[Robert Wenzel’in 30 günlük okuma listesinin (30-day reading list)16.Gününe tekabül eden bu makale bilgili bir liberteryen olmaya yönlendirecek olup, Chronicles Haziran 1992 sayısında yayınlanmıştır. (s. 49-52)]
1981 baharında, Temsilciler Meclisi’ndeki muhafazakar Cumhuriyetçiler üzüldüler. Üzüldüler, çünkü; ilk başladığı dönemler, Reagan Devrimi’nin, dengeli bir bütçenin yanı sıra vergilerde ve devlet harcamalarında ciddi kesintiler getirmesi gerekiyordu. Beyaz Saray ve kendi liderleri, Cumhuriyetçilerin federal kamu borcuyla ilgili yasal limitin yükseltilmesi lehinde oy vermelerini istediler, ki bu yasal tavan daha sonra 1 trilyon dolar olarak kazınacaktı. Üzüldüler çünkü, tüm yaşamları boyunca kamu borcundaki artış aleyhine oy vermişlerdi ve şimdi kendi partileri ve kendi hareketleri tarafından yaşam boyu ilkelerini ihlal etmeleri isteniyordu. Dengeli bir bütçe meydana getirmek ve borçlanmayı azaltmak için borç limitindeki son bir artışla Başkan Reagan’a bir şans vermek gerekiyordu. Beyaz Saray ve liderleri, bu ilke ihlalinin son olacağına dair güvence verdiler ve birçok Cumhuriyetçi, gözyaşları içinde başkanlarına çok güvendiklerini ve onun çöküşüne izin vermemek için bu hayati adımı attıklarını açıkladı. Ünlü son sözler. Bir anlamda, Reagan taraftarları haklıydı: artık daha fazla gözyaşı, daha fazla şikayet yoktu. Çünkü ilkelerin bizzat kendisi hızlıca unutuldu, tarihin çöplüğüne süpürüldü. O günden itibaren, açıklar ve kamu borcu dağ gibi büyüdü, ve bu durumu çok az insan, tüm muhafazakar Cumhuriyetçilerin çok azı, umursuyordu. Her birkaç yılda bir, yasal limit otomatik olarak yükseltildi. Reagan döneminin sonuna gelindiğinde federal borç 2,6 trilyon dolardı, şimdi 3,5 trilyon dolar ve hızla yükseliyor. Eğer “bütçe dışı” kredi garantilerini ve kefaletleri eklerseniz, genel federal borç toplamı 20 trilyon dolar ediyor, ki bu resmin pembe tarafı. Reagan döneminden önce, muhafazakarların, açıklar ve kamu borcu hakkında nasıl hissettiği çok açıktı: Dengeli bir bütçe iyiydi, absürt bir şekilde kamu borcuyla ilgili kötü ya da zahmetli herhangi bir şey olmadığını ilan eden serbest harcamacı Keynesçiler ve sosyalistler tarafından dağ gibi yığılan açıklar ve kamu borcu kötüydü. “Fonksiyonel Finans” ın havarilerinden Sol-Keynesçi Profesör Abba Lernr, ünlü deyişinde “Biz kendimize borçluyuz.” diyordu çünkü ona göre kamu borcuyla ilgili herhangi bir yanlış yoktu. O günlerde, en azından muhafazakarlar, -şaşırtmalı kolektif isimler aracılığıyla parçalara ayrılan – “biz” (ağır vergi yükü mükellefi) ve “kendimiz” (bu vergi geliri ile yaşayan) arasındaki farkın çok büyük olduğunu anlayacak kadar zekiydiler. Aslında, Reagan’dan bu yana, entelektüel-politik yaşam baş aşağı gitti. Muhafazakarlar ve sözde “serbest piyasa” ekonomistleri takla atarak neden bu süreçle ilgili rahat olmamız gerektiğine ve “açıkların bir önemi olmadığı”na dair nedenler bulmaya çabaladılar. Belki de Reaganomistlerin en saçma argümanı, kamu “varlıklar”ındaki genişleme ile büyüyen kamu borcunun federal bilançoda birbirine denk gelmesi nedeniyle, büyüyen kamu borcuyla ilgili endişe edilmemesi gerektiğiydi. Burada serbest piyasa makroekonomisinde yeni ters bir bakış açısı vardı: İşler iyi gidiyordu çünkü hükümet varlıklarının değeri artıyordu! Bu durumda, peki