top of page

Orta Doğu’da Savaş Suçu I Murray N. Rothbard

Bağnazların sorunu, ister liberteryen ister marxist ister tek dünya devletçisi olsun, herhangi bir problemin temel nedeniyle yetinme eğiliminde olmaları ve kendilerini asla daha ayrıntılı veya yakın sebeplerle rahatsız etmemeleridir. Kör, akılsız bağnazlığın en iyi ve neredeyse en gülünç örneği Amerikan hayatında hiçbir etkisi olmayan muhterem Sosyalist İşçi Partisi’dir. Dünya durumunun ortaya çıkarabileceği herhangi bir soruna -işsizlik, otomasyon, Vietnam, nükleer testler veya başka bir şey- karşı SİP, papağan gibi, “Sosyalizme adapte edin” diye tekrar eder. Bu ve diğer bütün problemlerin temelinin kapitalizm olduğu iddia edildiğine göre; onları sadece sosyalizm uzaklaştıracaktır, nokta. Böylelikle bağnaz, nihai temel nedeni doğru saptamış olsa bile, kendisini gerçek dünyanın bütün problemlerinden izole eder ve daha da ironik bir şekilde, kendisini değer verdiği nihai hedefe giden yolda herhangi bir etkiye sahip olmaktan alıkoyar.


Savaş suçu sorununda, hangi savaş olursa olsun, bağnazlık; çirkin, cahil yüzünü Sosyalist İşçi Partisi’nin sönük alanlarının çok daha ötesine yükseltir. Liberteryenler, Marxistler, tek dünya devletçileri -her biri kendi farklı perspektifinden- belirli herhangi bir anlaşmazlığın olumlu veya olumsuz detaylı yönleri hakkında endişelenmekten kaçınmak için doğuştan gelen bir eğilime sahiptir. Her biri, savaşın temel sebebinin ulus-devlet sistemi olduğunu bilir; bu sistemin varlığı göz önüne alındığında, savaşlar her zaman vuku bulacak ve bütün devletler bu suçu paylaşacaktır. Özellikle liberteryen; devletlerin, istisna olmaksızın, kendi vatandaşlarına saldırdığını ve ayrıca bütün savaşlarda, her devletin diğer devlete “ait” masum sivillere saldırdığını bilir.


Şimdi, savaşın ve saldırganlığın temel sebebine ve devletin doğasına dair bu tür bir içgörü, tümüyle uygun ve iyidir ve dünyanın durumunu kavramak için son derece gereklidir. Ama sorun şu ki; bir liberteryen orada durma ve herhangi bir savaşta veya uluslararası anlaşmazlıkta ne olduğunu bilme sorumluluğundan kaçma, herhangi bir savaşta bütün devletlerin eşit derecede suçlu olduğu sonucuna haksız yere varma ve konu üzerine ikinci kez düşünmeden işine devam etme eğilimindedir. Kısacası, liberteryen (ve Marksist ve tek dünya devleti partizanı) rahat bir “Üçüncü Kamp” pozisyonuna girme eğilimindedir, herhangi bir anlaşmazlıkta tarafları eşit oranda suçlar ve bununla yetinir. Bu, rahat bir pozisyonudur çünkü iki tarafında partizanlarıyla arasını açmaz. İki taraf da bu adamı herhangi bir savaşta umutsuzca “idealist” ve bilinçsizce bağnaz, hatta fitne çıkarmadan veya dünyada süregelen herhangi bir savaşta taraf seçmeden basitçe kendi “saf” pozisyonunda kaldığı için; sevilesi birisi olarak hatırlayacaktır. Kısacası, her iki taraf da bağnaza; ilgisiz olduğu için ve onun ilgisizliği, olayların gidişatı üzerinde etkisi olmayacağı ve bu olaylar hakkında kamuoyuna fikir sunmayacağını garanti ettiği için hoşgörü gösterecektir.


Hayır: Liberteryenler, gerçek dünya ile başa çıkmak için nihai ilkeleri papağan gibi tekrarlamanın yeterli olmadığını anlamak zorundalar. Bütün tarafların nihai devlet-suçunu paylaşması, bütün tarafların eşit derecede suçlu olduğu anlamına gelmez. Aksine, hemen hemen her savaşta, bir taraf diğerinden çok daha fazla suçludur ve bir taraf basitçe; saldırganlığın mesuliyeti, fetih için bir dürtü vb. ile suçlu bulunmak zorundadır. Ama savaşta hangi tarafın daha fazla suçlu olduğunu bulmak için, bu anlaşmazlığın tarihi hakkında derin bilgiler edinmemiz gerekir ve bu zaman ve düşünce gerektirir – ve ayrıca bir tarafı daha fazla suçlu olmakla suçlayarak konuya dahil olmak, üst düzey gönüllülük gerektirir.


