Part 5: The Socialism of Conservatism
Bundan önceki iki bölümde, temel olarak aynı ideolojik kaynaktan türetilen, en çok bilinen ve sahip oldukları anlamla özdeşleşen sosyalizm tipleri tartışılmıştı: en bariz şekliyle doğu bloğundaki komünist ülkeler tarafından temsil edilen Rus-tipi sosyalizm; ve en tipik temsilcilerinin Batı Avrupa’daki sosyalist ve sosyal demokrat partilerde ve daha küçük ölçüde de Birleşik Devletler’deki “liberaller” de bulunan, sosyal demokrat tipi sosyalizm. Politika planlarının altında yatan mülkiyet kuralları analiz edilmiş ve Rus veya sosyal demokrat tipi sosyalizmin mülkiyet prensiplerinin, farklı derecelerde uygulanabileceği fikri ortaya atılmıştır: tüm üretim araçları ya da bunlardan bazıları sosyalize edilebilir ve gelirin neredeyse tamamıyla her türlü gelir tipi vergilendirilip yeniden dağıtılabilir veya bu birkaç gelir tipinin sadece küçük bir bölümüne uygulunabilir. Fakat, teorik yöntemlerle, ve daha az inandırıcı olan bazı tanımlayıcı ampirik kanıtlarla gösterildiği üzere, bir şekilde bu prensiplere bağlı kalındığı ve üretici olmayanlara (kullanıcı olmayanlar) ve mukaveleye taraf olmayanlara ait mülkiyet hakları kavramından tamamen vazgeçilmediği sürece, nisbi fakirleşme mutlaka meydana gelecektir. Bu bölüm, aynı şeyin, muhafazakarlık için de geçerli olduğunu gösterecektir, zira o da sosyalizmin bir türüdür. Muhafazakarlık da fakirleşme meydana getirir, ve bu durum ne kadar kararlılıkla uygulanırsa o kadar artar. Fakat, muhafazakarlığın bu etkiyi meydana getireceği kendine has yolların sistematik ve detaylı ekonomik analizine girmeden önce, muhafazakarlığın aslında neden sosyalizm olduğunu ve az önce tartışılan iki eşitlikçi sosyalizm tipi ile nasıl ilişkilendirildiğini daha iyi anlayabilmek için, tarihe kısa bir bakış atmak uygun olacaktır.
Kabaca konuşmak gerekirse, onsekizinci yüzyıldan önce Avrupa ve dünya genelinde, “feodalizm” veya aslında daha büyük ölçekte feodalizm olan “mutlakiyet” sosyal sistemleri mevcuttu1. Daha soyut bir ifadeyle feodalizm sosyal düzeni, belli bir arazi üzerindeki tüm kaynak ve malları ve hatta çoğu zaman üzerinde yaşayan tüm insanları, bunlar üzerinde kullanım veya emek yoluyla kendi başına ilk tahsisatını yapmış olmadan ve bunlarla ilgili mukaveleye dayanan bir hakkı yokken, sahiplik hakkı iddiasında bulunan bölgesel bir derebeyi ile karakterize edilir. Tam tersine, bu arazi, ya da daha doğrusu onun belli bölümü ve onun üzerinde duran mallar, daha önceden başka şahıslar (tabi sahipleri) tarafından fiilen iskan edilmiş, kullanılmış ve üretilmiştir. Bu yüzden, derebeyin sahiplik hakkı iddiaları, hiç yoktan türetilmiştir. Dolayısıyla, bu sözde sahiplik hakkına dayanan, toprağın ve diğer üretim faktörlerinin, derebey tarafından tek taraflı olarak belirlenen mal ve hizmetler karşılığında doğal sahiplerine kiralanması eylemi, yine derebey tarafından, bu doğal sahiplerin isteklerinin tersine, kendi istismarcı yöntem ve davranışlarına katılma ve ortak olma izni verilmek suretiyle hizmetleri derebey tarafından ödüllendirilen, ve ordu mensuplarından oluşan bir soylu sınıfının yardımıyla, kaba güç ve silahlı şiddet kullanarak zorlanmıştır. Bu düzene maruz kalan sıradan insan için hayat, zulüm, istismar, ekonomik durgunluk, fakirlik, açlık ve çaresizlik anlamına gelmekteydi2. Bekleneceği üzere bu sisteme karşı bir direnç vardı. Fakat (bugünkü bakış açısından) çok ilginçtir ki, mevcut düzenden en fazla acı çeken kesim köylü nüfusu değil, feodal sisteme karşı başı çeken muhalifler haline gelen ticaret adamları idi. Sürekli yaptıkları iş olan, bir yerden daha düşük fiyata alıp, seyahat edip, başka bir yerde daha yüksek fiyata satmak, belli bir derebeye itaat etme mecburiyetlerini nispeten zayıflatmıştır. Özünde, sürekli olarak değişik derebeylik bölgelerinden geçen “uluslararası” adamların oluşturduğu bir sınıftılar. Hal böyleyken, iş yapabilmek için sabit, uluslararası