neden hükümet bütün varlıkları düpedüz kamulaştırmıyordu? Gerçekten de Reaganomistler, Abba Lerner’in deyişi dışında kamu borcu için akla gelebilecek her argüman ile geldi ve eminim ki ulusal borcun yabancı mülkiyeti roket hızıyla yükselirken, bu lafı çevirmeye yüzleri olmayacaktı. Hatta yabancı mülkiyet konusu haricinde de, Lerner tezini eskisi gibi sürdürmek çok daha zor bir hal aldı. Lerner tezi 1930′ların sonunda telaffuz edilirken, kamu borçları kaynaklı toplam federal faiz ödemesi 1 milyar dolardı; şimdi 200 milyar doları bulan tutara yakından baktığınızda, askeri ve sosyal güvenlik harcamalarının ardından, federal bütçenin en büyük üçüncü öğesi: “biz”, ”kendimiz” e kıyasla hiç olmadığımız kadar pejmürdeyiz. Kamu borçları hakkında mantıklı bir şekilde düşünebilmek için, önce ilk prensiplere geri dönmemiz ve genel anlamda borç kavramını göz önünde bulundurmamız gerekir. Basitçe söylemek gerekirse, bir kredi işlemi: alacaklının; bir miktar parayı (1.000 $ diyelim) borçluya; bir yıl içinde anapara artı faizi ile ödeneceği sözü karşılığında verdiğinde oluşur. İşlem üzerinde mutabık kalınan faiz oranı yüzde 10 ise, borçlu alacaklıya bir yıl içinde 1.100 $ ödemekle yükümlüdür. Bu geri ödeme işlemi, normal bir satıştan farklı olarak, belirlenen zaman sonunda tamamlanır. Bu şekliyle, bu özel borç ile ilgili herhangi “yanlış” bir şey olmadığı açıktır. Aynen herhangi bir özel ticaret ya da döviz piyasasında olduğu gibi, her iki taraf da kazanır, kimse kaybetmez. Ama borçlunun aptal olduğunu, başından büyük işlere kalkıştığını, sonra da üzerinde anlaşılan toplam tutarı ödeyemeyeceğini varsayalım? Bu, elbette borç ile vuku bulan bir risk ve borçlu, borçlarını kesinlikle ödeyebileceği düzeyin altında tutmalıydı. Ama bu tek başına borç sorunu değildir. Herhangi bir tüketici akılsızca harcayabilir; bir adam tüm maaşını pahalı bir bibloya harcayabilir ve kendisini ve ailesini besleyemez durumda bulabilir. Yani tüketicinin aptallığı yalnızca borcun kendisiyle sınırlı bir sorundur. Ama arada çok önemli bir fark vardır: Bir adam boyundan büyük bir işe girer ve borcunu ödeyemezse, borçlu alacaklının mülkiyetini iade etmekte başarısız olduğundan, alacaklı da zarar görür. Daha derin bir anlamda, 1100 $ borcunu alacaklıya geri ödeyemeyen borçlu alacaklıya ait olan mülkiyeti çalmıştır; bizimki burada basitçe bir sivil borç değildir, haksızlıktır, bir başkasının mülkiyetine karşı bir saldırıdır. Daha önceki yüzyıllarda, iflas eden borçlunun suçu, affedilmez olarak kabul edilirdi. Alacaklı verdiği borcu hayırseverlik dışı bulup, “affetmeye” istekli olmadıkça; borçlu, anapara artı faiz birikimi ve artı borcu ödememe cezası ile birlikte borçlu kalmaya devam ederdi. Genellikle borçlular, tekrar borçlarını ödeyebilecekleri duruma gelinceye dek hapse atılırdı – belki biraz sert ama en azından mülkiyet haklarının korunması ve sözleşmelerin kutsallığını savunan doğru ruhun içinde. Pratikteki en önemli problem ise borçlunun borcunu hapisteyken ödemesinin zorluğuydu; belki de borçlunun kazanacağı gelirinin, borcuna karşılık alacaklıya ödenmesi kaydıyla özgür olmasını sağlamak daha iyi olurdu. Aslında 17. yüzyıl gibi yakın bir tarihte, hükümetler iflas borçlularının kendilerini iyileştirdikleri gerçeğini göz ardı ederek, onların durumu