Part 4: Socialism Social-Democratic Style
Son bölümde sosyalizmin ortodoks marksist versiyonu olan ve – Rus tipi sosyalizm olarak adlandırılan – sosyalizmi analiz etmiş ve üretim süreci ile sosyal ahlak yapısı üzerindeki etkilerini açıklamıştım. Sonrasında da, teorik olarak da öngörülen bir sonuç olan nisbi fakirleşme o kadar güçlü ortaya çıkmıştır ki, gerçekte, üretim araçlarının sosyalizasyonu politikasının mantıksal sonucu olan, tüm üretim faktörlerinin sosyalizasyonuna, hemen akabinde bir ekonomik felakate yol açmadan, hiçbir zaman ulaştırılamayacağına değinmiştim. Gerçekten de, Marksist sosyalizmin fiili tüm uygulamalarında, apaçık görünen iflasın üstesinden gelmek ya da engellemek amacıyla, er yada geç, üretim araçlarına özel mülkiyet unsurları yeniden dahil edilmiştir. Ancak, ılımlı “piyasa” sosyalizmi bile, üretimin sosyalize edilmesi fikri tamamiyle ortadan kalkmadığı sürece, nüfusun nisbi fakirleşmesine engel olamaz.
Ortodoks marksist sosyalizmin popularitesindeki sürekli düşüşe ve bu bölümde konu edilecek olan modern sosyal-demokratik sosyalizmin ortaya çıkmasına ve gelişmesine öncülük eden şey, herhangi bir teorik argumandan daha çok, rus tipi sosyalizmin hayal kırıklığı yaratan tecrübesi olmuştur. Şüphesiz ki her iki sosyalizm tipi de aynı fikri kaynaktan türemiştir1. Her ikisi de, en azından teorik olarak, eşitlikçilikten hareket etmektedir, ve her ikisinin de esasen nihai hedefi aynıdır: özel mülkiyete dayalı bir sosyal sistem olan kapitalizmin ortadan kaldırılması ve onun yerine kardeşçe bir dayanışma ve kıtlığın yok edilmesi ile karakterize edilen yeni bir toplum tesis edilmesi; herkese “ihtiyacına göre” ödeme yapılan bir toplum. Fakat sosyalist hareketin başlangıcı olan ondokuzuncu yüzyılın ortalarından beri, bu hedeflere ulaşmak için en uygun yöntemlerin ne olduğu konusunda çatışan fikirler var olmuştur. Genelde, üretim araçlarının sosyalizasyonunun gerekli olduğu hususunda bir mutabakat olmakla birlikte, bu yönde nasıl ilerleneceği ile ilgili her zaman ayrışan görüşler olmuştur. Bir tarafta, sosyalist akım içerisinde devrimci hareket tarzını savunanlar vardı. Bunlar mevcut hükümetlerin şiddet kullanarak devrilmesi, kapitalistlerin tüm mallarına tek bir darbede el konması ve yeni düzende istikrar sağlanana kadar, proletaryanın, yani kapitalist olmayıp işçilik hizmetlerini satmak zorunda kalanların, geçici diktatörlüğü (yani, söz verildiği gibi, kıtlık gerçektem yok edilene kadar), fikrini yayıyorlardı.
Diğer tarafta ise kademeli yaklaşımı savunan reformcular vardı. Bunlar oy hakkının genişletilmesiyle ve en sonunda evrensel oy hakkına ulaşılması ile birlikte, sosyalizmin zaferinin demokratik parlamenter hareket ile elde edileceğini düşünüyorlardı. Sosyalist doktrine göre, bunun sebebi de, kapitalizmin toplumu proletarizasyona meylettirmesinden, yani daha az insanın serbest meslek sahibi olup, bunun yerine daha çok insanın işçi olması eğiliminden kaynaklanıyordu. Ve genel sosyalist görüşe uygun olarak, bu eğilim önce gitgide artan muntazamlıktaki proletar sınıf bilincinin oluşmasını sağlayacak, sonrasında da sosyalist parti yönünde gitgide kabaran seçmen katılımıyla sonuçlanacaktı. Ve, bu mantığa göre, böyle bir strateji genel fikre oldukça paralel (çoğunlukla barışçıl düşüncedeki işçilere daha cazip görünüp, aynı zamanda kapitalistlere daha az korkutucu ) olacağından, uygulanmasıyla birlikte, sosyalizmin nihai başarısı daha kesin bir hale gelecekti.
Her ne kadar ilişkileri bazen oldukça gerilse de, bu iki güç, Ekim 1917’de Rusya’da meydana gelen Bolşevik devrimine kadar, sosyalist hareket içerisinde yan yana varolmuşlardır. Pratikte sosyalist hareket, genellikle reformcu yolu izlerken, ideolojik tartışma alanında devrimciler hakimiyet sağlamıştır3. Bu durum Rusya olaylarından sonra değişmiştir. Lenin’in liderliğinde, sosyalist devrimciler ilk defa, kendi programlarının ve bütün olarak sosyalist hareketin Rusya deneyi karşısında bir taraf tutma zorunda olduklarının farkına varmışlardır. Bunun sonucunda, sosyalist hareket iki ayrı parti altında iki dala ayrılmıştır: ya, nerdeyse tamamen Rusya olaylarından yana olan bir komünist partisi veya bunlara şüpheli yaklaşan yada tamamen karşısında olan sosyalist yada sosyal-demokratik bir parti. Bütün bunlara rağmen, bu bölünme sosyalizasyon meselesi konusunda değildi; her ikisi de bunun yanındaydı. Bu, parlamenter değişimin devrimci mi demokratik mi olması meselesi üzerine gerçekleşen açık bir bölünme idi.
Rus devriminin – şiddetin, dökülen kanın, kontrolsüz istimlak uygulamalarının, binlerce yeni lider gerçeğinin, çoğu zaman itibarı şüpheli veya gölgeli, değersiz karakterlerin siyasi idareye getirilişinin – fiili tecrübesiyle yüzyüze kalan sosyal demokratlar, kamuoyu desteği elde etme çabalarında, devrimci imajlarını terk etmeleri ve sadece pratikte değil teoride de kararlı bir şekilde reformcu bir parti olmaları gerektiğini hissetmişlerdi. Ve hatta batıdaki komünist partilerin bazıları, kendilerini devrimsel değişim teorisine ne kadar adamış olsalar da, aynı şekilde kamuoyu desteğine ihtiyaç duydukları için, devrimi gerçekleştirmedeki tuhaf Bolşevik tarzında, en azından bazı yanlışlıklar bulmaları gerektiğini hissetmişlerdi. Onlar da gitgide artan bir oranda reformist, demokratik oyununu, sadece pratikte de olsa, oynamanın gerekliliğine inanıyorlardı.
Ancak bu, Rus devriminin tecrübelerinden etkilenen sosyalist hareketin dönüşümündeki sadece ilk adımdı. Belirtilmiş olduğu gibi, Sovyet Rusya’nın sönük ekonomik performans tecrübesi nedeniyle sosyalist hareket bir sonraki adımı atmaya zorlanmıştır. Devrimsel değişimin cazibesi hakkındaki faklı görüşlerine aldırış etmeden ve soyut ekonomik düşünceye yabancı olma ya da bunu kavrama konusundaki isteksizlik veya yeteneksizlik hususunda eşit olan sosyalist ve komünistler, buna rağmen, yeni deneyin hakettiğini düşündükleri bir tür balayı dönemi esnasında, sosyalizasyon politikasının ekonomik başarıları hakkında tamamen boş ümitlere kapılmışlardı.
