top of page

Mülkiyet, Mukavele, Saldırganlık, Kapitalizm, Sosyalizm I Hans-Hermann Hoppe

Farklı politika tasarılarının ekonomik teori ve politik felsefe bakış açısından analizi gibi daha heyecan verici bir alana girmeden önce, bu çalışma boyunca kullanılan temel kavramların tanıtılması ve açıklanması elzemdir. Doğrusu, bu bölümde açıklanan – mülkiyet, mukavele, saldırganlık, kapitalizm ve sosyalizm – kavramları o kadar temel ve o kadar köklüdür ki, bazen üstü kapalı olarak da olsa, hiç kimse bunları kullanmaktan kaçınamaz. Buna rağmen, maalesef, her türlü insani davranışın ve/veya kişilerarası ilişkinin analiz edilmesi esnasında bu kavramların kullanılmak zorunda olması gerçeği, herkesin bunları tam olarak kavradığı anlamına gelmez. Aksine, bunun tam tersi doğruymuş gibi görünmektedir. Mülkiyet kavramı, örneğin, o kadar temel bir kavram olduğundan ötürü herkes için doğrudan bir anlam ifade etse de, çoğu insan bu konu hakkında hiçbir zaman etraflıca düşünmez ve sonuç olarak muğlak tanımlamalar dışında bir şey üretemez. Fakat hassas bir şekilde ifade edilmemiş veya varsayılmamış tanımlamalarla başlayıp bunun üzerine karmaşık bir düşünce ağı kurmak entelektüel bir felakete sebep olabilir. Zira başlangıçtaki hassasiyetsizlikler ve kaçamaklar buradan türetilen her şeye nüfuz etmesine ve bunların çarpıklaşmasına sebep olur. Bundan sakınmak için ilk önce mülkiyet kavramının aydınlığa kavuşturulması gerekmektedir.



Faaliyet kavramı ile birlikte, mülkiyet, sosyal bilimlerdeki en temel kategoridir. Aslına bakılırsa – saldırganlık, mukavele, kapitalizm ve sosyalizm – gibi bu bölümde tanıtılacak tüm diğer kavramlar mülkiyet terimi bazında tanımlanabilir: saldırganlık mülkiyete karşı yapılan saldırganlık olup, mukavele mülkiyet sahipleri arasındaki saldırgan olmayan ilişkidir, sosyalizm mülkiyete karşı saldırganlığın kurumsallaşması politikası olup, kapitalizm mülkiyet ve mukaveleciliğin tanınmasının kurumsallaşması politikasıdır.


O zaman, mülkiyet kavramının ortaya çıkması için gerekli ön şartların izahı ile başlayalım. Mülkiyet diye bir kavramın ortaya çıkması için mallarda bir kıtlık söz konusu olmalıdır. Kıtlık diye bir şey olmasaydı, ve tüm mallar, herhangi bir kişi tarafından herhangi bir amaçla kullanıldığında, başka kişileri, bunların herhangi bir amaçla herhangi bir biçimde kullanımından hiçbir şekilde, alıkoymayacak (müdahale etmeyecek veya engellemeyecek) türde “bedava mal” diye tabir edilen mallar olsaydı, mülkiyet diye bir şeye ihtiyaç olmazdı. Diyelim ki, eğer muzlarda oluşan cennetvari bir aşırı bolluktan dolayı, benim su andaki muz tüketimim, hiçbir şekilde ne benim gelecekteki muz arzımı (muhtemel tüketimimi) ne de herhangi bir başka kişinin şimdiki veya gelecekteki muz arzını azaltmayacak olsaydı, o zaman muzlarla alakalı bir mülkiyet hakkı atanması gereksiz olurdu. Bir mülkiyet kavramı geliştirmek için, mallar, bunların kullanımları hususunda ihtilaf çıkması muhtemel olabilecek şekilde kıt olması gerekir. Münhasır sahiplik hakları atamak suretiyle, kıt kaynakların kullanımı hususunda ortaya çıkması muhtemel çatışmalardan kaçınmak mülkiyet haklarının bir işlevidir. Bu nedenle mülkiyet normatif bir kavramdır: kıt kaynaklarla alakalı karşılıklı bağlayıcı davranış kuralları (normlar) şart koşarak ihtilafsız etkileşimi mümkün kılacak şekilde tasarlanan bir kavram. Sahiden de tüm mal türlerinde ve her yerde bir mal kıtlığının hüküm sürdüğünü görmek için fazla yoruma gerek yoktur ve dolayısıyla mülkiyet haklarının gerekliliği aşikardır. Aslına bakılırsa, kişinin sadece yaşamını sürdürmesi için gerekli şeylere değil, mümkün olan her türlü konfora ulaşmak için elini uzatmasının yettiği, aşırı bolluğun hüküm sürdüğü Eden Bahçesinde yaşadığımızı farz etsek bile, mülkiyet kavramı mecburen yine de ortaya çıkacaktır. Çünkü bu “ideal” şartlar altında bile, her insanın fiziksel vücudu kıt bir kaynak olarak karşımıza çıkar. Ve dolayısıyla mülkiyet kurallarının oluşturulmasına, yani insanların vücutları ile ilgili kurallara ihtiyaç duyulacaktır. Kişi kendi vücudunu kıt bir kaynak olarak düşünmeye alışık değildir, fakat düşünülebilecek en ideal durum olan, Eden Bahçesi tasavvur edilerek, insanın kendi vücudunun da, aslında, çatışmalardan kaçınmak amacıyla, kullanımı ile ilgili mülkiyet haklarının, yani, münhasır sahiplik haklarının bir şekilde tanımlanması gereken kıt bir kaynak prototipi olduğunun farkına varılması mümkün olur.