hakkında üzülmeye başladılar, ve kendi zorlayıcı sözleşmelerinin resmi fonksiyonu yıkmaya başladılar. İflas yasaları, giderek, borçluları kurtarmaya ve alacaklıların kendi mülklerini edinmelerini engellemeye yönelik olarak geçirildi. Hırsızlığa giderek göz yumuldu, tedbirsizlik sübvanse edildi ve tasarruf topallatıldı. Aslında, 1978’de İflas Reformu Yasası tarafından meydana getirilen Bölüm11’in modern yaklaşımıyla, verimsiz ve tedbirsiz yönetici ve hissedarlar sadece ipten kurtulmakla kalmadılar, genel olarak güçlerini korudular, borçsuz ve hala firmalarını çalıştırır biçimdeler, ve verimsizlikleriyle tüketicilere ve alacaklılarına musibet olmaya devam ediyorlar. Modern faydacı neoklasik iktisatçılar burada herhangi bir yanlış görmüyorlar; nasılsa piyasa, yasadaki bu değişikliklere kendini “ayarlar”. Piyasaların hemen hemen her koşula kendini ayarlayabildiği doğrudur, ama nereye kadar? Dürüst ve durumu anlayana ve de tedbirsizler: borç verenlere borcunu aksatmak faizlerin sürekli yükselmesine sebep oluyor. Peki neden tedbirlilerin vergileri, tedbirsizlere yardıma kullanılsın? Yalnız, bu faydacı tutum ile ilgili daha derin sorunlar var. Bu, aynı ekonomistlerin, şehir içlerindeki yaşam alanı ve mağazalara karşı artan suçlardaki artışla ilgili herhangi yanlış bir şey olmadığını düşünmeleriyle aynı ahlaksız iddiadır. İddialarına göre, piyasa gerekli ayarlamayı yapacak, yüksek suç oranlarına bağlı olarak şehir içinde kiralar ve konut değerleri daha düşük olacaktır. Yani her şey halledilir. Ama bu nasıl bir tesellidir? Ve suç ve saldırganlık için ne biçim bir gerekçedir? Öyleyse adil bir toplumda, sadece alacaklıları tarafından gönüllü olarak affedilmiş borçlular paçayı sıyırabilmeli, aksi takdirde iflas yasaları alacaklıların mülkiyet haklarını haksız yere işgal etmektedir. “Borçlu” ların kurtarılmasına ilişkin bir efsane vardır, borçlular alışıldığı üzere yoksuldur ve alacaklılar zengindir, öyleyse borçluları kurtarmak için müdahale etmek “adalet”in bir gerekliliğidir. Ama bu varsayım hiçbir zaman doğru olmadı : muhtemelen iş dünyasındaki en zengin adam en büyük borçlu olmalı. Bu dünyadan, borçları varlıklarını inanılmaz ölçüde aşan aşan Donald Trump ve Robert Maxwell. Borçlu adına müdahalenin kulisi genellikle büyük borçlarla büyük işletmeler için yapılır. Modern şirketlerde, hiçbir zaman baskıcı olmayan iflas yasalarının etkisi, genellikle birkaç büyük hissedar tarafından yüklenilen ve ittifak halinde olunan hissedarların ve mevcut yöneticilerin yararına olacak şekilde, alacaklıların-bono hamillerinin ödemelerini aksatmak olmuştur. Bir şirket iflas durumuna gelmişse, bu, bu şirketin yöneticilerinin verimsiz olduğu gerçeğini gösterir ve bu yöneticiler sahneden derhal çıkarılmalıdırlar. İflas yasalarının mevcut yöneticilerin yönetiminin uzamasını koruması sadece alacaklıların mülkiyet hakkını ihlal etmekle kalmaz, aynı zamanda piyasanın verimsiz ve tedbirsiz yöneticilerden ve hissedarlardan tasfiyesini ve sınai varlıkların mülkiyet hakkının daha verimli alacaklılara el değişimini engelleyerek, tüketicilere ve bütün ekonomik sisteme zarar verir. Sadece bu da değil, bir son kanun değerlendirmesinde, Bradley ve Rosenzweig de hissedarların yanı sıra, alacaklıların da 1978 yılında Bölüm 11’in yürürlüğe girmesiyle varlıklarının