest piyasa ekonomisinde, kendine saygısı olan bir üniversite, öğrencilerini en faydalı bilgilerle donatmaya çabalarken, bu kadar açıkça yanlış ve absürt şeyleri öğretmek istemezdi. Ancak hükümet parasıyla tamamen yoldan çıkmış bir akademik sistemde müfredat, gerçekliğe uygun olarak değil, onu finanse eden hükümetlerin politik gündemine uygun olarak belirlenir. Ve evrensel olarak hükümetler, 1930’lardaki aynı sebepten ötürü Keynesyen ekonomiye bayılırlar. Çünkü hükümetlere daha fazla güç ve para elde etmeleri için gereken safsatayı ve gerekçeleri sağlamaktadır.
Bu tartışma, modern akademik çevrenin aynı örüntüye rastlanabileceği diğer pek çok disiplinini içerecek şekilde devam edebilir: Devlet kurumlarından gelen fonlar, aynı temel önyargıları taşıyan kafa dengi akademisyenlerin tekelindedir. Bu sistemde, gerçek dünyaya üretken ve faydalı bir akademik çalışma üreterek iş ya da ödenek bulamazsınız ama fon sağlayıcıların politik gündemlerini daha öteye taşıyarak bunları başarabilirsiniz. Ödeneğin tek bir kaynaktan geliyor olması, düşünceler için serbest bir piyasa ihtimalini ortadan kaldırır. Akademik tartışmalar giderek daha fazla önemsiz ayrıntılarla ilgilenir ve bu kardeşçe anlaşmazlığın tüm tarafları bu anlaşmazlığın devam edebilmesi için daha fazla ödeneğe ihtiyaç duydukları konusunda hemfikir olabilirler.
Akademik çevrenin tartışmalarının gerçek dünyayla neredeyse hiç ilgisi yoktur ve makaleleri mesleğinde yükselmek maksadıyla onları yazan kişiler dışında kimse tarafından asla okunmaz, ancak devlet hortumlanmaya devam eder, çünkü ödeneklerin hiç kimseye bir faydası yokken bile azalmasını sağlayacak bir mekanizma bulunmamaktadır.
Sağlam paranın olduğu bir toplumda, oldukça önemli ve faydalı bir iş olan bankacılık, ekonomik refah için oldukça kritik iki işlevi yerine getirir: Varlıkların güvende tutulması ve yatırımcılarla yatırım fırsatları arasındaki risk toleransı ile vadenin belirlenmesi. Bankacılar yaptıkları işte başarılı olurlarsa kârdan pay alırlar ancak başarısız olurlarsa hiçbir şey kazanamazlar. Yalnızca başarılı bankacılar ve bankalar sektörde kalır ve başarısız olanlar elenmek üzere ayıklanır. Sağlam paranın olduğu bir toplumda, bir bankanın işlevini yerine getirememesi hâlinde bir likidite sorunu yoktur, çünkü tüm bankalar mevduatlarını elinde tutar ve yatırımlar uygun vadelendirilmiştir. Diğer bir deyişle likidite yokluğu veya ödeme aczi arasında bir fark yoktur ve hiçbir bankanın “başarısız olamayacak kadar büyümesine” imkân veren sistemsel bir risk yoktur. İflas eden bir banka sadece hissedarlarının ve alacaklıların problemi olur ve başka kimseyi de ilgilendirmez.