Aslına bakılırsa, kişi faaliyette bulunduğu sürece, yani, kişi, sübjektif şekilde kendisi açısından daha az tatmin edici olarak algıladığı ve değerlendirdiği bir vaziyeti, kasıtlı olarak, daha faydalı gibi görünen bir duruma değiştirmeye çalıştığı sürece bu faaliyet mecburen, kişinin vücudunun kullanımı ile alakalı bir seçim yapmasını da gerektirir. Ve seçim yapmak, yani bir şeyin yada durumun bir diğerine tercih etmek, her şeyin, mümkün olan her türlü zevkin ve tatminin, bir kerede ve aynı anda gerçekleşemeyeceğini, aksine daha değerli olarak düşünülen başka bir şeyi elde etmek uğruna daha az değerli olarak düşünülen bir şeyden vazgeçilmesi gerektiğini açıkça ima eder. Bu yüzden seçim her zaman maliyetlerin meydana geldiğini ima eder: vazgeçilen olası zevkler, çünkü bunlara ulaşmak için gerekli araçlar kıttır ve bu araçlar kaybedilen fırsattan daha yüksek değerde getiri sözü veren alternatif bir kullanım için bağlanmıştır. Eden Bahçesinde bile aynı anda hem elma yiyip, hem sigara içip, hem bir içki alıp, hem ağaca tırmanıp, hem bir kitap okuyup, hem bir ev yapıp, hem kedimle oynayıp, hem de araba vs.. kullanamam. Seçim yapmak zorundayım ve bu şeyleri ancak sırayla yapabilirim. Bunun böyle olmasının sebebi benim bütün bunları yapabilmek ve bunlardan elde edilebilecek memnuniyetin hazzına varmak için kullanabileceğim sadece tek vücudumun olmasıdır. Mümkün olan tüm tatminlerden eşzamanlı olarak tek bir mutlulukta haz almama izin verecek çok miktarda vücuda sahip değilim. Ve aynı zamanda kıtlıkla ilgili başka bir hususta da sınırlama ile karşı karşıyayım: kıt bir kaynak olan bu “vücut”, bozulmaz olmak ve ebedi sağlık ve enerji ile donatılmak yerine belirli bir yaşam süresi olan bir organizma olduğu sürece, zaman da kıt bir kaynaktır. ‘A’ hedefinin peşinden gitmek için kullanılan zaman, diğer hedeflerin peşinden gitmek için kalan zamanı azaltır. Ve istenilen sonuca ulaşmak ne kadar uzun sürerse, beklemeye bağlı maliyet de o kadar yüksek olur ve bu maliyeti haklı çıkaracak memnuniyet beklentisi de o kadar büyük olmalıdır.