Öyleyse konuya dahil olalım ve bunu akılda tutarak, Orta Doğu’daki kronik ve devam eden şiddetli krizin tarihsel kökenini irdeleyelim ve bunu, suçluyu keşfetmek ve değerlendirmek amacıyla yapalım.


Kronik Orta Doğu krizi -birçok kriz gibi- 1. Dünya Savaşı’na kadar uzanıyor. İngilizler, Arap halklarını emperyal Türkiye’ye karşı seferber etme karşılığında, Araplara savaş bittiğinde bağımsızlık sözü verdiler. Ama, aynı zamanda, İngiliz hükumeti -karakteristik ikiyüzlülüğü ile- Filistin’i, organize Siyonizm için “Ulusal Ev” olarak vaat ediyordu. Bu vaatler aynı ahlaki düzlemde değildi: ilk durumda, Araplara Türk egemenliğinden kurtulmuş kendi toprakları vaat ediliyordu; ikinci durumda, Siyonizm’e kesinlikle kendisine ait olmayan topraklar vaat ediliyordu. Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, İngilizler tereddütsüz bir şekilde yanlış olan sözü, Siyonizm’e verileni, tutmayı seçti. Seçim zor değildi; Eğer Araplara olan sözünü tutsaydı, Büyük Britanya barışçıl bir şekilde Orta Doğu’dan çekilmek ve toprakları gerçek sahiplerine bırakmak zorunda kalacaktı; ama Siyonizm’e verdiği sözü tutabilmek için, Britanya, Filistin’i yöneten emperyal, fatih güç olarak kalmak zorundaydı. Britanya’nın emperyal yolu seçmesi pek de şaşırtıcı değil.


Öyleyse, öğrenmek için tarihte daha da geriye gitmek zorundayız: dünya Siyonizmi nedir? Fransız Devrimi’nden önce, Avrupa Yahudileri çoğunlukla gettolara kapatılmıştı ve sonuç olarak Yidiş anadiliyle birlikte (İbranice sadece dini ritüeller için antik bir dil olarak kaldı) farklı bir kültürel ve etnik (ve dini) Yahudi kimliği oluştu. Fransız Devrimi’nden sonra Batı Avrupa Yahudileri, getto hayatından kurtuldu ve nereye gidecekleri kararı ile karşı karşıya geldiler. Bir grup, Bilginin mirasçıları, Batı dünyasının kültürü ve ortamına asimile olmak adına dar görüşlü getto kültürüne uyumlu davranmaya karar verdiler ve bunu savundular. Asimilasyon, Amerika ve Batı Avrupa’da açıkça rasyonel iken, bu yol Doğu Avrupa’da -getto duvarlarının hala ayakta olduğu yerde- kolayca takip edilemezdi. Bu nedenle Doğu Avrupa’da Yahudiler, etnik ve kültürel Yahudi kimliğini korumak için çeşitli hareketler başlattılar. En etkilisi Bundizm, Yahudi Federasyonu’nun bakış açısı, Yahudilerin kaderini tayin hakkını savundu. -Bu; Doğu Avrupa’daki, çoğunluğu Yahudilerden oluşan alanlarda kurulacak bir Yahudi devletini de içeriyordu (Bundizm’e göre, Doğu Avrupa’daki majör Yahudi popülasyonuna sahip Varna şehri, yeni kurulan Yahudi devletinin bir parçası olacaktı.)- Bir diğer, daha güçsüz, Yahudi grubu; Teritoryalist Hareket, Yahudilerin Doğru Avrupa’daki geleceğinden ümidini yitirmiş bir şekilde; Yidiş Yahudi kimliğini, dünyanın az nüfuslu, sahipsiz alanlarında kurulacak Yahudi koloni ve toplulukları (devlet değil) ile korumayı savundu.