Tabi ki bu dönem sonsuza kadar süremezdi ve belli bir süre geçtikten sonra, gerçeklerle yüzleşilmesi ve sonuçların değerlendirilmesi gerekiyordu. Olayları düzgünce ve tarafsız olarak izleyen her gözlemci için ve daha sonraları dikkatli olan her ziyaretçi ve yolcu için Rus tipi sosyalizmin daha çok değil daha az zenginlik ifade ettiği ve her şeyden öte, küçük bölümler halinde bile olsa şahsi sermaye oluşumuna izin vermek zorunda kalarak, üstü kapalı da olsa, kendi ekonomik bayalığını itiraf etmek zorunda olan bir sistem olduğu açığa çıkmıştır. Bu deneyin daha geniş çaplı bilinmeye başlaması ve özellikle II. Dünya savaşından sonra Sovyet deneyinin Doğu Avrupa ülkelerinde tekrarlanmasıyla birlikte aynı sönük sonuçların alınması ve böylece Sovyet karmaşasının sebebini sadece insanlardaki özel bir tip Asya mentalitesine bağlayan tezin çürütülmesiyle, kamuoyu desteği yarışındaki sosyalist, yani batıdaki sosyal-demokrat ve komünist partiler, programlarını daha da modifiye etmek zorunda kalmışlardır. Artık komünistler, sosyalizasyon programının Rus tipi uygulamasında da bazı eksiklikler görmeye başlamışlardı ve gitgide merkezi olmayan planlamayla karar verme, ve kısmi sosyalizasyon, yani üretimin sosyalizasyonu fikrinden tamamıyla hiçbir zaman vazgeçmemelerine rağmen, sadece belli başlı firma ve endüstrilerin sosyalizasyonu fikri ile gitgide daha çok oynamaya başlamışlardır.
Buna karşılık, sosyalist yada sosyal-demokrat partiler, Rus modeli sosyalizme başından beri fazla sempatik bakmadıklarından ve kararlı bir şekilde sürdürdükleri reformcu-demokratik politikalar aracılığıyla zaten kısmi sosyalizasyon yönünde ödün verme eğiliminde olduklarından, yeni duruma intibak edecek ilave bir hamle yapmaları gerekiyordu. Bu partiler, Rus ve Batı Avrupa deneylerine karşılık olarak sosyalize üretim konusunu peyderpey artırarak tamamen terk edip bunun yerine artan oranda gelir vergisi ve gelir eşitliği fikrine vurgu yapmaya ve başka bir hamle ile de fırsat eşitliğinin, sosyalizmin gerçek mihenk taşları olduğunu vurgulamaya başlamışlardır.
Batı toplumlarında Rus tipi sosyalizmden sosyal demokrasi yönünde oluşan ve hala oluşmakta olan bu kayma her yerde eşit gerçekleşmemiştir. Kabaca söylemek gerekirse ve sadece Avrupa’ya bakıldığında, yeni tip sosyalizmin eskisi ile yer değiştirmesi hususu, sosyalist ve/veya komünist partilerin destekçi ve seçmen bulması gereken, Rus tipi sosyalizm tecrübesiyle daha doğrudan ve yakın olmuş nüfuslarda, daha çok telaffuz edilmiştir. Büyük ülkeler arasından, bu tip sosyalizmle en doğrudan teması olan ve milyonlarca insanın, Doğu Almanya halkına verilen hasarları kendi gözleriyle görecek halen bolca fırsatı olan Batı Almanya’da bu değişim en eksiksiz olmuştur.
Burada, 1959 yılı içerisinde, sosyal demokratlar, marksist geçmişlerinin tüm bariz izlerinin belirgin bir şekilde yok olduğu, bunun yerine özel mülkiyet ve piyasaların önemine açıkça değinilen, sosyalizasyondan sadece bir ihtimal olarak bahseden, ve daha ziyade yeniden dağıtım tedbirlerinin önemini ısrarla vurgulayan, yeni bir parti programını benimsemişlerdir (daha doğrusu kamuoyu baskısıyla benimsenmeye zorlanmışlardır). Burada, o günden beridir, üretim araçlarının sosyalizasyonu politikasının taraftarlarına sosyal demokrat parti içerisinde, sayıca üstünlük sağlanmıştır; ve yine burada, sadece barışçıl ve kısmi sosyalizasyon taraftarı olsalar bile, komünist partiler önemsiz bir konuma indirgenmiştir5. Fransa, İtalya, İspanya ve hatta İngiltere gibi demir perdeden daha uzak ülkelerde bu değişim daha az dramatik olmuştur. Yine de, bugün, en tipik haliyle Alman sosyal demokratlar tarafından temsil edilen, sosyal demokrat tipi sosyalizm, batıda en yaygın popülariteye sahiptir. Aslına bakılırsa kısmen Sosyalist International’ın da – sosyalist ve sosyal demokrat partiler birliği – tesiriyle, sosyal demokrat tipi sosyalizm, artık sadece açık şekilde sosyalist olan partilerin ve daha küçük ölçüde batı komünistlerinin değil, en abartılı rüyalarında bile kendilerine sosyalist demeyecek, Birleşik Amerika’nın doğu kıyısı ‘liberal’ demokratları gibi, parti ve grupların politik programlarına ve fiili politikalarına da şekil veren, çağımızın en yaygın ideolojisi olarak adlandırılabilir6. Ve uluslararası politikalarda da, sosyal demokrat tipi sosyalizmin fikirleri, özellikle de sözde Kuzey-Güney ihtilafı yönündeki yeniden dağıtım yaklaşımı, neredeyse her bilgili ve iyi niyetli insanın resmi görüşü gibi birşey olmuştur; kendilerini sosyalist olarak görenlerin çok ötesine uzanan bir fikir birliği7.
Peki sosyal demokrat tipteki sosyalizmin esas özellikleri nelerdir? Temelde iki karakteristik vardır. İlk olarak, geleneksel marksist tipi sosyalizme pozitif aykırılık olarak, sosyal demokratik sosyalizm, üretim araçlarındaki özel mülkiyeti yasaklamaz ve hatta tüm üretim araçlarının – sadece eğitim, trafik ve iletişim, merkez bankacılığı, polis ve mahkemeler hariç tutulmak kaydıyla – özel mülkiyet tarafından sahiplenmesi fikrini kabul eder. Prensipte herkes üretim araçlarını edinme ve sahip olma, bunları satma, alma ve yenisini üretme, başkasına hediye olarak verme, mukaveleye dayalı bir düzenleme dahilinde bir başkasına kiralama hakkına sahiptir. Fakat ikinci olarak, hiçbir üretim aracının sahibi, bu üretim araçlarının kullanımından elde edilecek gelirin tamamına haklı olarak sahip değildir ve üretimden elde edilecek toplam gelirin ne kadarının tüketime ne kadarının yatırıma tahsis edileceği hususunda karar veremez. Bunun yerine üretimden elde edilen gelirin bir kısmı haklı olarak topluma aittir, ona geri verilmelidir, ve eşitlikçi yada hakça paylaşım fikirlerine göre, bireysel üyelerine yeniden dağıtılmalıdır. Buna ilaveten, üretici ve topluma ayrı ayrı gidecek gelir payları belli bir anda sabit gibi görünmesine rağmen, haklı olarak üreticiye ait pay prensipte esnek olup, miktarının ve toplumun payının belirlenmesi hakkı, üreticiye değil, topluma aittir8.
Doğal mülkiyet teorisi – yani kapitalizmin temelinde yatan teori – açısından bakılırsa, bu kuralların benimsenmesi, doğal maliğin haklarının saldırganca ihlal edilmesi anlamına gelir.
Tekrar hatırlamak gerekirse, bu mülkiyet teorisine göre, kullanıcı-malik kendi üretim araçları ile her istediğini yapabilir; ve bu kullanımdan doğan her ürün, kendine ait özel geliridir, ve bunu da yine, her istediği şekilde kullanabilir, yeter ki bu şekilde başkasının mülkiyeti üzerindeki fiziksel bütünlüğü bozmasın ve münhasıran akdi mübadeleye dayansın. Doğal mülkiyet teorisi bakış açısına göre, iki farklı süreç – gelirin üretilmesi ve gelir üretildikten sonra bunun yeniden dağıtılması süreci – yoktur. Sadece bir süreç vardır: gelir üretildiği anda otomatik olarak dağıtılmış olur; üretici gelirin sahibidir. Bununla karşılaştırıldığında, sosyal demokrat tipi sosyalizm, üretimden elde edilecek gelirin bir kısmını, diğer erdemleri ne olursa olsun, ilgili geliri kesinlikle üretmemiş, mukaveleye dayanan bir hakkı bulunmayan kişiler tarafından ve buna ek olarak bu kısmi istimlağın sınırlarının ne olacağı hususunda tek taraflı, yani bu işten etkilenecek üreticinin rızası beklenmeden, doğal maliğin kısmi olarak istimlak edilmesini savunur.