Bu yüzden, Eden Bahçesinde bile, vücut ve zamandaki kıtlıktan dolayı, mülkiyet düzenlemeleri oluşturulmak zorundadır. Bunlar olmadan, ve artık birden fazla kişinin var olup bunların faaliyet alanları birbiri ile kesiştiği ve daha önceden aralarında oluşmuş bir uyum ve senkronizasyon menfaati bulunmadığı kabul edilirse, kişinin kendi vücudunun kullanımı ile ilgili ihtilaf kaçınılmaz olur. Ben örneğin, vücudumu bir fincan çay içmenin keyfine varmak için kullanmak isterken, başka birisi onunla bir aşk ilişkisi başlatmak isteyebilir ve bu şekilde hem çayımı içmeme engel olur hem de kendi vücudumla ilgili peşine düşeceğim hedeflerim için arta kalan zamanımı azaltabilir. Bu tür olası çatışmalardan kaçınmak için münhasır sahiplik kuralları formülize edilmesi zorunludur. Aslına bakılırsa, ortada bir faaliyet olduğu sürece, mülkiyet normlarının oluşturulması zarureti de vardır.


Başka bir analiz süreci için, işleri basit ve kafa karıştırıcı detaylardan uzak tutmak maksadıyla, sahiden de Eden Bahçesinde ikamet ettiğimizi ve burada sadece kişinin vücudunun, durduğu alanın ve zamanın kıt kaynaklar olduğunu farz edelim. Bir kıt kaynak prototipi olan insan vücudu bize mülkiyet ve onun kavramsal türevleri hakkında ne söyleyebilir?


Sadece bir tip kıt kaynağın olduğu bir dünyada bile, kıt araçlarla ilgili münhasır sahipliği düzenleyici her türlü norm (örneğin “pazartesileri vücutlarımızın ne şekilde kullanılacağına ben karar veririm, salıları sen karar verirsin” vs. gibi bir kural) prensipte düşünülebilir olsa da, hepsinin önerilmesi ve kabul edilmesi şansının aynı olmadığı kesindir. O zaman analize, vücutlara münhasır kullanım hakkı atanması hususunda tüm Eden sakinleri tarafından “doğal görüş” olarak kabul edilme ihtimali en yüksek mülkiyet normu ile başlanması en iyisi olacak gibi görünmektedir. Elbette ki, münakaşanın bu aşamasında, etikle, yani normların ahlaki olarak haklı çıkarılması problemi ile ilgilenmeye henüz başlamadık. Bu yüzden, daha sonra sahiden de doğal görüşün ahlaki olarak savunulabilecek tek görüş olduğunu öne süreceğimi daha en başından açıklıkla kabul etmeme ve ahlaki olarak savunulabilmesi sebebiyle de doğal olduğu hususunda ikna olmama rağmen, bu aşamada doğal kelimesi herhangi bir ahlaki çağrışımı ima etmemektedir. Burada sadece, kamuoyunda muhtemelen en fazla desteği bulacak bir görüş olduğunu belirtmek için kullanılan sosyo-psikolojik bir kategori anlamında kullanılmaktadır. Aslında, durumun doğallığı , vücutlar hakkında konuşurken, beraberinde bir sahiplik (sahiplik belirtici) ifadesi kullanmaktan kaçınmanın neredeyse imkansız olduğu gerçeğinde de yansıtılmaktadır. Bir vücuttan normalde belirli bir şahsın vücudu olarak bahsedilir: benim vücudum, senin, onun vs.( ve bu arada, aynı şey birisi faaliyetler üzerine konuşurken de söz konusudur!); ve kişi neyin benim, senin vs. olduğunun ayırt edilmesi hususunda en ufak bir sorun yaşamaz; bunu yaparken de, kişi, açık bir şekilde, mülkiyet-ünvanı atar ve kıt kaynakların gerçek sahipleri arasındaki ayrımı yapar.