Ucuz para kısmî rezerv bankacılığının bir sonucu olan vade uyumsuzluğu ihtimalini doğurur ve bu bankaları her zaman bir likidite krizine veya batacağı düşünüleceğinden mevduat sahiplerinin hep birlikte para çekmeye çalıştığı bir hücum durumuna karşı hassas hâle getirir. Vade uyumsuzluğu ya da kısmî rezerv bankacılığı, alacaklıların ve mevduat sahiplerinin mevduatlarını aynı zamanda istemesi hâlinde bir likidite krizine karşı hassastır. Vade uyumsuzluğunu güvence altına almanın tek yolu, bankalara hücum hâlinde bu bankalara son çare olarak borç verecek hazır bir mukrizin bulunmasıdır. Sağlam paraya sahip bir toplumda, merkez bankası bir bankayı kurtarmak için o bankada hesabı olmayan herkesten vergi almak zorunda kalırdı. Ucuz paranın olduğu bir toplumda, merkez bankası kolaylıkla yeni para arzı yaratarak bankanın likiditesini destekleyebilir. Dolayısıyla ucuz para likidite ve ödeme gücü arasında bir ayrıma sebep olur: Bir banka bugünkü net değeri açısından ödeme gücüne sahip olabilir ancak belirli bir zaman aralığındaki mali zorunluluklarını yerine getirme konusunda bir likidite problemi yaşayabilir. Fakat likidite eksikliği tek başına bir banka hücumuna sebep olabilir, çünkü mevduat sahipleri ve mukrizler bankadaki mevduatlarını çekmek isteyebilirler. Daha da kötüsü, bir bankada likidite eksikliği, bu banka ile iş yapan diğer bankalarda da likidite eksikliğine neden olarak sistemsel risk sorunları yaratabilir. Eğer merkez bankası böyle durumlarda güvenilir bir şekilde likidite sağlayacağı garantisini verirse, o zaman bir likidite krizi korkusu olmayacaktır, böylece bir bankaya hücum⁸ senaryosunu bertaraf ederek bankacılık sistemini güvence altına alacaktır.
Kısmî rezerv bankacılığı ya da vade uyumsuzluğu, esnek para arzı sağlayan bir merkez bankasının yokluğunda finansal krizlere sebep olmaya devam eder. Ancak bankaları kurtarmak için merkez bankasının varlığı, bu bankalar için büyük bir ahlâkî tehlike sorunu yaratmaktadır. Merkez bankasının kendilerini sistemsel bir krizi bertaraf etmek için kurtaracağını bildiklerinden aşırı riskler alabileceklerdir. Bu yönden bakınca bankacılık sisteminin bankacılara risksiz getiriler üreten bir iş koluna nasıl evrildiğini ve eşzamanlı olarak bankacılar dışında herkese getirisiz riskler yarattığını gözlemleyebiliriz.
Bankacılık bugünlerde sadece büyüme yönlü bir sektördür ve bankalar iflas edemezler. Bir bankanın işletilmesindeki sistemsel riskler sebebiyle, bir bankanın herhangi bir başarısızlığı bir likidite sorunu olarak görülebilir ve bu banka büyük olasılıkla merkez bankasından destek alacaktır. Görünüşte başka hiçbir özel girişim böylesi aşırı imtiyazlardan faydalanamaz, hem özel sektörün kârlılığına hem de kamu sektörünün korumasına sahiptir. Bu kombinasyon bankacıların ancak kamu sektörü çalışanları kadar yaratıcı ve üretken olmalarına neden olurken, onları diğer çoğu işten daha çok ödüllendirir. Sonuç olarak, finans sektörü ABD ekonomisi daha çok “finansallaştıkça” büyümeye devam etmektedir. Glass-Steagall Kanunu’nun 1999’da yürürlükten kaldırılmasından bu yana, mevduat ve yatırım bankacılığı arasındaki ayrım ortadan kalkmış ve Federal Mevduat Sigorta Kurumu (FDIC; Federal Deposit Insurance Corporation) sigortasına sahip mevduat bankaları, yatırımların kayıplara uğramasına karşılık FDIC’den koruma garantisi aldıklarından artık yatırım bankacılığına da soyunmuştur. Kayıp garantisi olan yatırımcının ücretsiz bir seçeneği, daha doğrusu para basma yetkisi vardır. Kârlı yatırımlar yaptığında tüm kazançlar cebine kalır, eğer yatırım başarısız olursa zararlar toplumsallaşır. Böyle bir garantiye sahip olan herkes, yüklü krediler çekmek ve yatırım yapmak suretiyle büyük miktarlarda para kazanabilir. Kazançlarını koruyacak, kayıplara karşı da korunacaktır. Bu durumun, sermaye ve işgücünün her geçen gün daha büyük bir kısmını finans sektörüne kaydırması şaşırtıcı değildir, çünkü bu, bedava köfte yemeye çok benzemektedir.