Bu tariften de açık olarak anlaşılacağı üzere, sosyal demokrat tipteki sosyalizmin halk arasında yaratmak istediği intibanın tersine, iki tip sosyalizm arasındaki fark kategorik nitelikte değildir. Bu daha ziyade derece meselesidir. Kuşkusuz, bahsedilen ilk kural, özel mülkiyete izin vermek suretiyle, temel bir farkı devreye sokmuş gibi görünebilir. Fakat akabindeki ikinci kural, imalatçının üretimden edindiği gelirin prensipte istimlakına izin verir ve dolayısıyla mülkiyet hakkını sırf göstermelik bir hale indirgemiş olur. Sosyal demokrat tipi sosyalizm, işi tabi ki özel mülkiyetin sadece ismen varolması seviyesine kadar götürmek zorunda değildir. Ve hakikaten de, üreticinin topluma devretmek zorunda bırakıldığı gelir payı gerçekte oldukça makul seviyede olabilir ve bu, pratikte, ekonomik performans anlamında devasa fark yaratabilir. Ama yine de şunun farkında olunmalıdır ki, üretmeyen adamların bakış açısından, özel üreticilerin gelirlerinin istimlak derecesi bir menfaat meselesi olup, bu durum her iki tip – Rus ve Sosyal Demokrat tipi – sosyalizm arasındaki farkın sadece bir derece farkına indirgendiğini göstermeye kesin olarak yeterlidir.
Bu önemli gerçeğin üretici açısından ne anlama geldiği açıkça ortadadır. Bunun anlamı, şu anda belirlenmiş istimlak derecesi her ne kadar düşük de olsa, kendi üretken çabaları sürekli olarak, topluma devretmek zorunda kalacağı gelir payının gelecekte tek taraflı olarak artırılacağı tehdidi altında olduğudur. Bunun üretim riskini veya maliyetini nasıl artırdığını ve dolayısıyla yatırım oranını nasıl düşürdüğünü görmek için fazla yoruma gerek yoktur.
Bu ifade ile birazdan yapılacak analizin ilk adımı da halihazırda atılmış oluyor. Sosyal demokrat tipi sosyalizmin benimsenmesinin, amiyane tabirle, ekonomik sonuçları nelerdir? Az önce söylenenlerden sonra en azından bu etkilerin genel yönünün geleneksel Marksist tipi sosyalizme oldukça benzediğini duymak çok büyük bir sürpriz olmasa gerek. Yine de, sosyal demokrat tipi sosyalizm, kısmi istimlakı ve üretici gelirlerinin yeniden dağıtımını kabullendiği ölçüde, üretim araçlarının tamamen sosyalizasyonu politikası sonucunda meydana gelecek bazı fakirleşme etkilerinin önüne geçilebilir. Bu kaynaklar halen alınıp satılabildiği için, bakıcı ekonomilerine has en tipik problem olan – üretim araçları için bir piyasa fiyatının mevcut olmaması ve dolayısıyla parasal hesaplama ve muhasebe yapılamamasına bağlı olarak, kıt kaynakların en iyi ihtimalle ikincil önemine göre kullanılarak meydana gelen yanlış tahsisi ve ısrafı – önlenmiş olur. Buna ek olarak aşırı kapasite kullanımı problemi de en azından azalmış olur. Aynı zamanda özel yatırım ve sermaye oluşumu, üretimden gelen gelirin bir kısmının üreticinin kendi takdirine bırakıldığı ölçüde halen mümkün olduğundan, sosyal demokrat tipi sosyalizm altında çalışma, tasarruf etme ve yatırım yapma konularındaki insiyak nispeten daha fazladır.
Her şeye rağmen, tüm fakirleştirici etkilerin ortadan kalkması hiçbir şekilde mümkün değildir. Sosyal demokrat tipi sosyalizm, Rus tipi sosyalizm ile karşılaştırıldığında her ne kadar iyi gibi görünse de, kapitalizm altında olacakla karşılaştırıldığında, gene de yatırımlarda ve dolayısıyla gelecekteki servette ister istemez bir azalmaya neden olur9. Üretimden gelen gelirin bir kısmını, bu kısım ne kadar küçük olursa olsun, malik-üreticinin elinden alınıp, söz konusu üretim ile ilgisi olmayan kişilere verilmesi, üretim maliyeti (ki hiçbir zaman sıfır değildir, zira üretmek, tahsis etmek, mukavele yapmak en azından, aylaklık, tüketim veya yeraltı faaliyetleri gibi başka yerlerde harcanabilecek zamanı kullanmanın gerekliliğini ima eder) artar, ve buna paralel, üretmemenin ve/veya yeraltı üretiminin maliyeti, az da olsa, düşer. Bunun sonucunda, birazdan tartışılacak sebeplerden ötürü, üretim ve servetin mutlak seviyesi halen artabilecek olmasına rağmen, nispeten daha az üretim ve yatırım olur. Nispeten daha fazla aylaklık, daha çok tüketim, artan ek işlerde çalışma ve neticede nisbi fakirleşme olur. Ve bu eğilim, yeniden dağıtılacak olan üretim geliri ne kadar artarsa ve bunun tek taraflı, mukaveleye bağlı olmayan toplumsal karar neticesinde, gelecekte artma ihtimali ne kadar yakın olursa o kadar çok telaffuz edilir.
Uzun bir süre boyunca, sosyal demokratik sosyalizmin genel politika hedefinin uygulanması için açık ara ile en popüler fikir, parasal gelirin gelir vergisi veya üreticilerden toplanan genel satış vergisi vasıtasıyla yeniden dağıtımı yönündeydi. Bu hususi tekniğe bir bakış atılması savunduğumuz fikri daha da aydınlatıp, nisbi fakirleşmenin genel etkileri hakkında sıklıkla karşılaşılan yanlış anlamaları ve kavram kargaşalarını önleyecektir. Yeni bir gelir veya satış vergisinin konulması ya da var olan vergi seviyesinin daha yukarılara çekilmesinin ne gibi ekonomik etkileri vardır?10 Bunu cevaplayarak, vergi parasının farklı birey veya bireylerden oluşan gruplara yeniden dağıtılması konusunda var olan değişik imkanları gözardı etmeye devam edeceğim – bunlar bu bölüm içerisinde daha sonra tartışılacaktır. Burada sadece, tanım itibariyle tüm yeniden dağıtımcı sistemler için doğru olan, vergi paralarının her türlü yeniden dağılımının aslında, parasal gelir üreticileri ve mukaveleye bağlı para alıcılarından, sıfat olarak üretmeyen ve mukaveleye bağlı para alıcısı olmayan insanlara aktarılması olduğu gerçeğini hesaba katacağız.
Buradan hareketle vergi konması veya artırılması, üretimden kaynaklanan parasal gelir akışının üretici için azaldığı, rolleri itibariyle üretici olmayan ve mukaveleye bağlı olmayan insanlar için arttığı anlamına gelir. Bu durum, üretici olmayan ve parasal olmayan gelir için üretime karşı, parasal getiri için üretimin nisbi maliyetlerini değiştirir. Dolayısıyla, insanlar bu değişimi algıladıkları ölçüde, boş vakit tüketimine ve/veya takas amaçlı üretime başvurup, aynı zamanda parasal ödül için giriştikleri üretken çabaları azaltırlar. Her durumda, para karşılığında alınabilecek mal üretimi düşer, başka bir deyişle paranın alım gücü azalır ve bunun sonucunda genel hayat standardı düşmüş olur.
Yürütülen bu mantık karşısında, bazen, vergi seviyesindeki artışın, gayrisafi milli hasılada (GMH) bir artışı da beraberinde getirdiğinin sıklıkla gözlemlendiği ve dolayısıyla yukardaki muhakemenin her ne kadar akla yatkın gibi görünse de ampirik olarak geçersiz kabul edilmesi gerektiği iddiasında bulunulmuştur. Bu sözde karşı sav basit bir yanlış anlamayı sergilemektedir: mutlak azalma ile göreceli azalma kavramlarının karıştırılması. Yukardaki analizde, vergilerdeki yükselmenin etki olarak, parasal getiri amaçlı üretimde göreceli bir azalma meydana getireceği sonucuna varılmıştı; bu, eğer vergi seviyesi değiştirilmeseydi elde edilecek üretim ile karşılaştırıldığındaki bir azalmadır. Yapılan üretimin mutlak seviyesi ile ilgili olarak herhangi bir şey söylemez ya da ima etmez. Aslına bakılırsa, GMH’daki mutlak büyüme, sadece analizimiz ile uyumlu olmakla kalmayıp, aynı zamanda üretkenlikteki artışların mümkün ve gerçekte var olması ile ilgili olarak tamamen normal bir hadisedir. Üretim teknolojilerindeki gelişmeler vasıtasıyla, eşit miktardaki girdi (maliyet bakımından) ile daha yüksek çıktı üretmek veya girdilerdeki bir azalma ile fiziksel olarak aynı bir çıktıyı üretmek mümkün hale geldiyse, yükselen vergiler ile artan üretimin çakışması çok büyük sürpriz sayılmamalıdır. Fakat bu, vergilendirme neticesinde meydana gelen nisbi fakirleşme hakkında söylenenlerin geçerliliğini kesinlikle etkilemez.