O zaman kişinin vücutlar hakkında doğal bir şekilde konuştuğunda ima edilen mülkiyetle alakalı doğal görüş nedir? Her şahsın vücudu üzerinde, onun yüzey sınırları dahilinde münhasır sahiplik hakları vardır. Her şahıs kendi vücudunu anlık veya uzun vade menfaatine, iyiliğine, veya memnuniyetine en uygun gördüğü şekilde kullanıma sokabilir, yeter ki bu şekilde diğer şahısların kendi vücutlarının kullanımını kontrol etme haklarına müdahale edilmemiş olsun. Kişinin kendi vücuduna “sahip” olması fikri, başka şahıslara kendisinin vücudu ile (vücuduna) bir şey yapabilmeye davet etme (izin verme) hakkı olduğunu da ima eder: yani bu, vücudum ile ne istersem onu yapabilme hakkını, vücudumun başka biri tarafından kullanılmasına, sevilmesine, muayenesine, ilaç veya uyuşturucu enjekte edilmesine, fiziksel görünümünün değiştirilmesine ve hatta dövülmesine, zarar verilmesine ve eğer istediğim ve izin verdiğim gerçekten buysa, öldürülmesine müsaade etme ve bunları isteme hakkını da içerir. Şahıslar arası bu çeşit ilişkiler şimdi ve ilerde akdi mübadele olarak anılacaktır. Bunlar kıt kaynakların kullanımı ile ilgili, tüm mübadele ortaklarının kendi vücutları üzerindeki münhasır kontrol alanının karşılıklı olarak tanınması ve saygı gösterilmesine dayanan bir anlaşmaya ulaşılması gerçeği ile karakterize edilir. Tanım olarak, bu tip akdi mübadeleler, her ne kadar sonradan bakıldığında mübadele ortaklarının her biri için illa da avantajlı olmasa da (cerrah yüzüme tam olarak istediğim değişikliği yapmış da olsa, ben yüzümün sonraki halini beğenmeyebilirim), her zaman ve illa ki, her katılımcı açısından karşılıklı olarak avantajlıdır, aksi halde bu mübadele zaten gerçekleşmezdi.


Öte yandan, eğer başka bir şahsın vücudunu, o şahsın beğenisi dışında kullanıma sokan, yine o şahsın vücudu üzerindeki fiziksel bütünlüğü, davetsiz bir şekilde değiştiren veya gasp eden bir faaliyette bulunulursa, bu faaliyet mülkiyet ile alakalı doğal görüşe göre saldırı olarak adlandırılır. Bir şahsın, cinsel veya sadist arzularını tatmin etmek için başka bir şahsın vücuduna, o şahsın açık izni olmadan, tecavüz etmeye veya dövme kalkışması saldırıdır. Ve aynı şekilde, bir şahıs vücuduyla, pembe çorap giymek veya perma saç yaptırmak, veya sarhoş olmak, veya önce felsefe yapıp sonra uyumak yerine önce uyuyup sonra felsefe yapmak gibi, uygulandığında başka bir şahsın vücudu üzerindeki fiziksel bütünlüğü herhangi bir şekilde değiştirmeyecek olmasına karşın, bir şekilde, başkalarının hoşuna gitmeyecek bir faaliyette bulunmak isterken, bunun fiziksel bir şekilde engellenmesi de saldırı olur. O zaman, tanım itibariyle saldırgan faaliyet, bunu uygulayan şahsın her zaman ve zorunlu olarak, başkalarının memnuniyetinin azalması pahasına kendi memnuniyetini artırması durumunu ima eder.