İktisatçı Thomas Philippon⁹ son 150 yılın GSYİH içerisindeki finans sektörünün payını ayrıntılı olarak incelemiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda bu oran %3’ün altındayken, Büyük Buhran’a kadar yükselmiş, Büyük Buhran’da düşmüş ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra görünürde durdurulması imkânsız bir biçimde yükselmeye devam etmiştir. Bu durum üniversite öğrencilerinin büyük bir yüzdesinin mühendislik, tıp ya da diğer daha faydalı endüstrilerde kariyer yapmak yerine finans sektöründe kariyer yapmayı tercih etmesine yansır.
Telekomünikasyonun gelişmesiyle, finans sektörünün daha fazla otomasyonla ve mekanik olarak işlemesi ve bu sektörün zamanla küçülmesi beklenir. Ama gerçekte herhangi bir temel talepten kaynaklı olarak değil, devlet tarafından kayıplara karşı korunarak gelişmesine izin verildiği için mantar gibi türemeye devam eder.
Hortumlama en çok finans sektöründe dile gelir ama bankacılık sektörüyle sınırlı değildir. Küçük firmalara kıyasla tartışmasız biçimde büyük firmalara uzun zamandır rekabet avantajı sağlamaktadır. Sermaye yatırımlarının tasarruflar tarafından finanse edildiği bir toplumda, sermaye daha düşük zaman tercihine sahip kişilere aittir ve bu kişiler piyasa başarısı konusunda kendi tahminlerine dayanarak, başarıları için kâr ederken başarısızlıkları için zarar etmeyi göze alıp bu yatırımları yaparlar. Fakat ucuz parayla, tasarruflar yok olur ve sermaye enflasyonist banka kredileriyle yaratılır ve bu paranın kime gideceği merkez bankası ve üye bankalarının kararına kalmıştır. Tahsisat kararının, toplumun en düşük zaman tercihine, en ihtiyatlı ve en iyi piyasa öngörüsüne sahip kişiler yerine -başarılı olmak için değil- sırf bu işin zararlarından korundukları için mümkün olduğunca fazla kredi çıkarmaya hevesli hükümetin bürokratlarına bırakılması tercih edilir.
Merkezî kredi tahsis planlaması, herhangi başka bir merkezî planlamadan farklı bir şey değildir. Bu, bürokratların işin amacından saparak, listeden maddeleri kontrol etmeleri ve patronlarının beklentilerini karşılayacak evrak işleri yapmaları ile sonuçlanır. Bankacının iç görüsünün ve yatırımların gerçek değeri incelenirken gösterilen ihtimamın yerini, kredi uygunluk kontrol listelerinden madde karalama almıştır. Merkezî krediyi temin etmede önemli bir üstünlük ölçektir, çünkü büyük ölçekli müşterilere kredi vermek daha az risklidir. Firma ne kadar büyükse, başarısının formülü o kadar öngörülebilir ve başarısız olması hâlinde teminatı da o kadar büyüktür. Banka bürokratları da merkez bankası kredi uygunluk kriterlerine uygun kredi verdikleri müddetçe güvende hissederler. Birçok sektör ölçek ekonomisinden faydalanabilirken, merkezîleşmiş kredi ihracı, serbest piyasada olabilecek durumun üstünde ve ötesinde büyüklüğün avantajlarını vurgular. Tasarrufla finanse edilen sermaye dünyasında gerçekleşemeyecek olduğunu görerek, onunla ne yapacağını bildiğinden fazlasını kredi olarak alabilen bir firma iyi bir adaydır.