geçerlilikte yasal bir sisteme ihtiyaç duymaktaydılar: büyük ölçekli ticaret işi için elzem olan, kredi kurumlarının, bankacılığın ve sigortacılığın evrimleşmesine imkan sağlayacak, zaman ve mekana bağlı olmaksızın geçerli, mülkiyet ve mukaveleyi tarif eden, kurallardan oluşan bir sistem. Doğal olarak bu, tüccarlarla, çok çeşitli, keyfi, bölgesel yasal sistemlerin temsilcileri olan derebeyler arasında bir sürtüşmeye sebep olmuştur. Tüccarlar, kendilerini sürekli olarak kontrolleri altında tutmaya çalışan asil askeri sınıf tarafından tehdit ve taciz edilen, feodalizmin dışlanan sınıfı haline gelmiştir3. Bu tehditlerden kaçabilmek için tüccarlar kendilerini organize etmek ve feodal güç merkezlerinin en kenarlarında, küçük, müstahkem ticaret mekanları kurulmasına destek olmak zorundaydılar. Kısmen bölge dışı ve kısmen de özgür mekanlar olarak, buraları gitgide artan sayıdaki, feodal suistimal ve ekonomik sefaletten kaçan köylüleri cezbetmiş, ve feodal düzenin kendi karakteristiği olan suistimal ve yasal dengesizlik civarında ortaya çıkamayacak olan zanaatkarlık ve üretken girişimlerin gelişmesini besleyen küçük şehirler halini almıştır. Bu süreç, özellikle feodal güçlerin nispeten zayıf olduğu ve gücün coğunlukla çok sayıdaki daha küçük, rakip derebeyler arasında dağılmış olduğu yerlerde daha belirgin hale gelmiştir. Kuzey İtalya’nın şehirleri, Hansa Birliği’ne dahil şehirler ve Flamanya, kapitalizm ruhunun ilk yeşerdiği ve ticaret ve üretimin en yüksek seviyelerine ulaştığı yerler olmuştur.4 Feodalizmin bu kısıtlamaları ve durgunluğundan kısmi kurtuluş sadece geçici olmuş ve akabinde bazı tepkiler ve gerilemeler meydana gelmiştir. Bu kısmen yeni tüccar sınıfı hareketinin içindeki zayıflıktan kaynaklanmıştır. Feodal düşünce tarzı, kişilere atanan farklı kademeler, itaat ve güç ve düzenin kişilere baskı yoluyla dayatılması şeklinde, insanların kafalarında halen çok kökleşmiş bir şekilde yer almaktaydı. Dolayısıyla, bu yeni ortaya çıkan ticaret merkezlerinde, kısa süre sonra, mukaveleye dayanmayan – ama şimdi “burjuva” kaynaklı – yeni bir takım düzenleme ve kısıtlamalar yerleşmeye başlamış, serbest rekabeti sınırlayan loncalar kurulmuş, ve yeni bir tüccar oligarşisi meydana çıkmıştır5. Ancak, bu tepkisel süreç için daha önemli olan başka bir gerçek daha vardı. Çeşitli derebeylerin istismarcı müdahalelerinden kurtulma gayretindeki tüccarlar, kendilerine doğal müttefikler bulmak zorundalardı. Anlaşılacağı üzere, bu tür müttefikleri, soylu emsallerine kıyasla daha güçlü olmalarına karşın, güçlerinin merkezi, yardım arayışı içinde olan ticari şehirlere nispeten uzakta bulunan, derebeyler sınıfından bulmuşlardır. Tüccar sınıfıyla işbirliğine girmek suretiyle, güçlerinin halihazırdaki menzilini, diğer küçük derebeylerin pahasına, artırmaya çalışmışlardır6. Bu hedeflerine ulaşmak için de ilk olarak, yükselen yerleşim merkezlerine, feodal yönetimin kendi tebaasındakilere zorunlu kıldığı “normal” yükümlülüklere bazı muafiyetler bahşetmiş, bu şekilde buraların kısmi özgür bölgeler olarak kalmasını garanti etmiş ve komşu feodal güçlere karşı koruma sunmuştur. Bu koalisyonun, yerel derebeyleri zayıflatma yönündeki ortak girişimi başarıya ulaşır ulaşmaz ve ticaret şehrinin “yabancı” feodal müttefiki bu yolla kendi geleneksel alanının dışında gerçek bir güç olarak ortaya çıkmasıyla birlikte, daha da ilerlemiş ve kendini feodal bir süper güç olarak kabul ettirmiştir. Başka bir deyişle, halihazırda var olan feodal sistemin üzerine kendi istismarcı kurallarını koyan bir kralın varlığındaki bir monarşi. Mutlakiyet artık doğmuştur; ve bu daha büyük ölçekteki bir feodalizmden başka birşey olmadığı için, ekonomik düşüş yeniden başlamış, şehirler dağılmış ve durgunluk ve sefalet geri dönmüştür7 . Ancak onyedinci yüzyılın sonları ile onsekizinci yüzyılın başlarında, feodalizm yine çok ağır bir saldırıya maruz kalmıştır. Bu seferki saldırı daha