Mülkiyet ile alakalı bu doğal görüşün altında yatan mantık nedir? Doğal mülkiyet teorisinin esasını teşkil eden fikir, münhasır sahiplik hakkı atanmasının, malik ile sahip olunan mülkiyet arasında objektif, kişilerarası belirlenebilir bir bağlantı temeline dayandırılması, ve benzer bir şekilde, kendi lehlerine sadece ve sadece subjektif delillere başvuran tüm mülkiyet hakkı iddialarının saldırgan olarak nitelendirmesidir. Ben, vücudumla alakalı mülkiyet hakkı iddiasının lehinde, bu vücudun ilk sakini – ilk kullananı – ben olduğum objektif gerçeğinden bahsedebilirken, başka birisi bu vücudun kontrol hakları ile ilgili hak iddiasında bulunurken bu tür bir şeyden bahsedemez. Hiç kimse, benim vücudumun, benim irademin bir ürünü olduğunu iddia ettiğim kadar, kendi iradesinin bir ürünü olduğunu iddia edemez; kıt bir kaynak olan “benim vücudumun” kullanım hakkını belirlemeye yönelik böyle bir hak iddiası, ancak kullanıcı veya üretici olmayanların bir iddiası olabilir ve sadece subjektif bir görüşe dayanır, yani, işlerin şu yada bu şekilde olması gerektiğine dair sırf sözel bir beyana dayalıdır. Bu tür sözel talepler, tabi ki, bazı gerçeklere de (ki muhtemelen her zaman) işaret edebilir (“ben daha büyüğüm, ben daha akıllıyım, ben daha fakirim, veya ben çok özelim, vs.!”), ve bu şekilde kendilerini meşru gösterebilir. Fakat bu tür gerçekler belli bir kıt kaynakla belirli bir şahıs(lar) arasında objektif bir bağlantı kurmaz (kuramaz). Belli bir kaynak üzerindeki sahiplik bu temele dayalı olarak herkese verilebilir ya da herkesin elinden alınabilir. Bu tip, havadan türetilmiş, sahip olunan şeyle sahibi arasında safi sözel bir bağ bulunan mülkiyet hakkı iddiaları, doğal mülkiyet teorisine göre, saldırgan olarak nitelendirilir. Bununla karşılaştırıldığında benim vücudumla ilgili mülkiyet hakkı iddiam belirgin bir doğal bağlantıya işaret eder; işaret eder çünkü benim vücudum üretilmiştir, ve üretilen (“mevcut” şeylere zıt olarak) her şey gibi, mantık olarak, belli bir üretici ile belirgin bir bağlantısı vardır; benim tarafımdan üretilmiştir. Herhangi bir yanlış anlaşılmadan kaçınmak için, “üretmek” “yoktan var etmek” demek değildir (sonuçta vücudum da doğal olarak verilmiş bir şeydir); bunun anlamı doğal olarak verilmiş şeyleri bir plan doğrultusunda değiştirmek, doğayı dönüştürmektir. Bu aynı zamanda “var olan her parçasını değiştirmek” demek de değildir (sonuçta vücudumun, üzerinde hiçbir şey yapmadığım bir sürü parçası vardır!); onun yerine, bunun anlamı bir şeyi sınırları (kapsayan/dışlayan) dahilinde dönüştürmek demektir, veya daha hassas bir ifadeyle, bir şeylere sınır çizgisi üretmektir. Ve son olarak “üretmek” üretim sürecinin sonsuza kadar devam etmesi gerektiği anlamına da gelmez (sonuçta bazen uyurum ve o zamanlarda vücudum kesinlikle benim faaliyetlerimin bir ürünü değildir), bunun basit olarak anlamı, geçmişte üretildiği ve bunun bu şekilde algılanabileceğidir. O zaman, geçmişten türetilebilen sınır belirleyici üretken çabalar ve belirli bireylere üretici sıfatıyla bağlanabilen bu tür mülkiyet hakkı iddiaları “doğal” ve “ saldırgan olmayan” olarak adlandırılır.


Bu noktada artık sosyalizm ve kapitalizm hakkındaki fikirler açıklığa kavuşmuş olmalıdır. Fakat Eden Bahçesini tamamen terk etmeden önce, saldırganlığa dayalı sahiplik unsurlarının senete uygulanması durumunda oluşacak sonuçlara bir bakılması gerekir, zira bu her tipteki gerçek sosyalizmin, temel ekonomik ve sosyal problemlerini, yani, her tarafı kıtlıkla çevrelenmiş bir dünyada uygulanacak sosyalizmi, ki bunun detaylı analizi ile asıl olarak bundan sonraki bölümlerde meşgul olacağız, saf ve basit bir şekilde açıklamamıza yardımcı olacaktır.