Firma ne kadar büyükse, düşük faizli kredi bulması o kadar garantidir, bu durum bu firmalara daha küçük bağımsız üreticilere karşı büyük bir üstünlük sağlar. Yatırımın tasarrufla finanse olduğu bir toplumda, küçük bir aile lokantası ve büyük bir fast food devi eşit şartlarda müşteri için rekabet eder: Müşteriler ve yatırımcılar paralarını hangi işletmeye yatıracağına özgür iradeleriyle karar verirler. Ölçek ekonomilerinin faydaları, küçük lokantanın aşçısıyla müşterisi arasındaki kişisel ilgi ve ilişkiden doğan faydalara karşıdır ve kimin kazanacağına piyasa karar verir. Ancak merkez bankalarının kredi kullandırdığı bir dünyada, daha büyük firmanın, daha küçük rakiplerinin alamayacağı düşük bir oranda fon elde etme konusunda bir avantajı vardır.¹⁰ Bu, büyük ölçekli gıda üreticilerinin, daha düşük faiz oranlarının onlara daha yüksek marjlar sağlamasıyla, neden dünya genelinde bu kadar yaygın olduklarını açıklar. Büyük ölçeğin üreticilere sağladığı faydalar olmasa, yavan, seri üretim abur cuburun zafer kazanması anlaşılamazdı.
Neredeyse tüm firmaların merkez bankası kredi genişlemesiyle finanse edildiği bir dünyada, paraların zimmete geçirilmesiyle ve hortumlamalarla dopinglendikleri için hangi sektörlerin büyüdüğünü ayırt etmenin basit bir yolu yoktur, fakat yine de gösterge belirtiler vardır. İnsanların dallama patronları hakkında şikâyetçi olduğu sektörler bu hortumun bir parçasıdır, çünkü ancak zimmetçi/hortumcu bir düzende patronlar dallamalık yapmayı gerçekten göze alabilirler. Topluma değerli bir hizmet sunan üretken bir firmanın başarısı müşterileri memnun etmeye dayanır. Çalışanlar görevlerini ne kadar iyi yaptıklarına göre ödüllendirilir ve çalışanlarına kötü davranan patronlar ya çalışanlarını rakiplerine kaptıracak ya da işletmelerini hızla kaybedeceklerdir. Topluma hizmet yerine bürokratik lütuflarla ayakta kalan firmalarda, çalışanları ödüllendirmenin ya da cezalandırmanın anlamlı bir standardı yoktur. Sık sık gelen primler ve asıl işin yokluğu sayesinde hortum dışarıdan çekici gelebilir ancak ekonominin bize öğrettiği bir ders vardır: Bedava köfte diye bir şey yoktur. Verimsiz insanlara verilen paralar, bu işi isteyen pek çok kişiyi bu işlere çekecek, bu işleri zaman ve haysiyet yönünden daha maliyetli hâle getirecektir. İşe alma, işten çıkarma, terfi ve ceza bürokratlar silsilesinin takdirine kalmıştır. Hiçbir iş firma için önemli değildir, herkes gözden çıkarılabilirdir ve bir çalışanın pozisyonunu koruyabilmesi, kendi üstündeki rütbenin sahibini memnun edebilmesine bağlıdır. Bu firmalardaki bir iş, tam zamanlı bir ofis politikası oyunudur. Böylesi işler yalnızca başkalarına, üzerinde güç elde etmekten hoşlanan sığ materyalist insanlara hitap eder ve yıllar boyu alacağı maaş uğruna ve bir gün başkalarına gördüğü bu kötü muamelenin aynısını yapabilme ümidiyle kötü muameleye katlanır. Bu işlerde çalışan insanların genellikle depresyonda olmaları, sürekli olarak ilaç kullanmaları, en temel işlevlerini yerine getirebilmek için psikoterapiye ihtiyaç duymaları şaşırtıcı değildir. Hortumdan gelen paranın miktarı ne olursa olsun, böyle bir çevrenin insanlar üzerindeki manevi tahribatına değmez. Böyle organizasyonlar gerçek bir hesap vermek zorunda değillerdir, faydasız olmalarının bir başka yönü de yeni seçilen bir hükümet görevlisinin gelip akan parayı birkaç hafta içinde kısabilecek olmasıdır. Bu durum, tüm bu organizasyonlarda çalışan insanlar için daha trajik bir kader demektir, çünkü bu insanlar genellikle faydalı yeteneklere sahip olmadıklarından başka iş kollarında da iş yapamazlar.