Belli bir popülerliğe ulaşan başka bir itiraz da, vergilerin artırılmasının parasal gelirin azalmasına, ve bu azalmanın da, diğer gelir biçimleri (örneğin boş vakit) ile karşılaştırıldığında, paranın marjinal faydasının artmasına ve dolayısıyla azaltmak şöyle dursun, bunun gerçekte tam tersine parasal getiri için çalışma eğilimini artırmaya yardımcı olacağı yönündedir. Bu gözlem elbetteki kesinlikle doğrudur. Fakat bunun nisbi fakirleşme tezini geçersiz hale getirdiğine inanmak bir kavram yanılgısıdır. Resmin tamamına bakabilmek için öncelikle şu noktaya dikkat edilmelidir ki, vergilendirme vasıtasıyla sadece birtakım insanların (üreticilerin) parasal gelirleri azalmaz, fakat aynı zamanda bazı insanların (üretmeyenler) parasal gelirleri artar ve bu insanlar için paranın marjinal faydası ve dolayısıyla parasal getiri için çalışma eğilimleri azalır. Fakat bu hiçbir şekilde söylenmesi gerekenin tamamı değildir. Zira bu, vergilendirmenin takas edilebilir malların üretimini hiçbir şekilde etkilemediği intibaını bırakabilir – çünkü parasal gelirin marjinal faydası bazıları için azalırken diğerleri için artacak ve iki etki birbirini götürecektir. Fakat bu intiba yanlış olacaktır. Aslına bakılırsa bu, başlangıçta kabul edilenlerin inkarı anlamına gelecektir: vergi artırımı, yani onayları alınmayan gelir üreticilerinin daha yüksek parasal katkıya zorlanması bilfiil gerçekleşmiş ve bu şekilde algılanmış – ve dolayısıyla mantıksal bir çelişki içermiş – olur.
Sezgisel olarak, vergilendirmenin üretim hususunda “tarafsız” olduğu inancındaki arıza bu argüman en uç noktaya kadar yürütüldüğünde açığa çıkar. Bu bizi, tüm üreticilerin parasal gelirlerinin tamamının istimlak edilerek, üretici olmayan bir gruba aktarılmasının hiçbir şey fark ettirmeyeceği, zira bu, üretici olmayanlarda meydana gelecek, yeniden dağıtımdan kaynaklanan tembelleşmenin tamamının, üreticiler tarafında artan işkoliklik ile telafi edileceği (ki bu çok saçmadır) ifadesine götürür. Bu tür muhakemelerde gözden kaçan şey, yeni vergi konması veya varolan seviyenin yükseltilmesi sadece üretici olmayanların üreticiler pahasına kayrılması değil, aynı zamanda parasal gelirin üretici olan ve üretici olmayan taraf için eşzamanlı olarak değişen, parasal gelir elde etmenin (artırmanın) farklı yöntemleri ile bağlantılı maliyetlerin de değişeceği anlamına gelir. Çünkü artık üretken olmayan araçlarla, yani fiili olarak daha fazla mal üretmek yoluyla değil, halihazırda üretilmiş olan malların mukaveleye bağlı olmadan edinilmesi vasıtasıyla, ek parasal gelir elde etmek nispeten daha az maliyetli bir hale gelmiştir. Üreticiler her ne kadar, daha yüksek vergi sonucunda gerçekten de ek para edinmek için daha azimli olsalar da, bunu üretken çabalarını yoğunlaştırarak değil, artan oranda istismarcı yöntemlere başvurarak yapma çabasına düşerler. Bu da vergilendirmenin tarafsız olmadığını ve hiçbir zaman olamayacağını açıklar. (Artan) vergilendirme ile birlikte farklı bir yasal teşvik unsuru kurumsallaşmış olur: bu, parasal gelire karşın, aylaklık amaçlı ve parasal getiri için üretim yapmamayı da içeren ve de parasal olmayan getiri (takas) için üretime karşın, üretimin nisbi maliyetini değiştiren bir unsurdur. Ve de bu farklı teşvik unsuru yapısı aynı nüfusa tatbik edilirse, o zaman bu, mutlak surette parasal getiri için üretilen malların çıktısında bir azalmaya neden olur.11
Gelir ve satış vergisi en yaygın teknikler olmakla birlikte, bunlar sosyal demokrat tipi sosyalizmin yeniden dağıtımcı yöntemler repertuarının tükendiği anlamına gelmez. Bu vergiler bir toplumu oluşturan bireylere ne şekilde dağıtılırsa dağıtılsın, örneğin parasal gelir ne ölçüde eşitlenirse eşitlensin, bu bireyler farklı yaşam tarzları benimseyebileceği ve zaten benimsediği için ve kendilerine tahsis edilen parasal geliri farklı oranlarda tüketime veya üretken olmayan şahsi servet oluşumuna harcayacakları için, er yada geç insanlar arasında, parasal gelir açısından olmasa da şahsi servet açısından büyük farklılıklar ortaya çıkacaktır. Ve beklendiği üzere bu farklılıklar, saf mukaveleye dayalı bir miras kanunu olması durumunda daha da bariz hale gelir. Dolayısıyla, eşitlikçi heveslerle motive olan sosyal demokrat tipi sosyalizm, politik planlarında özel mülkiyeti de içerip bunun vergilendirilmesini dahil ettikleri için, varislere düşen “haksız kazanılan servet” konusundaki yaygın feryadı dindirmek amacıyla mirasa özel bir vergi koymuştur.
Ekonomik açıdan bakıldığında, bu tedbirler, şahsi servet oluşumu miktarını anında düşürecektir. Sahsi servet üzerindeki tasarruf hakkı vergi ile nisbi olarak daha maliyetli bir hale getirildiği için, daha az yeni servet yaratılacak, tüketimde – varolan ve üretken olarak kullanılmayan zenginlik stoğu da buna dahil olmak üzere – bir artış meydana gelecek, ve tabi ki şahsi servetten edinilmiş rahatlığa bağlı olan genel hayat standardı da düşecektir.
Vergi politikasının üçüncü ana alanı – “doğal varlıkların vergilendirilmesi” – analiz edildiğinde, bunun da fakirleştirici etkileri ile ilgili benzer sonuçlara varılır. Aşağıda tartışılacak sebeplerden dolayı bu alan, diğer iki geleneksel alan olan parasal gelir ve şahsi servet vergilendirilmesi yanında fırsat eşitliği başlığı altında zamanla daha fazla öne çıkmıştır. Bir şahsın hayattaki konumunun, münhasıran parasal gelirine veya üretken kullanılmayan mallardan oluşan servetine bağlı olmadığını anlamak için fazla çabaya gerek yoktur. Hayatta önemli olan ve ek kazanç getirecek, para ya da emtia biçiminde olmayan, başka şeyler de vardır: iyi bir aile, eğitim, sağlık, güzel görünüm vs gibi. Bu tip (manevi) kazanç sağlayan, takas edilemeyecek malları “doğal varlık” olarak adlandıracağım. Eşitlikçi ideallerle yönlendirilen yeniden dağıtımcı sosyalizm, bu tür varlıklarda var olan farklılıklardan da rahatsızlık duyar ve ortadan kaldıramasa da en azından bunları hafifletmeyi dener. Fakat bu varlıklar, takas edilemeyen mallar olduğu için, kolaylıkla istimlak edilip hasılatı daha sonra dağıtılamaz. Aynı zamanda bu hedefe, doğal varlıklardan elde edilen ve parasal olmayan bu geliri daha yüksek olan insanlardan daha düşük olan insanlar seviyesine, örneğin, sağlıklı olanların sağlıklarını mahvederek hastalar ile eşitlenmeleri yada iyi görünümlü insanların yüzlerine yumruk atarak kendileri kadar şanslı olmayan kötü görünümlü insanlara benzetmek gibi doğrudan indirgeme yapmak suretiyle, ulaşmak, en basit tabiriyle, çok da pratik değildir12.