önemli bir kısmını kaybetmiş olduğunu göstermiştir. Yazdıkları gibi, “Bölüm 11’e göre hem bono hamilleri hem de hissedarların her ikisi de kaybettiyse, peki kim kazandı?” Kazananlar, şaşırtıcı değil ama belli ki, iflas reorganizasyonundan büyük paralar kazanan mevcut verimsiz şirket yöneticilerinin yanı sıra çeşitli avukatlar, muhasebeciler ve mali müşavirler haline geldi. Mülkiyet haklarına saygı duyan bir serbest piyasa ekonomisinde, hiçbir “Devlet Baba” yakayı kurtarmanıza izin vermeyeceğinden, özel borç hacmi, alacaklıya geri ödeme yapmanın gerekliliğiyle kendi kendini muhafaza etmekte. Buna ek olarak, borçlunun ödemek zorunda olduğu faiz oranı sadece vade tercihinden doğan genel faiz oranına değil aynı zamanda borçlunun o alacaklı için oluşturduğu riskin derecesine de bağlıdır. İyi bir kredi riski “birinci sınıf borçlu” olacak ve nispeten düşük faiz ödeyecek; öte yandan tedbirsiz ya da iflas etmiş akılsız biri de kredi risk derecesiyle orantılı olarak daha yüksek bir faiz oranı ödemek zorunda kalacak. Ne yazık ki bir çok kişi, kamu borcu için de özel borçlarda uyguladıkları analizin aynısını uygulamaktalar. Eğer özel borç dünyasındaki sözleşmenin kutsallığı kuralını uygulayacaksak, bu kuralın, kamu borçları için de aynı şekilde dokunulmaz olması gerekmez mi? Kamu borçlarının da özel borçlarla aynı prensiplerle yönetilmesi gerekmez mi? Bu cevap birçok insanın hassasiyetini şok edecek olsa bile, cevap hayırdır. Bunun nedeni, bu iki borç işleminin birbirinden tamamen farklı olmasıdır. Ben bir mortgage bankasından borç para alırsam, vadesi geldiğinde borcumu ödeyeceğime dair bir sözleşme yaparız; daha derin bir anlamda, o noktada paranın gerçek sahibi bankadır ve ben borcumu ödemezsem, sadece o bankanın mülkiyet hakkını çalmış olurum. Ama hükümet borç para aldığında, taahhüt kendi parası üstünden vermez; kendi parasını taahhüt etmez; nasılsa kendi kaynaklarından sorumlu değildir. Hükümet kendi yaşamı, kaderi ve borcunu ödemenin kutsal onuru üzerine değil, bizimkine taahhüt eder. Bu bambaşka bir konu. Diğerlerinin aksine, hükümetler verimli bir mal ya da hizmet satmazlar, bu nedenle hiçbir şey kazanmazlar. Sadece vergi yoluyla kaynaklarımızı yağmalayarak ya da bilinen adı “enflasyon” olan yasal sahtecilikle paralarımızı alırlar. Elbette bazı istisnalar var; koleksiyonculara pul satıyorlar ya da bizim postalarımızı verimsizce taşıyorlar, ama devlet gelirlerinin ezici büyüklüğü vergilendirme ya da parasal karşılıklardan elde edilir. Aslında monarşi günlerinde, özellikle modern devletin yükselişinden önce Ortaçağ’da, kralların kendi özel mülklerinden sağladıkları gelirleri vardı -ormanlar ve tarım arazileri gibi-. Onların borçları, diğer bir deyişle, kamu borcundan daha çok özeldi, ve sonuç olarak, onların borçları 17. Yüzyılın sonlarında patlayan kamu borcu ile karşılaştırıldığında neredeyse hiçbir şeydir. Şu halde, kamu borç işlemi, özel borçtan çok farklıdır. Bir borç senedini, uzun vadeli ödemeyi tercih eden borçludan borcunu kısa vadede tahsil etmek isteyen alacaklı yerine, hükümet parayı alacaklıdan alır, her iki taraf da paranın devlete tabi yağmalanmış bahtsız vergi mükelleflerinin ceplerine ya da cüzdanlarına değil, politikacıların ve bürokratların ceplerinden ya da zulalarından başka bir yere