Avrupalı ​​Yahudiliğin 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başındaki koşulları göz önüne alındığında, tüm bu hareketlerin rasyonel bir temeli vardı. Hiçbir anlam ifade etmeyen tek Yahudi hareketi, Teritoryal Yahudilik ile karışmaya başlayan bir hareket olan Siyonizm’di. Ancak Teritoryalistler, Yahudi-Yidiş kimliğini kendilerine ait yeni gelişen topraklarda korumak isterken, Siyonizm yalnızca Filistin’deki Yahudi topraklarında ısrar etmeye başladı. Filistin'in sahipsiz bir toprak olmadığı, zaten Arap yerlileri tarafından mesken tutulmuş olduğu gerçeği, Siyonizm ideologları için hiçbir şey ifade etmiyordu. Dahası; Siyonistler, getto Yidiş kültürünü korumayı ummaktan uzak bir şekilde, onu gömmek, eski ve dini İbranice’nin yapay seküler genişlemesine dayanan yeni bir kültür ve yeni bir dil kullanmak istemişlerdi.


1903’te İngilizler Uganda'da Yahudi kolonizasyonu için toprak teklif etti ve bu teklifin Siyonistler tarafından reddedilmesi, daha önce bir araya getirilmiş olan Siyonist ve Teritoryalist hareketleri kutuplaştırdı. O andan itibaren Siyonistler, Filistin'in kan ve toprak (Blut und Boden) gizemine ve yalnızca Filistin'e bağlı kalacaklar, Teritoryalistler ise dünyanın başka yerlerinde sahipsiz topraklar arayacaklardı.


Filistin'deki Araplar nedeniyle, Siyonizm pratikte bir fetih ideolojisi haline gelmek zorunda kaldı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Büyük Britanya, Filistin'in kontrolünü ele geçirdi ve gücünü, Siyonist amaç ve Siyonist göç için Arap topraklarına el koyulmasını desteklemek, teşvik etmek ve tarafları kışkırtmak için kullandı. Genellikle eski Türk topraklarının tapuları bulunup ucuza satın alındı; böylece Arap köylü sınıfı, Avrupalı Siyonist göçü adına mülksüzleştirildi. Orta Doğu'nun köylü ve göçebe Arap dünyasının merkezine İngiliz emperyalizmi ve büyük ölçüde Avrupalı sömürgeci bir halk geldi.


Artık; Siyonizm’e, bir Yahudi Ulusal Evi olarak Filistin taahhüt edilmişken, Filistin'de bağımsız bir Yahudi devletinin oluşturulması henüz taahhüt edilmiş değildi. Doğrusu, Siyonistler arasında yalnızca bir azınlık Yahudi devleti istiyordu ve bunların birçoğu, Vladimir Jabotinsky'nin etkisi altında, bir Yahudi devletinin; tarihi ve antik Filistin'i, Şeria Nehri’nin her iki tarafını da, yönetmesi için ajitasyon yapmak üzere Siyonist-Revizyonist bir hareket oluşturmak için resmi Siyonizm'den kopmuştu. Jabotinsky'nin militarizme ve Mussolini faşizminin sosyal felsefesine büyük hayranlık duyması pek şaşırtıcı değil.


Siyonizm’in diğer kanadında, siyasi bir Yahudi devleti fikrine karşı çıkan kültürel Siyonistler vardı. Özellikle Martin Buber ve Kudüs İbrani Üniversitesi'nden bir grup seçkin Yahudi entelektüel etrafında toplanan Ihud (Birlik) hareketi; İngilizler Filistin’den ayrıldığında, birbirilerine hükmetmek yerine, Filistin topraklarını inşa etmek için iki ırkın da barış ve uyum içinde çalışacağı, iki uluslu Yahudi-Arap devletini savundu.


Ancak Siyonizm’in iç mantığı kırılmamalıydı. 1942'de New York Biltmore Oteli'ndeki çalkantılı Dünya Siyonist kongresinde, Siyonizm ilk kez Filistin'de bir Yahudi devleti hedefini, alt sınır olarak, benimsedi. Radikaller galip gelmişti. O andan itibaren Ortadoğu'da kalıcı bir kriz yaşanacaktı.