Dolayısıyla, sosyal demokratik sosyalizmin “fırsat eşitliği” yaratmak için savunduğu ortak yöntem, doğal varlıkların vergilendirilmesidir. Sağlık gibi bir varlıktan nisbi olarak daha yüksek, parasal olmayan gelir elde ettiği düşünülen insanlar, para ile ödenecek, ek bir vergiye tabi olmalıdırlar. Bu vergi de, ilgili geliri nisbi olarak daha az olan insanlara yeniden dağıtılarak, bu husustaki eksiklikleri telafi edilecektir. Örneğin sağlıklılara konacak ek bir vergi sağlıksız olanların doktor faturalarını ödemelerine veya iyi görünümlülere konacak ek vergi, çirkinlerin estetik ameliyatlarını ya da kötü kaderlerini unutmak için içecekleri içkileri almalarına yardımcı olacaktır. Bu tür yeniden dağıtımcı düzenlerin ekonomik sonuçları çok açıktır. Örneğin, sağlığın temsil ettiği manevi getiri bazı üretken ve zaman harcayıcı çabalar gerektirdiği ve prensipte insanlar üretken olan rollerden üretken olmayan rollere geçiş yapabilecekleri veya üretken çabalarını farklı, az yada hiç vergilendirilmeyen, emtialara veya takas edilemeyen mal üretme yönlerine kanalize edebilecekleri ölçüde, insanlar bunları yapacaklardır zira kişisel sağlık üretiminin gerektirdiği maliyetler yükselmiştir.
Söz konusu servetin toplam üretimi azalacak, yani genel sağlık standardı düşecektir. Ve de insanların üzerinde çok az ya da hiçbir değişiklik yapamayacakları, zeka gibi gerçek doğal varlıklarda da, bir nesillik gecikmeyle de olsa aynı tip sonuçlar elde edilir. Zeki olmanın zeki olmamaya karşı nisbi olarak daha maliyetli olduğunun farkına varılması ve kendi çocuklarına mümkün olan en yüksek (her türden) gelirin arzu edilmesi ile birlikte, zeki insanların çocuk üretme istekleri azaltılıp zeki olmayanların bu istekleri artırılmış olur. Genetik kanunlar dikkate alındığında, sonuç, toplamda daha az zeki bir toplumdur. Ve bunun yanında, doğal varlıkların her türlü vergilendirilmesi durumunda, hem sağlık hem de zeka örneğinde var olduğu gibi, parasal gelir vergilendirildiği için, gelir vergisinde ortaya çıkana benzer bir eğilim oluşacaktır, yani birinin parasal getiri için yaptığı çabaları azaltıp bunun yerine artan oranda parasal olmayan getiri faaliyetleriyle veya her türlü üretken olmayan teşebbüslerle meşgul olacaktır. Ve tabi ki bütün bunlar, bir kez daha, genel hayat standardının düşmesine neden olacaktır.
Fakat, sosyal demokrat tipi sosyalizmin sonuçları hakkında söylenebileceklerin tamamı bunlardan ibaret değildir, zira, yeniden dağıtımcı politikaların uygulanmasının uzun vadeli etkileri düşünüldüğünde gözle görülür hale gelecek olan, uzak gelecekte ortaya çıkacak ancak yine de toplumsal ahlak yapısı açısından çok önemli etkileri vardır. Yine bu hususta da, Rus tipi sosyalizm ile sosyal demokrat tipi sosyalizm arasında, bazı ayrıntılar bakımından her ne kadar ilginç de olsa, temel bir farkın bulunmadığını öğrenmek şaşırtıcı olmayacaktır.
Tekrar hatırlatmak gerekirse, Rus tipi sosyalizmin kişilik oluşumundaki etkisi, üretken yeteneklerin geliştirilmesini teşvik eden unsurları azaltması ve aynı zamanda politik yeteneklerin gelişiminin desteklenmesi şeklinde, iki tiptir. Bu tam olarak sosyal demokrat tipi sosyalizmin de genel akıbetidir. Sosyal demokrat tipi sosyalizm üretken olmayan roller ile birlikte kamunun dikkatinden kaçabilen, ve böylece vergilendirmeyle ulaşılamayan üretken rolleri desteklediğinden, toplumun karakteri de buna uygun olarak değişecektir. Bu süreç yavaş olabilir, ancak yeniden dağıtımcı politikalara has teşvik unsurları sürdüğü sürece, bu durum sürekli olarak faal olacaktır. Kişinin üretken yeteneklerinin oluşumu ve gelişimine daha az yatırım yapılacak, ve bunun sonucunda da insanlar gitgide kendi gelirlerini, üreterek ya da mukavele yaparak, kendileri sağlayamaz duruma geleceklerdir. Ve vergilendirme derecesi artırılıp, vergilendirilmiş gelir çemberi genişletildiğinde, insanlar giderek artan oranda, en azından toplumun gözü önündeki alanlarla ilgili olarak mümkün olduğunca fark edilmeyen, tekdüze, alelade kişilikler geliştirirler. Aynı anda kişinin geliri eşzamanlı olarak politikaya, yani toplumun vergileri nasıl dağıtacağı konusundaki kararına (ki bunlar hiçbir şekilde mukaveleyle değil, daha ziyade bir kişinin kendi isteğini buna karşı olan bir başkası üzerine diretmesi ile elde edilir) bağlıdır, daha bağlı kalındıkça da daha fazla kişi politikleşmek, yani başkalarının zararına (yani mukaveleye dayalı olmayan bir yolla) kişisel çıkarlar elde etmek ya da bu tür bir istismarın oluşumunu engellemek adına özel yetenekler geliştirmek için daha çok zaman ve enerji harcamak zorundadırlar.
İki tip sosyalizm arasında yatan fark (sadece) şudur: Rus tipi sosyalizm altında toplumun üretim araçları üzerindeki, ve dolayısıyla bunlarla üretilecek gelirin kontrolü konusu halledilmiştir, ve şimdiye kadar toplum en uygun politikleşme derecesi konusunda politik bir tartışmaya girmek için çok fazla bir boşluk kalmamış gibi görünmektedir. Mesele çözülmüştür – aynen spektrumun diğer ucu olan, politikaya hiç yer verilmediği ve tüm ilişkilerin mukaveleye dayalı olduğu saf kapitalizmde çözüldüğü gibi. Diğer taraftan, sosyal demokrat tipi sosyalizmde, özel olarak üretilen gelir üzerindeki sosyal kontrol gerçekte sadece kısmidir ve artırılmış ya da tam kontrol toplumun henüz gerçekleşmemiş hakkı olarak vardır, ve bu mevcudiyet özel üreticilerin kafalarının üzerinde asılı duran bir tehdit haline getirmektedir. Şu andaki vergilendirmeden ziyade tam vergilendirme tehdidiyle yaşamak, gitgide artan şekilde politize olmuş karakterler yönündeki genel gelişme ile ilgili olarak sosyal demokrat tipi sosyalizmin ilginç bir özelliğini de açıklamaktadır. Bu, sosyal demokrat tipi sosyalizm sistemi altında meydana gelen politikleşme çeşidinin neden Rus tipi sosyalizm altındakinden farklı olduğunu izah etmektedir. Rus tipinde, zaman ve çabalar üretken olmayan bir şekilde, sosyal olarak sahip olunan gelirin nasıl dağıtalacağı tartışılarak, harcanmaktadır; diğerinde ise, tabi ki, bu da tartışılmakla birlikte, zaman ve çaba, sosyal olarak yönetilen gelir payının gerçekte ne kadar büyük ya da küçük olması gerektiği meselesi üzerindeki politik kavgalara sarf edilmektedir. Bu konunun kesin olarak çözüldüğü, üretim araçlarının sosyalize olduğu sistemlerde nisbi olarak, toplum hayatından daha fazla çekilme, teslimiyet ve sinizm gözlenir. Diğer yandan, bu sorunun hala açık olduğu ve üretici olan ve olmayanın benzer bir şekilde kendi durumlarını geliştirme konusundaki umutlarını, vergileri artırmak ya da azaltmak suretiyle, halen devam ettiği, sosyal demokrat tipi sosyalizmde, bu tür bir özelleşme daha az mevcuttur. Bunun yerine, aktif bir şekilde, ya özel olarak üretilen gelirin üzerindeki toplum kontrolünün artırılması yönünde ya da karşısında politik ajitasyon yapan insanlara daha çok rastlanmaktadır13.