gitmeyeceğini bilir. Hükümet, parayı zorlama vergilerle alır; masumluktan uzak kamu alacaklıları ise gelirlerinin nasılsa o aynı zorlamalarla çıkacağını bilirler. Kısacası, kamu alacaklıları gelecekte vergi ganimetinden bir pay alabilmek için artık hükümete paralarını teslim etmeye hazırdırlar. Bu bir serbest piyasanın ya da hakikaten gönüllü bir hareketin tam tersidir. Her iki taraf da ahlaksızca gelecekte vatandaşların mülkiyet haklarının ihlaline müdahil olmak için taahhüt vermektedir. Her iki taraf da, bu nedenle, diğer insanların mülkiyet hakları üzerine anlaşmalar yapıyor, ve elimizin tersini hakkediyorlar. Kamu kredi işlemi, bazı kutsal sözleşmeler gibi muamele görmesi gereken, ganimet paylarını parselleyen soygunculardan daha fazla bir kutsallıkta, gerçek bir sözleşme değildir. Kamu borcunu özel bir işlemle karıştırmak yaygın ama saçma gerçekten “gönüllü” vergilendirme ve hükümet ne zaman bir şey yaparsa “biz” onu isteyerek yaparız kavramına dayandırılmalıdır. Bu elverişli efsane, büyük iktisatçı Joseph Schumpeter tarafından kasıtlı ve keskin bir şekilde bertaraf edilmiştir: “Vergileri kulüp aidatı ya da alımları benzetmesiyle yorumlayan teoriyi, sadece sosyal bilimlerin bu kısmını zihnin bilimsel alışkanlıklarından çok uzağa kaldıran bir doktor kanıtlar ” Ahlak ve ekonomik fayda genellikle el ele gider. New York ve Philadelphia kamu alacaklılarından oluşan küçük ama güçlü bir hizip için konuşan Alexander Hamilton’ ın aksine, ulusal borç bir “ulusal lütuf” değildir. Yıllık hükümet açığı artı yıllık faiz ödemeleri toplam borcu katlayarak büyütür. Giderek kaynaklar kıtlaşır ve değerli özel tasarruflar üretkenliğe “yer bırakmayan” savurgan hükümetlerin gerçekte hiçbir yararı olmayan sadece büyük masraflarla itibar artırmak için yapılan projelere aktarılır. Reaganomistler dahil olmak üzere kuruluş iktisatçıları, tasarruflar verimli bir şekilde “yatırıma” dönüştürüldüğünden her şeyi şık ve güzel gösterip, tüm fiili hükümet harcamalarını keyfi olarak “yatırım” diye etiketleyip, bu sorunu akıllıca geçiştirdiler. Ancak, gerçekte, hükümet harcamaları sadece Orwell bakış açısında “yatırım” olarak nitelendirilir; hükümet aslında “tüketim malları” ve bürokratların arzuları, politikacılar ve onlara bağımlı müşteri grupları adına harcıyor. Hükümet harcaması, üreticiler tarafından olmasa da kapalı yaşayan parazit bir grup tarafından şımartıldığından ve giderek üretken özel sektörü güçsüzleştirdiği için , bu nedenle, “yatırım” olmaktan çok, acayip savurgan ve verimsiz bir çeşit tüketim harcamasıdır. Nitekim, en azından istatistiklerin “bilimsel” ya da “değersiz” olmadığını ve verilerin sınıflandırılma şeklinin – örneğin, hükümet harcamalarının “tüketim” ya da “yatırım” olup olmadığı- politik felsefe ya da tasnifçinin anlayışına bağlı olduğunu görüyoruz. Açıklar ve dağ gibi büyüyen borç, vergi yükünü artırır ve giderek kaynakları üretkenlikten, üretkenliğin tam tersi ve parazit “kamu” sektörüne boşaltır. Bu nedenle, hem toplum hem de ekonomi üzerinde büyüyen ve dayanılmaz bir yüktür. Ayrıca, ne zaman açıklar genişleyen banka kredileriyle finanse edilirse, -başka bir deyişle, yeni bir para yaratarak- işler daha kötü hale gelir, çünkü kredi enflasyonu, tıpkı “makroekonomik şartlar”ın ani yükseliş ve düşüşünün dalgaları gibi sürekli