Derelerinden süt ve bal akan diyarda bile, insanlar açıkça değişik yaşam tarzları seçebilirler, kendilerine değişik hedefler koyabilirler, geliştirmek istedikleri kişiliklerle ve gayret göstermeleri gereken kazanımlarla ilgili değişik standartlar koyabilirler. Hakikaten de, hayatlarını idame ettirmeleri için çalışmaları gerekmez, zira her şey zaten aşırı bol bir şekilde bulunmaktadır. Ancak, daha sert söylemek gerekirse, kişi ayyaş yada filozof olmak arasında seçim yapabilir, daha teknik ifade etmek gerekirse, faaliyeti yapan şahıs açısından, kişinin kendi vücudunu göreceli olarak daha acil tatminler için kullanması veya meyvelerini az çok daha uzak bir gelecekte toplayacağı bir şekilde kullanıma sokması arasında seçim yapması anlamına gelir. Söz konusu ilk karar “tüketim kararları” olarak adlandırılabilir. Öte yandan, kişinin vücudunu, mükafatını daha sonra alacağı bir kullanıma sokma kararı, yani, az çok daha uzak bir gelecekte umduğu ödül veya memnuniyetle teşvik edilen ve failin bekleme sürecinin ıstırabıyla başa çıkmasını gerektiren (zaman kıttır!) seçimler “yatırım” kararları olarak adlandırılabilir – yani “insan sermayesine”, kişinin kendi fiziksel bedeninin içerdiği sermayeye yatırım yapma kararlarıdır. Şimdi de saldırganlığa dayalı sahipliğin uygulandığını farz edelim. Öncesinde her şahıs kendi vücudunun münhasır sahibi olup, sarhoş mu filozof mu olacağına kendi karar verebilirken, şimdi şahsın kendi vücudunu nasıl kullanacağını belirleme hakkının engellendiği veya tamamen ortadan kaldırıldığı ve bunun yerine bu hakkın söz konusu vücutla üretici sıfatıyla herhangi bir bağı bulunmayan başka bir kişiye kısmen veya tamamen devredildiği bir sistem kuruluyor. Bunun sonucu ne olur? Birinin vücudu üzerindeki özel sahipliğin feshedilmesi çok geniş kapsamlı olabilir: üretici olmayanlar “benim” vücudumun tüm kullanımını her zaman belirleme hakkına sahip olabilir, veya bunu yapabilme hakları zaman ve/veya nüfuz sahası bakımından sınırlandırılabilir, ve yine bu sınırlamalar esnek (üretici olmayanların sınırlayıcı tanımlamaları kendi zevklerine göre değiştirme hakkına sahip olduğu) veya tamamen sabit olabilir, ve böylece etkileri de, buna bağlı olarak, tabi ki daha yumuşak veya daha sert olur! Fakat derecesi ne olursa olsun, mülkiyet sosyalizasyonu her zaman ve illa ki, iki tip etki yaratır. İlk etki, kelimenin daha sığ anlamında “ekonomik” olup yukarda tarif edildiği şekilde insan sermayesine yapılan yatırım miktarının düşmesidir. Vücudun doğal sahibi, intihar etmediği ve hayatta kalmaya karar verdiği sürece, sahiplik hakları her ne kadar sınırlandırılmış da olsa, bu vücutla ilgili kararlar alma hususunda kendine engel olamaz. Ancak bu durumda , başkaları tarafından rahatsız edilmeden, vücudunu nerede kullanacağı konusunda, kendi başına karar veremeyeceği için, kişinin vücuduna iliştirdiği değer de daha düşüktür; arzu tatmini, yani, çeşitli kullanımlara sokarak vücudundan elde edebileceği ruhsal getiri azalmıştır çünkü kendisi için var olan seçenek sahası daralmıştır. Fakat bu durumda, her faaliyet mutlaka bir maliyet yarattığına göre (daha önce açıklandığı gibi), ve umulan ödül veya kar karşılığında katlanılacak maliyetin üstesinden gelme eğilimi de belli olduğuna göre, doğal sahip, faaliyetinin maliyetini, azaltılmış umulan gelir seviyesine indirmesi gerektiği durumla karşı karşıyadır. Eden Bahçesinde bunu yapabilmenin tek bir yolu kalmıştır: bekleme süresinin kısaltılması ve beklemenin getirdiği ıstırabın azaltılması ve daha erken getiri vaat eden bir davranış şeklini tercih etmektir. Bu yüzden saldırganlığa dayalı bir mülkiyetin uygulanması, yatırım kararlarının azaltılması, ve tüketim kararlarının tercih edilmesi yönünde bir eğilime sebep olur. Daha sert bir ifadeyle, filozofların sarhoşlara dönüşmesi eğilimine yol açar. Doğal mülkiyet haklarına müdahale tehdidinin sürekli olduğu durumda, bu eğilim de sürekli ve daha barizdir, ancak bu tehdidin belirli zamanlarla ve sahalarla sınırlandırılma derecesine göre bu eğilim azalır. Yine de, her durumda insan sermayesine yapılan yatırım, doğal sahiplerin kendi vücutları üzerindeki münhasır kontrol haklarının dokunulmaz ve mutlak olması durumuna göre daha azdır.