İki tip sosyalizm arasındaki genel benzerlikle beraber bu özel farklılığın da açıklanmasıyla, geriye kalan vazife, üretken olmayan politize karakterler yönündeki genel gelişmeyi etkileyen bazı modifiye güçlerin kısa bir analizini sunmaktır. Bu güçler, arzulanan gelir dağılımı modeline olan farklı yaklaşımlardan etkilenmektedir. Hem Rus tipi hem de sosyal demokrat tipi sosyalizm, sosyal olarak kontrol edilmekte olan gelirin nasıl dağıtılacağı sorusu ile karşı karşıyadır. Bu, Rus tipi sosyalizm için, bakıcı ekonomisinde çeşitli mevkilere atanmış kişilere ne kadar maaş ödeneceği meselesidir. Yeniden dağıtımcı sosyalizm için ise soru, ne kadar vergi konulacağı ve bunun kimlere tahsis edileceğidir. Prensipte bunun yapılabileceği sayısız yol bulunurken, iki tip sosyalizmdeki eşitlikçi felsefe etkin olarak var olan seçenekleri üç genel tipe indirmektedir14. Bu yöntemlerden ilki herkesin parasal gelirini (ve mümkünse özel, üretken olarak kullanılmayan servet de dahil olmak üzere) aşağı yukarı eşitlemektir. Öğretmenler, doktorlar, inşaat işçileri ve madenciler, fabrika müdürleri ve temizlikçi kadınların hepsi neredeyse eşit maaşı alırlar veya aralarındaki fark en azından oldukça azaltılır15. Bu yaklaşımın çalışma şevkini şiddetle düşüreceğini anlamak için fazla bir yoruma gerek yoktur, zira artık birinin tüm gün özenle çalışmasıyla, sürekli sağda solda tembellik yapması arasında – maaş olarak – bir fark yoktur. Çalışmanın verdiği ıstırap hayatın bir gerçeği olduğu için, insanlar giderek daha fazla aylaklık ederken, herkese garanti edilmiş gibi görünen ortalama gelir, nisbi olarak, sürekli düşüş gösterir. Dolayısıyla bu yaklaşım, geri çekilme, hayal kırıklığı ve sinizm eğilimini nispeten güçlendirir ve buna kıyasla, genel politikleşme ortamındaki nisbi azalmaya katkıda bulunmuş olur. İkinci yaklaşım, normalde, ortalama gelire bir şekilde bağlı olsa da, bunun oldukça altına düşen, asgari bir geliri garanti etmek için daha ılımlı bir hedefi vardır16. Bu da çalışma şevkini düşüren bir şeydir, zira, kendileri sadece, üretimden gelen gelirleri minimumun çok az üstünde olan marjinal gelir üreticileri olduklarına göre, insanlar işlerini azaltma ve hatta durdurmaya daha eğilimli olacak, bunun yerine boş zamanın keyfine vararak minimum gelire ayak uyduracaklardır. Dolayısıyla normalde olacağından daha fazla kişi minimum çizginin altına düşecek veya normalde olacağından daha fazla kişi, asgari ücret ödenmesi için şart olan vasıfları koruyacak veya edinecektir. Ve bunun sonucunda yine asgari ücretin bağlı olduğu ortalama gelir normalde olacağından daha aşağı bir seviyeye düşer. Fakat, tabi ki, birinci düzen ile karşılaştırıldığında ikinci düzende çalışma şevkindeki azalış daha düşük seviyede kalır. Diğer taraftan, ikinci yaklaşım nispeten daha yüksek derecedeki aktif politikleşmeye (ve daha az, kabullenmiş bir şekilde geri çekilmeye) götürür, çünkü, objektif olarak tespit edilebilecek ortalama gelirin tersine, asgari gelirin sabitleneceği seviye tamamen subjektif, keyfi bir durumdur ve bu özelliği yüzünden sürekli bir politik mesele olmaya çok yatkındır.
Şüphesiz ki en yüksek derecedeki politikleşmeye, yeniden dağıtımcı yaklaşımlardan üçüncüsü seçilirse ulaşılır. Hedefi, sosyal demokrasi içinde daha çok şöhret kazanan, fırsat eşitliğine ulaşmaktır.17 Buradaki fikir, yeniden dağıtımcı önlemler vasıtasıyla, herkesin hayatta var olabilecek her türlü (gelir) mevkiye eşit erişme şansının – tıpkı bir piyangoda her biletin kazanma ya da kaybetme ihtimalinin eşit olması gibi – olduğu bir durum yaratmaktır. Ve buna ek olarak bu şans oyununun süregelen akışı esnasında meydana gelebilecek “hak edilmemiş kötü şans” (bu her ne demekse) durumlarının tamirine yardımcı olacak düzeltici mekanizmaların var olmasıdır. Gerçek anlamıyla ele alındığında bu çok abes bir fikirdir: Alplerde yaşayan biri ile deniz kenarında yaşayan birinin fırsatlarını eşitlemenin imkanı yoktur. Buna ek olarak düzeltmeci mekanizma fikrinin, piyango fikri ile hiçbir şekilde uyuşmadığı oldukça aşikardır. Yine de, tam olarak bu yüksek derecedeki belirsizlik ve karışıklık, bu kavramın genel çekiciliğine katkıda bulunmaktadır.
Bir fırsatı neyin oluşturduğu, bir fırsatı farklı ya da aynı, daha kötü ya da daha iyi yapan şey nedir, (alp dağları-deniz kenarı örneğinde olduğu gibi) gerçekte fiziksel olarak eşitlenemeyecek fırsatları eşitlemek için ne kadar ve ne tür bir tazminat uygulanacağı, hak edilmemiş kötü şansın ne olduğu ve tamir kavramları tamamen subjektif konulardır. Ve hepsi de, sürekli değişen, subjektif değerlendirmelere dayanırlar. Ve bu durumda – yani birisinin fırsat eşitliği kavramını gerçekte uygulamaya koyması durumunda – her türlü sebepten, her türlü insan için oluşacak, her çeşit yeniden dağıtımcı talep için, sınırsız bir rezervuar vardır. Bunun sebebi ise özellikle fırsatı eşitlemenin, parasal gelir veya şahsi servetteki farklılıklar için var olan taleple uyumlu olmasından kaynaklanmaktadır. A ile B aynı gelire sahip ve her ikisi de eşit zenginliğe sahip olabilirler, fakat A siyah veya bir kadın olabilir, veya görme gücünde bir zayıflık veya Texas yerlisi olabilir veya on çocuk sahibi veya kocasız veya 65 yaş üzeri olabilecekken, B bunlardan hiçbiri değil de başka birşey olabilir ve dolayısıyla A hayatta mümkün olan her şeyi elde etmek için fırsatlarının B’den farklı olduğunu, hatta daha kötü olduğunu ve bunun bir şekilde tazmin edilmesi gerektiğini iddia edebilir ve böylece daha önce aynı olan parasal gelirleri farklılaşmış olur. Tabi ki A da B de, ima edilen fırsat değerlendirmesini tersine çevirerek, aynı şekilde iddiada bulunabilirler. Bunun sonucunda daha önce duyulmamış derecede bir politikleşme meydana gelir. Artık her şey mübahtır ve üretici kadar üretici olmayan, birisi savunmacı diğeri saldırgan amaçlarla, gitgide daha çok zamanlarını, dağıtımcı taleplerin ortaya konulması, imhası ve karşı çıkılması rollerinde harcamaya itilirler. Ve bu faaliyet kesinlikle, aynen boş zaman faaliyetleriyle meşguliyette olduğu gibi, sadece üretken olmamakla kalmayıp, boş zamanın tadına varmanın aksine, zamanının halihazırda üretilmiş olan veya yeni üretilecek olan servetin rahatsız edilmeden keyfine varmanın gerçek anlamda engellenmesi için zaman harcanması anlamına gelir.