Yahudi devleti için hevesli Siyonistlerden ve bağımsız bir Filistin arayışında olan Araplardan gelen baskılar üzerine İngilizler, sonunda İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bölgeden çekilmeye ve sorunu Birleşmiş Milletler'e devretmeye karar verdiler. Bir Yahudi devleti kurma dürtüsü yoğunlaşırken, saygıdeğer Dr. Judah Magnes -Kudüs İbrani Üniversitesi başkanı ve Ihud hareketinin başı- “Siyonist Totalitarizm” ‘i keskin bir şekilde, kendi sözleriyle: “bütün Yahudiler zorlama ve şiddet sebebiyle onun etkisi altında. Siyonist teröristlerin kendi gerçek isimleriyle çağırıldığını görmedim: Katiller – insanlara merhametsizce davrandılar. (…) Amerika’daki ellerini birleştirmiş huzur içinde oturan bütün Yahudiler, yeni putperest yönetimin icraatlarına rıza göstermeyenler bile, bu suçu paylaşıyor (…)”, suçlaması yaptı. Kısa bir süre sonra, Dr. Magnes kendini Filistin’den sürgün edip Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmek zorunda hissetti.


Amerika Birleşik Devletleri'nin inanılmaz yoğun baskısı altında, Birleşmiş Milletler -coşkulu bir ABD ve SSCB de dahil olmak üzere- Kasım 1947'de, İngilizlerin bölgeden çekilmesi ve sonraki yıl Mayıs 15’de İsrail’in varlığının duyurusu üzerine kurulu bir Filistin paylaşım planını gönülsüzce onayladı. Paylaşım planı, Filistin topraklarının önemsiz bir kısmına sahip olan Yahudilere, ülkenin kara alanının neredeyse yarısını verdi. Siyonizm, Orta Doğu'daki Arap toprakları üzerinde bir Avrupalı Yahudi devleti kurmayı başardı. Ama bu hepsi değildi. BM anlaşması; Kudüs'ün BM yönetimi altında küreselleştirileceğini ve yeni Yahudi devleti ve Arap Filistin devleti arasında ekonomik bir birlik olacağını şart koşmuştu. Bunlar, BM'nin paylaşım planını onayladığı temel şartlardı. Her ikisi de İsrail tarafından hızlıca ve acımasızca göz ardı edildi - böylece İsrail, Orta Doğu'daki Araplara karşı zamanla artan bir dizi saldırı başlattı.


İngilizler hala Filistin'deyken, Siyonist milisler bir dizi iç savaş çatışmasında Filistin Arap silahlı kuvvetlerini ezmeye başladı. Ama daha da kötüsü, 9 Nisan 1948'de, Irgun Zvai Leumi örgütü içindeki bir grup fanatik Siyonist-Revizyonist terörist, Deir Yassin adındaki Arap köyünde yüz kadın ve çocuğu katletti. İsrail’in 15 Mayıs'taki bağımsızlığının yaklaşmasıyla birlikte, morali bozuk olan Filistinli Araplar, panik içinde evlerinden ve katliam tehdidinden kaçıyorlardı. Daha sonra komşu Arap devletleri birliklerini bölgeye yolladılar. Tarihçiler, ardından gelen savaşı, Arap devletlerinin İsrail’i işgal etmesi ve İsrail’in kahramanca geri püskürtmesi olarak tanımlamaya alışkınlar; ancak tüm savaş Arap topraklarında gerçekleştiğinden, bu yorum açıkça yanlıştır. Aslında olan şey, İsrail'in; Batı Celile'nin Arap bölgeleri, Kudüs'e "koridor" olarak Arap batı-orta Filistin ve Yafa ve Beerşeba adındaki Arap şehirleri de dahil olmak üzere, paylaşım planına göre Filistinli Araplara tahsis edilen büyük toprak parçalarını ele geçirdiğidir. Kudüs'ün büyük bir kısmı da -Yeni Şehir- İsrail tarafından ele geçirildi ve BM küreselleştirme planı bir köşeye atıldı. Arap orduları; kendi verimsizlikleri, ihtilafları ve BM tarafından empoze edilen bir dizi ateşkes tarafından, İsrail'in daha fazla Arap bölgesini işgal etmesine yetecek kadar uzun süre kösteklendi.