İkinci etki ise sosyal olarak adlandırılabilir. Saldırganlık temeline dayalı sahiplik unsurlarının uygulanması, sosyal yapının değişmesini, yani kişilik ve karakter tipleri bakımından toplum bileşimindeki değişimi ima eder. Doğal mülkiyet teorisinin terkedilmesi, açıkça, getiride meydana gelen bir yeniden dağıtımı bir ima eder. “Kendi” doğal vücutlarının kullanıcıları sıfatıyla, kendilerini bu vücutla ifade eden ve bunu yaparken de fayda sağlayan şahıslar olarak elde edecekleri ruhsal getiri, başka insanların vücutlarının işgalcisi sıfatındaki şahısların ruhsal getirilerinin artması pahasına, azalır. Artık, kendi vücudunu, başkalarınınkini işgal etmeden kullanmak ve bundan elde edilecek fayda nispeten daha zor ve masraflı bir hal almış, başkalarının vücutlarını kendi amaçları için kullanmak ve bundan elde edilecek fayda nispeten daha kolay ve masrafsız bir hale gelmiştir. Tek başına bu gerçek, bir sosyal değişimi ima etmez, fakat tek bir ampirik varsayım yapıldığı anda bu değişim kaçınılmaz olur: başka bir insanın vücudunu araçlaştırmak suretiyle başkaları için var olan faydanın kaybolması pahasına fayda sağlama arzusunun insani bir arzu olarak var olduğunu, bunun herkese aynı ölçüde aşılanmış olmayıp tersine bazı insanlarda zaman zaman ve belli bir derecede var olduğunu ve böylece olası bir şekilde, mevcut bir kurumsal ayarlama vasıtasıyla teşvik edilip, cesaretlendirilebileceğini veya bastırılabileceğini farz edersek, sonuçların ortaya çıkması an meselesidir. Ve bu varsayım hiç şüphesiz doğrudur. O zaman getiri elde etme fırsatındaki yeniden dağıtım, daha çok insanın şahsi fayda sağlamak amacıyla saldırganlığı kullanmasına ve/veya daha fazla insanın saldırgan hale gelmesine sebep olur, yani, saldırgan olmayan rollerden saldırgan olan rollere doğru bir kayma olur ve bunun sonucunda da kendi kişiliklerini yavaş yavaş değiştirirler; ve karakter yapısıyla toplumun ahlaki bileşimindeki bu değişim, sonuçta insan sermayesine yapılan yatırımın seviyesinde ek bir azalmaya neden olur.


Kısacası, bu iki etkiyle, sosyalizmin ekonomik açıdan değersiz bir mülkiyet düzenleme sistemi oluşunun en temel sebeplerine işaret etmiş olduk. Bu iki etki sahiden de, bundan sonraki sosyalist politika tasarıları analizi boyunca tekrar tekrar karşımıza çıkacaktır. Artık geriye kalan tek şey, doğal mülkiyet teorisinin her yanı kıtlıkla dolu gerçek dünyayla bağlantılı olarak açıklanmasıdır, zira bu, tüm gerçek sosyalizm türlerinin çıkış noktasıdır.