İşte bu hastalıklara karşı tek çözüm sağlam paradır. Çalışmanın yalnızca listeden madde karalamak ya da sadist patronları memnun etmek olduğu düşüncesini akıllarından kazıyacak olan sağlam para aynı zamanda piyasa disiplinini herkesin geliri için tek hakem hâline getirecektir. Eğer kendinizi değerli bir şey üretememekten ziyade patronunuzu tatmin edememe stresi yaşadığınız bu firmalardan birinde köle gibi çalışırken bulursanız ve bu durumdan memnun değilseniz, bunun böyle gitmek zorunda olmadığını ve işinizin sonsuza kadar ayakta kalamayacağını fark ettiğinizde ürkebilir ya da rahatlayabilirsiniz, çünkü hükümetinizin para basan matbaası sonsuza kadar çalışmayacaktır. Okumaya devam edin çünkü sağlam paranın erdemleri sizin için yeni bir fırsat dünyasını ilham verebilir.
Dipnotlar:
1. John Kenneth Galbraith, Büyük Kriz 1929, çeviren: Elif Nihan Akbaş, Pegasus Yayınları, İstanbul 2009, s. 133.
2. Eğer bir sebepten ötürü henüz yapmadıysanız, Nassim Nicholas Taleb’in şu eserlerini gerçekten okumalısınız: Fooled By Randomness, Siyah Kuğu, Antikırılganlık, Skin in The Game.
3. Bu konu hakkında daha fazla bilgi için, bkz. James M. Buchanan ve Gordon Tullock, The Calculus of Consent: Logical Foundations of Constitutional Democracy, 1962.
4. Mark Skousen, “The Perseverance of Paul Samuelson’s Economics”, Journal of Economic Perspectives, cilt 11, no. 2 (1997), ss. 137-152.
5. David Levy ve Sandra Peart, “Soviet Growth and American Textbooks: An Endogenous Past”, Journal of Economic Behavior & Organization, cilt. 78, sayılar 1-2 (Nisan 2011), ss. 110-125.
6. Mark Skousen, “The Perseverance of Paul Samuelson’s Economics”, Journal of Economic Perspectives, cilt 11, no. 2 (1997), ss. 137-152.
7. Paul Krugman, “Secular Stagnation, Coalmines, Bubbles, and Larry Summers”, New York Times, 16 Kasım 2003.
8. Bu ifadenin resmî bir modellemesi için, bkz. D. W. Diamond ve P. H. Dybvig, “Bank Runs, Deposit Insurance, and Liquidity”, Journal of Political Economy, cilt 91, no, 3 (1983), ss. 401-419.
9. Thomas Philippon ve Ariell Reshef, “An International Look at the Growth of Modern Finance”, Journal of Economic Perspectives, cilt 27, no. 2 (2013), ss. 73-96.
10. Kredi ihraçlarının merkezîleştirilmesi Coase’nin makalesinde hükümetin Coase Kanunu’nun işleyişine müdahalesi olarak görülebilir: “The Nature of the Firm”, Economica, cilt 4, no. 16 (1937), ss. 386-405. Coase’ye göre, firmaların varoluş sebebi, görevlerin bireysel olarak yüklenilmesinin, arama ve bilgi, pazarlık, kontrat ve yaptırım maliyetleri nedeniyle pahalıya patlıyor olmasıdır. Böylece firma daha yüksek dış taahhüt maliyetleriyle baş edebilmek için bu işleri kendi bünyesinde yapmaya devam ettiği sürece büyüyecektir. Değer kaybeden para birimi ve merkezî olarak tahsis edilen kredi dünyasında, finansman elde etmek büyümenin başlıca maliyet avantajlarından biri hâline gelir. Büyük firmaların daha kolay fonlama şartları sağlayan daha fazla sermaye malı ve ek teminatı vardır. Böylelikle işletmeler müşterilerin tercih ettiğinin ötesinde büyümeye teşvik olurlar. Firmaların gelirlerine ve serbest piyasadan kredi almaya dayandığı serbest bir sermaye piyasasında, çıktılar müşterilerin tercihlerine en uygun ölçekte olacaktır.