ve yükselen fiyat enflasyonunu yaratır. Tüm bu nedenlerle, Jeffersonianlar ve ve Jacksonianlar (tarihçilerin efsaneleri aksine, ekonomi ve para teorileri konusunda olağanüstü bilgililerdi) kamu borundan nefret etmiş ve ona küfretmişlerdir. Nitekim, Amerikan tarihinde ulusal borç, ilk kez Thomas Jefferson ve ikinci, kuşkusuz son, kez Andrew Jackson tarafından olmak üzere, iki kez ödenmiştir. Maalesef, yakında 4 trilyon doları bulacak bir milli borcu ödemek bütün ülkeyi iflasa sürükleyecek. Gelecek yıl ABD’de de konacak 4 trilyon tutarındaki vergilerin etkilerini düşünün. yeni vergileri konması sonuçlarını bir düşünün! Ya da bu kamu borcunu ödemenin yolu 4 trilyon tutarında yeni para basmak ya da banka kredisi yaratmak olacak- ki bu yıkıcı olurdu- Bu yöntem olağanüstü enflasyonist olurdu ve fiyatları roket hızıyla yükseltirdi, geliri aynı ölçüde artmayan tüm grupları mahvederdi ve doların değeri yok olurdu. Almanya’nın 1923’te yaptığı ve o zamandan beri özellikle üçüncü dünya ülkeleri olmak üzere sayısız ülkede yaşanan bu durum özünde hiperenflasyondur. Eğer bir ülke borçlarını ödemek için parayı şişirirse, fiyatlar yükselecek ve dolayısıyla alacaklıların alacağı dolar, mark ya da pesolar, asıl borç verdikleri dolar, mark ya da pesodan çok daha az değerli olacak. Bir Amerika’lı 1914’de 10,000 mark tutarında Alman tahvili satın alırken, bu tahvil birkaç bin dolar değerinde idi; 1923’lerin sonlarına gelindiğinde ise bu 10,000 mark bir sakızdan daha değerli değildi. O halde enflasyon, “kamu borcu” nu inkar etmenin gizli ve korkutucu boyutta yıkıcı bir yoludur; yıkıcıdır, çünkü bireylerin ve işletmelerin ekonomik kararlarının bağlı olduğu para birimini mahveder. O zaman, ben kamu borcunu tek darbede ödemek için sert gözüken ama daha az yıkıcı bir yol öneriyorum: Borcu düpedüz inkar etmek. Şu soruyu düşünün: Neden yoksul, hırpalanmış Rusya ya da Polonya ya da eski komünist ülke vatandaşları, önceki komünist liderlerinin yüzünden borçla kuşatılsınlar? Komünist düzende adaletsizlik açıktır: vatandaşlar özgürlükleri için mücadele ederler ve serbest piyasaya göre ekonomi, eski canavar egemen sınıf tarafından borçları ödemek için vergilendirilmelidir. Fakat bu adaletsizlik sadece “normal” kamu borcundan bir derece farklıdır. Buna karşın, neden Sovyetler Birliği Komünist hükümeti nefret ettikleri ve devirdikleri Çarlık hükümetinin akdettiği borçlarla bağlı olmalıdırlar? Ve bugün biz, mücadele veren Amerikan vatandaşları neden geçmiş iktidar seçkinleri tarafından yaratılan borçlarla sınırlandırılmış olmalıyız? Geçmişte siyahlara kölelik yüzünden “tazminat” ödemeye ikna edici argümanlardan biri. İyi de biz yaşayanlarız, köle sahibi de değiliz. Benzer şekilde, biz yaşayanlar, geçmişte ya da şimdi Washington’daki politikacılar ve bürokratlar tarafından yapılan borçların sözleşmelerini de imzalamadık. Tarihçiler ve halk tarafından büyük ölçüde unutulmuş olsa da, kamu borcunu reddetmek Amerikan geleneğinin sağlam bir parçasıdır. Eyaletlerde borç tanımamanın ilk dalgası 1837 ve 1839 yıllarındaki paniklerden sonra, 1840′ların sonunda geldi. Bu panikler, Birleşik Devletler’in ikinci bankası Whig işleyişi tarafından körüklenen büyük enflasyonist patlamanın sonucu idi. Büyük ölçüde Whig’s tarafından yürütülen birçok hükümetin ve enflasyonist kredi dalgasının sürüşü, büyük bir kısmı savurgan kamu işlerine (üstü kapalı bir şekilde ”iç gelişmeler” denir) ve enflasyonist bankaları yaratmaya giden borcu yüzdürdü. 