24 Şubat 1949'daki kalıcı ateşkes anlaşması sırasında, aslında 850.000 Arap’a (toplam 1,2 milyonluk Filistinli Arap nüfusunun içinden) ev sahipliği yapan topraklarda, 600.000 Yahudi barındıran bir devlet kurulmuştu. Bu Araplardan, bir milyonun dörtte üçü topraklarından ve evlerinden sürüldü ve geriye kalanlar, yirmi yıl sonra hala yürürlükte olan acımasız bir askeri yönetime tabi oldu. Kaçan Arap mültecilerin evleri, toprakları ve banka hesaplarına İsrail tarafından derhal el konuldu ve Yahudi göçmenlere teslim edildi. İsrail uzun zamandır bir milyon Arap'ın dörtte üçünün; zorla sürülmediğini, Arap liderlerin neden olduğu gerekçesiz panikten dolayı bu toprakları terk ettiğini iddia ediyor - ancak kilit nokta; İsrail'in, bu mültecilerin geri dönmesine ve onlardan alınan mülkleri geri almasına izin vermeyi kesin olarak reddettiğini herkesin kabul etmesidir. O günden bu yana, yirmi yıldır, safları doğal olarak 1,3 milyona yükselen bu talihsiz Arap mülteciler, İsrail sınırları etrafındaki mülteci kamplarında, BM fonları ve YARDIM paketleri ile güç bela hayatta tutunarak, gerçek evlerine dönecekleri günü görmek için yoksulluk içinde yaşamaya devam ettiler.


Filistin'in aslen Araplara tahsis edilen bölgelerinde, hiç Filistinli Arap yönetimi kalmadı. Uzun zamandır İngiliz kuklası olan Filistinli Arapların tanınmış lideri, Baş Müftüsü Emin el-Hüseynî; Doğu-Orta Filistin'in Arap bölgelerine ve Kudüs’ün Eski Şehri’ne el koymuş Transürdün Kralı Abdullah tarafından görevden alındı. (Kral Abdullah'ın Arap Lejyonu; Glubb Paşa gibi sömürgeci İngiliz subaylar tarafından inşa edilmiş, silahlandırılmış, görevlendirilmiş ve hatta yönetilmişti.)


Arap mülteciler konusunda İsrail’in tutumu, dünyanın vergi mükelleflerinin (yani, büyük ölçüde Amerika Birleşik Devletleri vergi mükelleflerinin) Filistinli mültecileri Ortadoğu'da bir yere, yani İsrail'den uzak bir yere yerleştirmeye yönelik geniş bir planı finanse etmek için harekete geçmesi gerektiği yönünde oldu. Ancak mülteciler, anlaşılabilir bir şekilde, yeniden yerleştirilmeye ilgi duymuyorlar; kendi evlerini ve mülklerini geri istiyorlar, nokta.


1949'daki ateşkes anlaşmasının; İsrail ve Arap komşularından oluşan, Karma Ateşkes Komisyonu tarafından denetlenmesi gerekiyordu. Ancak çok kısa bir süre sonra İsrail, Karma Ateşkes Komisyonlarını feshetti ve giderek daha fazla Arap toprağını gasp etmeye başladı. Böylece, resmi olarak askerden arındırılmış El Auja bölgesi, İsrail tarafından hızlı bir şekilde ele geçirildi.


Orta Doğu teknik olarak hala bir savaş halinde olduğu için (bir ateşkes vardı, ancak barış antlaşması yoktu), Mısır 1949'dan itibaren Tiran Boğazı'nı -Akabe Körfezi'nin girişi- tüm İsrail gemilerine ve İsrail ile bütün ticarete karşı bloke etmeye devam etti. 1967 savaşında Akabe Körfezi'nin bloke edilmesinin önemi göz önünde bulundurulduğunda, Mısır’ın bu faaliyetine kimsenin itiraz etmediğini hatırlamak önemlidir: kimse Mısır'ın bu "uluslararası barışçıl su yolunu" kapatarak uluslararası hukuku ihlal ettiğini söylemedi. (Uluslararası hukuka göre herhangi bir su yolunun tüm uluslara açık hale getirilmesi iki şartı gerektirir: su yoluna bitişik güçlerin izni ve su yolundaki herhangi bir güç arasında savaş durumu olmaması. Bu koşulların hiçbiri Akabe Körfezi için elde edilmedi: Mısır böyle bir anlaşmaya asla rıza göstermedi ve İsrail 1949'dan beri Mısır ile savaş halindeydi; böylece Mısır, Körfez'i 1949'dan itibaren İsrail gemilerine karşı hiçbir itiraz almadan bloke etti.)