Vücutlar ile tüm diğer kıt kaynaklar arasında bariz bazı farklılıklar olmasına karşın, tüm kavramsal ayrımlar, herhangi bir zorluk olmadan yine yapılıp uygulanabilir: hiçbir zaman “sahipsiz” olmayıp her zaman doğal bir sahibi olan vücutlardan farklı olarak, diğer tüm kıt kaynaklar sahiden de sahipsiz olabilirler. Bu durum, doğal hallerinde, kimse tarafından kullanılmamış olarak kaldıkları sürece geçerlidir. Bunlar sadece kıt bir kaynak olarak muamele gördükleri anda birinin mülkiyeti olurlar, yani, belli bir objektif sınır içerisinde tutuldukları ve biri tarafından özel bir kullanıma alındıkları zaman. Daha önce sahipsiz olan kaynakların elde edilmesi faaliyetine “ilk tahsisat” denir. Sahipsiz bir kaynak tahsis edildiği andan itibaren bunun fiziksel karakteristiğinin davetsiz bir şekilde değiştirilmesi veya sahip olan kişinin bu kaynakları sokabileceği kullanım alanlarının, bu kullanım şekli başka birinin mülkiyetinin fiziksel karakteristiğinde – aynen vücutlarda olduğu gibi – bir değişime sebep olmadığı sürece kısıtlanması saldırganlık olur. Sadece akdi bir ilişkisi süresince, yani kıt bir aracın doğal sahibi açık bir şekilde razı olursa, daha önce edinilen şeylerin başkası tarafından değiştirilmesi ve kullanılması mümkün olur. Ve sadece ilk veya daha önceki sahibi kasıtlı olarak mülkiyet hakkını, başka bir şeye karşılık veya hediye olarak, bir başkasına naklederse, bu diğer kişi bu şeylerin sahibi olabilir. Fakat, yine aynı “doğal” sebeplerden ötürü asla sahipsiz olamayan ve doğal sahibinden tamamen ayrılamayıp sadece sahibin razı olduğu sürece “ödünç verilebilen” vücutlardan farklı olarak, tüm diğer kıt kaynaklar doğal olarak “devredilebilir” ve bunların mülkiyet haklarından nihai olarak feragat edilebilir.


Mülkiyet haklarının atanmasına ilişkin bu doğal görüşe dayanan bir sosyal sistem saf kapitalisttir ve bundan sonra da böyle adlandırılacaktır. Ve bu fikirler, özel hukuk fikrine, yani, özel şahıslar arasındaki ilişkileri düzenleyen normlara da hükmediyor olarak görülebileceğinden, buna saf özel hukuk sistemi de denebilir. Bu sistem, saldırgan olmamak için, mülkiyet hakkı iddialarının ilk tahsisat, evvelki sahiplik, veya karşılıklı olarak faydalı mukavele ilişkisi eylemlerine bağlı “objektif “ bir gerçek tarafından desteklenmesi gerektiği fikrine dayalıdır. Bu ilişki ya mülkiyet sahipleri arasındaki kasti bir yardımlaşma yada mülkiyet hakkının bir sahipten diğerine kasıtlı aktarımı olabilir. Eğer bu sistem değiştirilir ve bunun yerine kıt kaynaklar üzerindeki münhasır kontrol hakları, kısmen de olsa, söz konusu şeylerle ilgili ne evvelki bir kullanım eylemine, ne de daha önceki belirli bir kullanıcı-sahiple mukavele ilişkisine işaret edemeyen kişi veya kişilerden oluşan gruplara verilirse, o zaman bu (kısmi) sosyalizm olarak adlandırılır.


Bundan sonraki dört bölümün görevi, saf kapitalist bir sistemden değişik yollarla sapılmasının, mülkiyet haklarının eşyanın doğal sahiplerinden alınıp farklı yollarla yeniden dağıtılmasının (yani belli kaynakların belirli kullanımlara sokulmak suretiyle onlara doğal olarak bağlanan insanlardan alınıp, bu kaynaklarla henüz hiçbir şey yapmamış, bunlarla alakalı sadece sözel beyana dayalı hak iddiasında bulunan insanlara verilmesi), yatırımı ne şekilde azaltıp tüketimi nasıl çoğalttığını, ve buna ek olarak bunun üretken insanlara karşılık üretmeyen insanların tercih edilmesi suretiyle nüfus bileşiminde nasıl bir değişikliğe sebep olduğunu açıklamaktır.


Yazar - Hans-Hermann Hoppe



235 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
Yazı: Blog2 Post
bottom of page