1830’lardaki 10 yıllık bir sürede, eyalet yönetiminin borç bakiyesi 26 milyon dolardan 170 milyon dolara yükseldi. Söz konusu hisse senedi ve tahvillerin çoğu İngiliz ve Hollandalı yatırımcılar tarafından finanse edilmiştir. 1840’lardaki panikleri izleyen deflasyon süresince, eyaletler borç olarak aldıkları dolarların geri ödemesinin, aldıkları dolarlardan çok daha değerli olduğuyla yüzleştiler. Şimdi büyük ölçüde Demokratların ellerinde olan birçok eyalet, bu borçları reddettikleri için ya da “düzenlemeleri” tamamen ya da kısmen, orantılı olarak küçültmeleri nedeniyle krize girdiler. Özellikle, 1840′lı yıllarda 28 Amerikan eyaleti, 9’u hiçbir kamu borcu olmayan görkemli bir konumda idi, ve 1’i (Missouri’nın borcu) ihmal edilebilirdi, ve kalan 18’in 9’u kesinti olmadan kendi kamu borcunu faizleriyle ödedi ve diğer 9’u (Maryland, Pennsylvania, Indiana, Illinois, Michigan, Arkansas, Louisiana, Mississippi ve Florida) mükellefiyetlerinin tümünü ya da bir kısmını reddetti. Bu eyaletlerden dördü, faiz ödemelerini yıllarca yapamadılar; kalan beşi ise (Michigan, Mississippi, Arkansas, Louisiana ve Florida) tümüyle ve kalıcı olarak ödenmemiş kamu borçlarını reddettiler. Her borç tanımamada olduğu gibi sonuç, borcu ödeyemeyen ya da reddeden eyaletlerde vergi mükelleflerinin sırtından büyük bir yük almış oldu. Ahlak ya da sözleşmenin kutsallığı argümanı bir yana, böyle bir inkarın felaket olduğuna dair standart ekonomik argüman, önceden kararlaştırılan borcu reddeden bir hükümete hangi aklı başında insan tekrar borç verir? Ama etkili karşı iddia nadiren de olsa kabul edilmiştir: neden daha fazla özel sermaye, hükümetin sıçan delikleriyle al aşağı edilsin? Bu tam olarak inkarın başlıca argümanlarından birini teşkil eden gelecekteki kamu kredilerini kurutuyor, bu da halkın tasarruflarını savurganca imha eden önemli kanallardan biri faydalı bir şekilde kuruyor demektir. Bizim ne istediğimize gelirsek; özel işletmelerde bol tasarruf ve yatırım, ve yalın, sade, düşük bütçeli, minimal devlet. Halk ve ekonomi, ancak hükümetleri aç ve cılız olduğu zaman, şişman ve müreffeh olabilir. Eyaletlerin borç inkarındaki bir sonraki büyük dalga, Kuzey’in işgali ve kalkınmanın sürmemesi üzerine, Güney’den geldi. 1870′lerin sonlarında ve 1880′lerin başlarında, Sekiz Güney eyaleti (Alabama, Arkansas, Florida, Louisiana, Kuzey Carolina, Güney Casolina, Tennessee ve Virginia) kalkınma dahilindeki, ilkeleri olmayan radikal Cumhuriyetçi bozuk ve savurgan hükümetler tarafından kendi vergi mükelleflerine yutturulan borcunu ödemeyi reddettiler. Peki şimdi ne yapılabilir? Mevcut federal borç 3,5 trilyon dolar. Yaklaşık 1,4 trilyon veya %40’ı, bir ya da başka bir devlet kurumu tarafından sahiplenilmiş durumda. Bir vatandaşın federal hükümetin bir kurumu tarafından sahiplenilmiş bir borcun anaparasını ve faizini ödemesi için, federal hükümetin bir kolu tarafından (IRS) vergilendirilmesi çok saçma. Bu, bu borcu kolayca iptal etmek için, mükellefe büyük miktarda bir para katacak ve yedek tasarrufları daha sonraki israflardan koruyacaktır. Söz konusu borç, basbayağı gerçeği maskeleyen