İsrail'in hala devam eden saldırganlık tarihi daha yeni başlamıştı. Yedi yıl sonra, 1956’da, İngiliz ve Fransız emperyalist ordularıyla birleşen İsrail, Mısır'ı işgal etti. Ve evet, İsrail Nazi baskını ve gizli saldırı taktiklerini bilinçli olarak ne kadar da gururla taklit etti! Ve evet, yıllardır Nazi baskınlarını ve gizli saldırıları kınayan aynı Amerikan Kuruluşunun, İsrail tarafından aynı taktiklerin uygulanmasına karşı birdenbire hayranlık içinde kaybolması ne kadar ironik! Ancak bu durumda, İsrail davasına olan yoğun ve sürekli bağlılığını bir an için terk eden Amerika Birleşik Devletleri, birleşmiş saldırganları Mısır topraklarından geri döndürmek için Rusya ile birleşti. Ancak İsrail; Mısır, Tiran Boğazı'na komuta eden Şarm El-Şeyh kalesini yönetmesi için BM Acil Durum Kuvvetlerine özel bir izin vermeyi kabul edene kadar, güçlerini Sina Yarımadası'ndan çekmeyi kabul etmedi. İsrail karakteristik olarak, UNEF'in (BM Acil Kuvvetleri) sınırın kendi tarafında devriye gezme iznini küçümseyerek reddetti. Yalnızca Mısır, BM güçlerine erişime izin vermeyi kabul etti ve bu nedenle Akabe Körfezi 1956'dan itibaren İsrail gemilerine açıldı.


1967 krizi, son birkaç yıldır Filistinli Arap mültecilerin önceki umutsuz ve pasif çaresizliklerinden; savaşlarını, kaybettikleri evlerinin bulunduğu bölgeye taşımak için İsrail sınırlarına sızan gerilla hareketleri oluşturmaya başlamaya kaymasıyla ortaya çıktı. Geçen yıldan beri Suriye, Ortadoğu'nun yıllardır gördüğü en azimli anti-emperyalist hükümetin kontrolü altındaydı. Suriye'nin Filistin gerilla güçlerini teşvik etmesi; İsrail'in çılgın liderlerini, Suriye'ye karşı savaş ve Şam'ın fethi ile tehdit etmeye yöneltti - bu tehditler Suriye ve Ürdün’ün köylerine yönelik şiddetli intikam baskınlarıyla vurgulandı. Bu noktada, Mısır'ın başbakanı Cemal Abdül Nasır -yıllarca İsrail karşıtı bir rol takınmış, ancak bunun yerine Mısır'ın iç ekonomisini mahveden demagojik, devletçi tedbirlere odaklanmıştı-, Suriyeliler tarafından, yardımcı olmak için somut bir şeyler yapmaya zorlandı: özellikle Akabe Körfezi'ndeki UNEF kontrolünü ve dolayısıyla İsrail nakliyatlarını sürdürmeyi bırakmak. Bu nedenle Nasır, UNEF'in ayrılmasını talep etti. İsrail yanlılarının, U Thant'ın bu konuda hızlı boyun eğmesiyle ilgili yakınması, BM güçlerinin yalnızca Mısır'ın isteği üzerine orada olduğunu ve İsrail'in BM güçlerinin sınırın kendi tarafında olmasını her zaman inatla reddettiğini düşündüğümüzde, oldukça gülünçtür. İşte o noktada, Tiran Boğazı'nın kapanmasıyla, İsrail'in açıkça bir sonraki baskın savaşı için zemin hazırlamaya başladığı anlaşılıyor.


1967 krizi, son birkaç yıldır Filistinli Arap mültecilerin önceki umutsuz ve pasif çaresizliklerinden; savaşlarını, kaybettikleri evlerinin bulunduğu bölgeye taşımak için İsrail sınırlarına sızan gerilla hareketleri oluşturmaya başlamaya kaymasıyla ortaya çıktı. Geçen yıldan beri Suriye, Ortadoğu'nun yıllardır gördüğü en azimli anti-emperyalist hükümetin kontrolü altındaydı. Suriye'nin Filistin gerilla güçlerini teşvik etmesi; İsrail'in çılgın liderlerini, Suriye'ye karşı savaş ve Şam'ın fethi ile tehdit etmeye yöneltti - bu tehditler Suriye ve Ürdün’ün köylerine yönelik şiddetli intikam baskınlarıyla vurgulandı. Bu noktada, Mısır'ın başbakanı Cemal Abdül Nasır -yıllarca İsrail karşıtı bir rol takınmış, ancak bunun yerine Mısır'ın iç ekonomisini mahveden demagojik, devletçi tedbirlere odaklanmıştı-, Suriyeliler tarafından, yardımcı olmak için somut bir şeyler yapmaya zorlandı: özellikle Akabe Körfezi'ndeki UNEF kontrolünü ve dolayısıyla İsrail nakliyatlarını sürdürmeyi bırakmak. Bu nedenle Nasır, UNEF'in ayrılmasını talep etti. İsrail yanlılarının, U Thant'ın bu konuda hızlı boyun eğmesiyle ilgili yakınması, BM güçlerinin yalnızca Mısır'ın isteği üzerine orada olduğunu ve İsrail'in BM güçlerinin sınırın kendi tarafında olmasını her zaman inatla reddettiğini düşündüğümüzde, oldukça gülünçtür. İşte o noktada, Tiran Boğazı'nın kapanmasıyla, İsrail'in açıkça bir sonraki baskın savaşı için zemin hazırlamaya başladığı anlaşılıyor.