Fırsatın eşitlenmesi fikrinin yayılmasıyla, sadece politikleşmenin artırılması (sosyalizmde genellikle ima edilen seviyenin üzerinde ve ötesinde) uyarılmış olmaz. Bir kez daha, ki bu belki de , geleneksel Marksist tipi ile karşılaştırıldığında sosyal demokrat tipi sosyalizmin en ilginç özelliğidir, bu politikleşme tipine uygun yeni ve değişik bir karakter ima edilmiş olur. Her türlü dağıtım politikası altında, bunu destekleyen ve yayan insanlar olmak zorundadır. Ve normal olarak bu, her ne kadar sadece onlarla sınırlı kalmasa da, bu durumdan en fazla faydalananlar tarafından savunulur. Dolayısıyla, gelir ve servet eşitleştirme sistemi ve asgari gelir politikası altında, sosyal yaşamın politikleşmesini destekleyenler çoğunlukla “yoksullar” dır. Bunların da ortalama olarak nispeten daha düşük entelektüel, ve özellikle de sözel yeteneklerde olduğu gerçeğini göz önünde bulundurursak, en azından, entelektüel açıdan çok da kapsamlı olmayan bir politikaya doğru gidilmesine sebep olmuştur. Daha açık bir ifadeyle, çok sayıdaki yoksullar için bile, politika düpedüz durgun, aptalca ve berbat olmaya meyleder. Diğer taraftan, fırsat eşitliği fikrinin benimsenmesiyle, sadece parasal gelir ve servetteki farklılıkların var olmasına izin verilmekle kalmaz bu fark daha da belirgin hale gelir, yeter ki bunlar daha önceki farklılıkların tazmininde yardımcı olan fırsat yapısının altında yatan bazı aykırılıklarla haklı çıkarılmış olsun. Şimdi bu tür bir politikaya varlıklılar da katılabilirler. Aslına bakılırsa da, ortalamada daha üstün sözel yeteneklere sahip kişiler olarak ve fırsatları daha iyi veya daha kötü olarak tanımlamanın illa ki ikna edici hitabet gücüne bağlı bir iş olduğu düşünülürse, bu tam olarak onlara göre bir oyundur. Dolayısıyla, varlıklı olanlar politikleşme sürecini devam ettiren baskın güç haline geleceklerdir. Sosyalist parti teşkilatlarının tepesine gitgide daha fazla insan bunların saflarından yükselecek ve buna bağlı olarak sosyalist politikaların görünüm ve hitabeti daha değişik bir şekil alacak ve gitgide daha entelektüel bir hale gelecek, çekiciliği değişerek yeni bir destekçi sınıfını cezbedecektir.
Bununla birlikte, sosyal demokrat tipi sosyalizmin analizinde, yukardaki teorik düşüncelerin geçerliliğini göstermeye yardımcı olacak birkaç ihtar ve gözlemin gerekli olacağı mertebeye gelmiş bulunmaktayım. Yukarda ulaşılan sonuçları hiçbir şekilde etkilememekle birlikte, bunlar münhasıran, önermelerdeki hakikate ve çıkarımların doğruluğuna bağlı olduğundan, Rus tipi sosyalizmle alakalı olarak Doğu ve Batı Almanya hadisesinde olduğu gibi, sosyal demokrat sosyalizmin kapitalizmle doğrudan karşılaştırılabileceği, mükemmele yakın, deneye benzer bir örnek maalesef yoktur. Bu noktanın örneklerle gösterilmesi, şartların net bir şekilde aynı olmadığı, birbirinden açıkça farklı toplumların karşılaştırılmasını içerdiğinden, artık belirli sebeplerin belirli sonuçlarla temiz bir şekilde ilişkilendirilmesi mümkün olmaz. Çoğu zaman, sosyal demokratik sosyalizmdeki deneyler ya yeterince uzun sürmemiş, ya da, tekrar tekrar, kesin olarak sosyal demokrat tipi sosyalizm olarak sınıflandırılamayacak politikalarla kesilmiştir. Ya da en baştan, politik ödünler sonucunda öyle farklı – ve hatta çelişkili – politikalarla karıştırılmıştır ve gerçekte değişik sebep-sonuçlar o kadar birbirine girmiştir ki belirli bir derecede kesinlik içeren herhangi bir tez için oluşturulacak çarpıcı örnekli kanıt üretilemez haldedir. Bu sebep sonuç ilişkilerinin düğümünü çözme vazifesi, deneysel olarak üretilen kanıtlara has ikna edicilikten yoksun, safi teorik bir hal alır.
Yine de, her ne kadar kalitesi daha şüpheli de olsa, bazı kanıtlar vardır. İlk olarak, oldukça evrensel gözlemler seviyesinde, yeniden dağıtımcı sosyalizmin meydana getirdiği nisbi fakirleştirme ile ilgili genel tez, Amerika Birleşik Devletlerindeki hayat standardının, Batı Avrupa’dakinden, veya daha kesin bir ifadeyle, Avrupa Topluluğundan (AT) daha yüksek olduğu ve zaman içerisinde de bunun daha da arttığı gerçeği ile gösterilebilir. Her iki bölge de , nüfus oranları, etnik ve kültürel farklılıkları, gelenek ve kültürel mirasları ve hatta doğal zenginlikleri açısından kabaca birbirine benzemektedir, fakat Birleşik Devletler karşılaştırmalı olarak daha kapitalist, Avrupa ise daha sosyalisttir. Birleşik Devletlerdeki yaklaşık yüzde 35 ile karşılaştırıldığında Batı Avrupa’da yüzde elliyi aşan orandaki devlet harcamalarının toplam GMH’ye oranı gibi küresel ölçülerle de gösterildiği üzere, tarafsız bir gözlemcinin bunu fark etmemesi pek de mümkün değildir. Tarihçiler tarafından, sosyalizm ve devletçilik çağı olarak adlandırdıkları yirminci yüzyılın tersine, sıklıkla klasik liberalizm dönemi olarak tarif ettikleri, Avrupa ülkelerinin (özellikle de İngiltere’nin) ondokuzuncu yüzyılda daha çarpıcı ekonomik büyüme oranları sergilemesi bu resme tamamen uymaktadır. Teorinin geçerliliği aynı şekilde, Batı Avrupa’nın ekonomik büyüme oranları bakımından, gitgide artan bir ölçüde, Japonya, Hong Kong, Singapur ve Malezya gibi bazı pasifik ülkeleri tarafından geçildiği gerçeği ile de kendini göstermektedir; ve de bu ülkeler nispeten daha kapitalist bir istikamet benimsemekle, Hindistan gibi, yaklaşık olarak aynı zaman ve aynı ekonomik gelişmişlik temelleriyle yola çıkan, sosyalizme eğilimli ülkelerden çok daha yüksek bir hayat standardına ulaşmıştır.
Daha belirgin örneklere gelecek olursak, son dönemlerde yaşanan Portekiz tecrübesinde, Portekiz’i Avrupa’nın en fakir ülkelerinden biri haline getiren, 1974’te muhafazakar sosyalizme (sosyalizmin bu türü için bir sonraki bölüme bakınız) dayalı otokratik Salazar yönetiminin, bir ayaklanmayla yeniden dağıtımcı sosyalizm (bazı milliyetçi unsurlarla birlikte) ile ikame edilmesiyle birlikte yaşam standardı daha da düşmüş, ülke genel anlamda bir üçüncü dünya ülkesi haline dönüşmüştür. Ayrıca bir de, ekonomik durumda ani bir bozulmaya neden olan Mitterand Fransa’sının sosyalist deneyi vardır ve durumun vehameti – en belirgin biçimde, işsizlik oranındaki sert artış ve tekrar eden para birimi devalüasyonları ile kendini göstererek – o kadar fark edilir olmuştur ki, iki yıldan az bir süre sonra hükümete olan kamuoyu desteğini düşürmüş ve sadece birkaç hafta önce en içten kanaatleriyle savundukları hükümet politikalarını tersine çevirmeye zorlanıp, tamamen inkar etmelerini gerektiren tam bir komediye dönüşmüştür.