bir muhasebe kurgusudur ve mükellefe ceza kesen uygun bir kılıf hazırlar. Böylece, birçok insan Sosyal Güvenlik Kurumu’nun primlerini aldığını, belki de sağlam bir yatırımla değerlendirdiğini ve 65 yaşını doldurduklarında “sigortalı” vatandaşlara “geri ödediğini” düşünür. Hiçbir şey gerçekten bu kadar uzak olamaz. Gerçekte, sigorta ya da özel sigorta sisteminde olması gereken gibi bir “fon” yoktur. Federal hükümet açıkça genç insanların “prim”lerini (vergilerini) toplar, bu primleri hazinenin genel giderlerine harcar, ve sonra bu kişi 65 yaşına geldiğinde, bu kişiye “sigorta parası”nı ödemek için bir başkasını vergilendirir. Belki de Sosyal Güvenlik, Amerikan siyasetinin en saygın kurumu ve aynı zamanda en büyük raketi. Bu, basitçe, federal hükümet tarafından kontrol dev bir Ponzi şemasıdır. Fakat gerçek Sosyal Güvenlik idaresinin devlet tahvillerini satın almasıyla maskelenir, hazine daha sonra bu fonları dilediği yere harcar. Yani, işin aslı, Sosyal Güvenlik idaresi, portföyünde devlet tahvilleri bulundurmaktadır, Amerikan vergi mükelleflerinden faizleri toplar, sigorta işini meşru göstermek için maskelemeye izin verir. Federal kurumlar tarafından elde tutulan tahvillerin iptali, federal borcu %40 oranında azaltır. Ben, tüm borcumu ödememek için apaçık inkar etmeyi savunuyor olsaydım, ve senetlerin oldukları yerlere düşmesine izin verseydim; bunun görkemli sonucu federal harcamalarında 200 milyar dolarlık ani bir düşüş ve vergilerdeki kesinti için en azından bir mücadele şansı olurdu. Ama eğer bu düzenin çok acımasız olduğu düşünülürse, neden federal hükümet de herhangi bir özel iflas (Bölüm 11 hakkındakileri unutarak) gibi tedavi edilmesin? Hükümet bir organizasyondur, öyleyse neden bu örgütün varlıkları tasfiye edilip, alacaklılarına (devlet tahvillerini ellerinde bulunduranlara) orantılı olarak hisse payları ödemiyor? Bu çözümün mükellefe hiçbir maliyeti yoktur ve dahası, yıllık faiz ödemelerinde 200 milyar dolarlık rahatlama getirecektir. Amerika Birleşik Devletleri hükümeti varlıklarını elden çıkarmaya zorlanmalı, onları açık artırmaya çıkarmalı ve alacaklılarına gereğince ödeme yapmalıdır. Hangi hükümet varlıklarını? TVA’dan (Tennessee Valley Authority) ulusal topraklara ya da Postane gibi çeşitli yapılara kadar birçok varlık söz konusu. Langley, Virginia’daki büyük çaptaki CIA merkezi, Beltway’deki tüm iş gücüne konut oluşturmaya yetecek kadar iyi para eder. Belki de Birleşmiş Milletler’i Amerika Birleşik Devletleri’ nden kovup, arsa ve binalarını ıslah edebilir ve bunları Doğu Yakası’nın zenginlerine lüks evler yapmaları için satabiliriz. Bu sürecin bir diğer getirisi de, batı Amerika’nın devletleştirilmiş arazileri ve Amerika’nın geri kalanı için büyük bir özelleştirme olacaktır. Bu borcu tanımama ve özelleştirme kombinasyonu, vergi yükünün azaltılması, mali sağlamlığın kurulması, ve Amerika Birleşik Devletleri’nin özelleştirilmesine yönelik uzun bir yol demektir. Bu yolu gitmek için, ilk olarak biz kamu ve özeli birbirine karıştıran batıl zihniyetten kendimizi kurtarmalıyız, ve hükümet borcunu iki meşru mülk sahibi arasındaki bir üretim sözleşmesiymişçesine ele Yazar: Murray Rothbard
Çeviri: Burcu Boyalı Bu yazı mises.org sitesinin ''Repudiating the National Debt'' adlı yazının çevirisidir.
Yorumlar