1967 katliamının en tiksindirici yönlerinden biri, neredeyse tüm Amerikalılar, Yahudi ve Yahudi olmayanlar tarafından İsrail fethine duyulan açık sözlü hayranlıktır. Amerikan ruhunun derinliklerinde, saldırganlık ve toplu katliamla kendini özdeşleştirmesine neden olan bir hastalık var gibi görünüyor - ne kadar çok hızlı ve acımasızsa o kadar iyi. İsrail’in genişlemesine duyulan büyük hayranlık içinde, İsrail'in napalm kullanmasıyla katledilen binlerce masum Arap sivilin yasını tutacak kaç kişi vardı? Soldaki sözde "savaş karşıtı" insanlar arasında, Yahudi şovenizmine gelince, Margot Hentoff'un sol-liberal Köy Sesi'nde sergilediğinden daha iğrenç bir insanlık yoksunluğu gösterilemez:


Sevdiğiniz herhangi bir savaş var mı? Öyleyse, Yahudi misiniz? Şanslısınız. Yahudi olmak için ne güzel bir zaman. Hiç Yahudi pasifist tanıdınız mı? Geçen hafta tanıyor muydunuz? (...) Ayrıca bu farklı bir savaştı -eski bir tür savaş, bir tür ölümün hayat verdiği ve Arap ölümlerinin sayılmadığı savaş. Bir kez daha savaştan yana olmak ne büyük bir zevk. Sert, sıska, silahlı, YAHUDİ askerleriyle dolu ciplerin televizyon ekranında hareket etmesinden neşelenmek ne kadar güzel ve temiz bir duygu.


“Şuna bak! WOW! ZAP! Artık onları hiçbir şey durduramaz!” dedi eski bir radikal pasifist. "Bu bir Yahudi ordusu!"

Başka birisi (Yahudiliğe şimdiye kadar en büyük katkısı İsrail'i reddeden ve Yahudiliğin öldüğünü ve bunu hak ettiğini ilan eden makaleler yazmak olan birisi) haftayı milliyetini karıştırarak geçirdi. “Nasıl gidiyoruz?” diye sormaya devam etti. “Şimdi ne kadar ileri gittik?”


“Arap ölümleri sayılmaz!” gerçekten de ne kadar “güzel ve temiz bir duygu”! Bu tür bir tavırla; yirmi yılı aşkın süredir, basınımızın her gün saldırdığı Nazilerin Yahudiler’e karşı zalimlikleri arasında herhangi bir fark var mı?


Bu savaş başladığında, İsrailli liderler "bir inçlik" bir toprakla bile ilgilenmediklerini, savaşlarının tamamen savunma amaçlı olduğunu ilan ettiler. Ama şimdi İsrail, BM ateşkeslerini defalarca ihlal ettikten ve fetihlerinin üzerine konduktan sonra, çok farklı bir tonda konuşuyor. Kuvvetleri hala tüm Sina Yarımadası'nı işgal ediyor; Filistinli Ürdün'ün tamamını ele geçirdi ve yüzbinlerce kimsesiz yoldaşlarına katılmak üzere, yaklaşık 200.000 talihsiz Arap mülteci daha gönderdi; Suriye'nin iyi bir bölümünü ele geçirdi; ve İsrail küstahça, Kudüs'ün Eski Şehri'ni asla geri vermeyeceğini ya da küreselleştirmeyeceğini ilan ediyor; İsrail'in Kudüs'ün tamamını ele geçirmesi, basitçe söylemek gerekirse "pazarlık konusu olamaz". İsrail'in, dünyanın diğer birçok bölgesinde olduğu gibi Orta Doğu'da da bir zamanlar İngiliz emperyalizminin sahip olduğu rolü üstlenen ABD'nin müttefiki ve uydusu olduğuna dair daha ne kadar kanıta ihtiyacımız var?