Gerçi, en öğretici örnek vaka yine Almanya’dan, ama bu sefer Batı Almanya’dan gelmektedir. 1949’dan 1966’ya kadar, her ne kadar içerisine en başından beri, hatırı sayılır derecede muhafazakar-sosyalist unsurlar karıştırılsa da ve zaman içerisinde bu unsurlar daha fazla önem kazansa da, piyasa ekonomisi prensiplerine dikkate değer bir şekilde bağlı kalan liberal-muhafazakar bir hükümet var olmuştur. Her durumda, bu dönem içerisinde Batı Almanya, tüm büyük Avrupa ülkeleri arasındaki, yine nisbi olarak, kesinlikle en kapitalist ülke olmuş, ve bunun sonucunda, büyüme oranlarıyla tüm komşularını geçerek, Avrupa’nın en zengin toplumu haline gelmiştir. 1961 yılına kadar, milyonlarca Alman mülteci ve daha sonrasında Güney Avrupa ülkelerinden gelen milyonlarca yabancı işçi, gelişen ekonomisine entegre olmuş ve işsizlikle enflasyonun ne olduğu neredeyse bilinmiyordu. Akabinde, kısa bir geçiş döneminden sonra, 1969’den 1982’ye kadar (neredeyse eşit bir zaman aralığı) sosyal demokratik olarak yönetilen liberal-sosyalist bir hükümet başa geçmiştir. Vergileri ve sosyal güvenlik katkılarını önemli ölçüde yükseltmiş, kamu çalışanlarının sayısını artırmış, var olan sosyal programlara ek vergi fonları aktarmış ya da yenilerini yaratmış, ve her türlü sözde “kamu malı” harcamalarını dikkat çekici derecede artırmış, böylece fırsat eşitliğini sözde sağlamış ve genel “yaşam kalitesini” sözde yükseltmiştir. Üretici olmayanlar için sosyal olarak garanti edilen asgari şartların, daha ağır vergiler yüklemek suretiyle üreticilerin zararı pahasına artırılmasının etkisi, açık bütçe harcamaları ve öngörülmeyen enflasyona dayanan Keynesci politikalara başvurarak, birkaç yıl geciktirilebilir (Batı Almanya eski başbakanlarından Helmut Schmidt’in ekonomik politikaları için belirlediği slogan “%5 işsizliktense %5 enflasyon” olmuştur). Ancak, bunlar belli bir süre sonra daha da vahim hale gelecekti, zira öngörülmeyen enflasyon ve kredilerin genişletilmesi, ekonomik patlamalara has aşırı daha doğrusu yanlış yatırımların meydana gelmesine ve uzamasına neden olacaktı.
Sonuç olarak enflasyon yüzde 5’ten çok daha fazla olmakla kalmayıp, işsizlik de sürekli olarak artarak yüzde 10’lara ulaşmıştır; GMH nin artışı, bu dönemin son yıllarına doğru, aslında mutlak rakamlar bazında düşene dek gitgide yavaşlamıştır. Genişleyen bir ekonomi olmak yerine, çalışan insanların mutlak sayısı düşmüştür; yabancı çalışanların ülkeyi terk etmeleri için yapılan baskılar artırılmış ve aynı anda da göç bariyerleri daha da yüksek seviyelere çıkarılmıştır. Tüm bunlarla aynı dönemde yeraltı ekonomisinin önemi de sürekli olarak artmıştır.
Fakat bunlar, dar bir çerçevede tarif edilmiş daha belirgin ekonomik etkilerdi. Aslında daha uzun vadede önemi olan, değişik tür başka etkiler de vardır. Liberal-sosyalist olan yeni hükümet ile birlikte fırsat eşitliği fikri ideolojik olarak ön plana çıkmıştır. Ve teorik olarak da tahmin edildiği gibi, – başlarda yeni (Willy Brandt) döneminin en popüler sloganlarından biri olan – özellikle mehr Demokratie wagen (“daha fazla Demokrasi göze almak”) fikrinin resmi olarak yayılması, daha önceden görülmemiş derecede bir politikleşmeye neden olmuştur. Fırsat eşitliği adına her türlü talep dile getirilirmiştir; çocukluktan yaşlılığa, işsizlikten çalışma şartlarına, konuyla alakalı olarak tanımlanan fırsatlar açısından, hayatın farklı insanlara sunduğu muhtemel farklılıklar bakımından yoğun bir incelemeye alınmayan nerdeyse hiçbir alanı kalmamıştır. Bu tür fırsatların ve bu tür farklılıkların sürekli olarak bulunması pek de şaşırtıcı değildir, ve buna bağlı olarak politika alanı neredeyse her gün genişliyor gibi görünmektedir. “Politik olmayan herhangi bir soru yoktur” cümlesi gitgide daha sık bir şekilde duyulur olmuştur. Bu gelişmeleri bir adım önden takip etmek amacıyla iktidardaki partiler de değişmek zorundalardı. Özellikle, geleneksel olarak işçi sınıfının partisi olan Sosyal Demokratlar yeni bir imaj geliştirmek zorundalardı. Fırsat eşitliği fikrinin rağbet kazanmasıyla birlikte, tahmin edilebileceği üzere, gitgide artan bir şekilde, (sözel) aydın kesimin, sosyal bilimcilerin ve öğretmenlerin partisi halini almıştır. Ve bu yeni parti, adeta politikleşme sürecinin, çoğunlukla yeniden dağıtımcı planlarından faydalanabilecek kişiler tarafından sürdürüleceği ve fırsatların tanımlanması işinin zorunlu olarak keyfi ve hitabet gücüne dayalı olacağı ana fikrini ispatlarcasına, eşitleştirme alanında harekete geçirilen en muhtelif politik enerjileri kanalize etmek amacıyla en başta eğitimsel fırsatlarını asıl ilgi alanlarından biri haline getirmiştir. Özellikle yüksek okul ve üniversite eğitimi fırsatlarını, söz konusu hizmetleri sadece bedava değil, büyük öğrenci gruplarına bundan faydalanmaları için, gerçek anlamıyla, para vererek “eşitlemişlerdir”. Bu sadece, ödemeleri tabi ki vergilerle karşılanmak zorunda olan eğitmen, öğretmen ve sosyal bilimcilere olan talebi artırmakla kalmamıştır. Aynı zamanda, biraz da ironik olarak, eğitim fırsatlarının eşitlenmesinin, zenginden fakire doğru bir gelir dağılımı anlamına geldiğini savunan sosyalist partilerin, aslında daha az akıllı olanların tamamlayıcı gelirlerindeki azalma pahasına, daha akıllı olanlara ödenen desteğin ve orta ve yüksek sınıftan olan insanların daha düşük olanlara göre daha akıllı olduğu göz önünde bulundurulursa bunun, yoksulların varlıklılara ödediği bir destekleme ile eşanlamlı olduğu görülür.
Artan sayıdaki öğrenciler üzerinde etkili olan artan sayıdaki vergi ile ödenen eğitmenlerin başını çektiği politikleşme sürecinin bir neticesi olarak, insanlarda (tahmin edileceği üzere) farklı bir zihniyet su yüzüne çıkmıştır. Her türlü talebin politik araçlarla tatmin edilmesi, gitgide artan bir şekilde, tamamen normal olarak düşünülmeye başlanmış ve güya daha iyi mevkilendirilmiş diğer insanlar ve onların mülkiyetlerine karşı her türlü sözde hakkın talep edilmesine yol açmıştır; ve bu dönemde yetişen bütün bir nesil insan için, birinin talihini üretken çabalar veya mukavele yoluyla geliştirmeyi düşünmesi, gitgide daha az doğal gelmektedir. Bu yüzden, yeniden dağıtımcı politikaların zorunlu kıldığı, gerçek ekonomik kriz ortaya çıktığında, insanlar bunun üstesinden gelmek için her zamankinden daha az donanımlıydılar, çünkü aynı politika zaman içerisinde, şimdi tam olarak da acilen ihtiyaç duyulan yetenek ve kabiliyetleri zayıflatmıştı. Tüm bunlara işaret edercesine, liberal-sosyalist hükümet, esas olarak sefil ekonomik performansı sebebiyle 1982’de devrildiğinde, halen yaygın olan fikir, çözümü, krizin sebeplerini, yani üretici ve mukaveleci olmayanlar için şişen asgari tedarikleri ortadan kaldırmakta değil, tam tersine yeni bir yeniden dağıtımcı önlemde aramıştır: çalışan ve işsiz insanlar için mevcut olan çalışma saatlerinin zorla eşitlenmesi. Ve bu ruh haline uygun olarak, yeni muhafazakar-liberal hükümet, aslında vergilerdeki artış hızını yavaşlatmaktan başka bir şey yapmamıştır.
Yazar - Hans-Hermann Hoppe
Bu yazı ''A Theory of Socialism and Capitalism'' kitabından alıntıdır.
Comments