Amerikalıların inandırılmaması gereken tek şey; İsrail'in, güçlü Arap komşularına karşı "küçük" ve "zayıf" olmasıdır. İsrail, ilkel ve gelişmemiş bir düşmanla savaşan, Avrupa teknolojik standardına sahip bir Avrupa ülkesidir; dahası, İsrail'in arkasında duran, besleyen, finanse eden sayısız Amerikalı ve Batı Avrupalı'nın yanı sıra Amerika Birleşik Devletleri'nin Leviathan hükümetleri ve onun sayısız müttefiki ve bağımlı devleti var. İsrail’in sayısal olarak az olması, onu Hindistan, Afrika ve Asya'da çok daha kalabalık toprakları fethettiğinde İngiliz emperyalizminin "cesur bir mazlum" olmasından daha "cesur bir mazlum" yapmaz.


Ve böylece; İsrail şimdi oturuyor, geniş topraklarını zapt ediyor, keskin nişancıların bulunduğu evleri ve köyleri yerle bir ediyor, Arapların saldırılarını yasaklıyor, terörizmi kontrol etmek adına Arap gençleri öldürüyor. Ama tam da bu işgal, Araplara uzun vadeli güçlü bir fırsat sağlıyor. İlk olarak, Suriye ve Cezayir'deki militan anti-emperyalist rejimlerin şimdi gördüğü gibi, Araplar stratejilerini; çok daha iyi silahlanmış bir düşmana karşı umutsuz, konvansiyonel bir savaştan; uzun süren, bir araya gelmiş halktan oluşan gerilla savaşına kaydırabilirler. Hafif silahlarla donanmış Arap halkı, başka bir "Vietnam", başka bir "Cezayir" -başka bir ağır silahlı işgal ordusuna karşı, halkın gerilla savaşı- gerçekleştirebilir. Elbette, bu yalnızca uzun vadeli bir tehdittir, çünkü bunu gerçekleştirmek için Araplar; tüm sönük, gerici monarşilerini devirmek ve birleşik bir pan-Arap ulusu oluşturmak zorunda kalacaklardı - Arap dünyasında ulus-devletlere bölünmeler, İngiliz ve Fransız emperyalizminin yapay entrikalarının ve yağmalarının sonucudur. Ancak uzun vadede, tehdit çok gerçektir.


Bu nedenle İsrail, bir gün karşılaşmak zorunda olduğu uzun vadeli bir ikilemle karşı karşıyadır. Ya şu anki rotasına devam edecek ve yıllarca süren karşılıklı düşmanlık ve çatışmalardan sonra Arap halkının gerilla savaşı tarafından yıkılacak. Veya - sert bir şekilde yön değiştirecek, kendisini Batının emperyal bağlarından tamamen koparacak ve basitçe Ortadoğu'nun Yahudi vatandaşları olacak. Bunu yaparsa, o işkence gören bölgede nihayet barış, uyum ve adalet hüküm sürecek. Bu barış içinde bir arada yaşama durumunun bol miktarda emsali var. 19. ve 20. yüzyıl Batı emperyalizminden önceki yüzyıllarda; Yahudi ve Arap, Ortadoğu'da her zaman birlikte barış içinde yaşamışlardı. Arap ve Yahudi arasında doğuştan gelen bir düşmanlık veya anlaşmazlık yoktur. Yahudiler; Kuzey Afrika ve İspanya'daki Arap medeniyetinin büyük yüzyıllarında, Hıristiyan Batı'nın fanatikleri tarafından devam ettirilen zulümlerin aksine, mutlu ve önemli bir rol üstlendiler. Batı etkisinden ve Batı emperyalizminden mahrum kalan bu harmoni, bir kez daha hüküm sürebilir.


Yazar - Murray N. Rothbard

Bu kaynak Murray N. Rothbard tarafından yazılan ''War Guilt in Middle East'' adlı yazının çevirisidir.


335 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
Yazı: Blog2 Post
bottom of page