ciddiydi, çünkü artık becerikli adamların – tüccarların – kendi pratik işlerini yapabilecekleri, nisbi özgürlük alanlarını koruma çabaları değildi sadece. Bu, feodalizme karşı verilen gitgide şiddetlenen ideolojik bir savaştı. Ticaret ve endüstride yaşanmış olan yükseliş ve düşüşün sebepleri hakkındaki entelektüel düşünce ile birlikte tüccarların uluslararası bir ticaret yasası geliştirme ve bunu feodal kanunun rekabetçi iddiaları karşısında haklı çıkarma mücadeleleri esnasında yeniden keşfettikleri, Roma Hukuku ve özellikle de Doğal Hukuk üzerine yapılan daha yoğun çalışmalar, özgürlük mefhumunun daha sağlam kavranmasına ve özgürlüğün zenginlik için bir önşart olduğunun anlaşılmasına sebep olmuştur8. J.Locke’nin “Hükümet Üzerine İki İnceleme” 1688, ve A.Smith’in “Milletlerin zenginliği” 1776, gibi çalışmalarıyla zirveye ulaşan bu fikirler yayıldıkça ve sürekli genişleyen bir çemberdeki insanların fikirlerini meşgul ettikçe, eski düzen meşruiyetini kaybetmiştir. Feodal bağlara dayalı eski düşünce tarzı, yavaş yavaş yerini mukaveleye dayalı bir toplum fikrine bırakmıştır. En sonunda da, genel görüş şartlarındaki bu değişimin bir dışa vurumu olarak, 1688’de İngiliz Şanlı İhtilali, 1776’da Amerikan İhtilali ve 1789’da Fransız İhtilali meydana gelmiştir; bu ihtilaller gerçekleştikten sonra da artık hiçbir şey aynı kalmamıştır. Bu olaylar, eski düzenin yenilmez olmadığını kati surette ispatlamış ve özgürlük ve zenginlik yolundaki ilerleme için yeni bir umut ışığı olmuştur. Bütün dünyayı sarsan bu olayları meydana getiren ideolojik hareket olarak adlandırılmaya başlanan Liberalizm, bu ihtilaller neticesinde her zamankinden daha güçlü ortaya çıkmış ve yarım yüzyıldan daha uzun bir süre Batı Avrupa’da hakim ideolojik güç olmuştur. Bu, özgürlük ile meşgale ve mukavele yoluyla edinilen özel mülkiyetin tarafındaki ve devlete sadece bu doğal kuralların korunmasını ve zorlanması rolünü atayan bir partiydi9. İdeolojik temelleri sarsılmış olmasına rağmen, feodal sistemin kalıntılarının halen her yerde yürürlükte olduğu bir ortamda, artan oranda özgürleşmiş, kısıtlamaları kaldırılmış, mukaveleye bağlanmış toplumu içerde ve dışarda, yani yurtiçi ve yurtdışı iş ve ilişkileri bakımından, temsil eden bir partiydi bu. Ve liberal fikirlerin baskısı altındaki Avrupa toplumlarının feodal kısıtlamalardan daha da bağımsız hale gelmesiyle birlikte, bizzat bu özgürleşme sürecinin sebep olup tetiklediği Endüstriyel Devrimin de partisi olmuştu. İnsanlığın daha önce yaşamadığı bir hızda bir ekonomik gelişme ortaya çıkmıştı. Endüstri ve ticaret serpilmiş, sermaye oluşumu ve birikimi yeni rekorlar kırmıştı. Hayat standardı herkes için hemen artmamakla birlikte, daha çok insanın desteklenmesi mümkün hale gelmiştir – yani, birkaç yıl öncesine kadar, feodalizm altında ekonomik zenginliğin olmamasından dolayı açlıktan ölmüş olması gerekirken şimdi hayatta kalabilen insanlar. Buna ek olarak, sermaye artış oranının altında takip eden nüfus artışıyla birlikte, artık herkes, gerçekçi bir şekilde, hemen köşe başında duran, yaşam standardını yükseltme umudu besleyebilmiştir10. Muhafazakarlık olgusunun bir tür sosyalizm olması ve Marksizmden kaynaklanan sosyalizmin iki versiyonu ile olan bağlantısı, işte bu tarihsel altyapı (tabi ki, biraz basitleştirilmiş bir halde yukarıda sunulduğu üzere) dahilinde görülmeli ve anlaşılmalıdır. Sosyalizmin tüm formları, liberalizmin ilerlemesiyle ortaya çıkan meydan okumaya karşı ideolojik tepkilerdir; fakat bunların liberalizm ve – liberalizmin imha edilmesine katkıda bulunduğu eski düzen olan – feodalizm karşısındaki duruşları oldukça farklıdır. Liberalizmin ilerlemesi, daha önce duyulmamış ölçüde bir hız, kapsam ve çeşitlilikte, sosyal değişimi harekete geçirmiştir. Toplumun liberalleşmesi, edinilmiş bir sosyal mevkinin, artan oranda, gönüllü tüketicilerin en acil isteklerini, mümkün olan en az maliyetle, en randımanlı şekilde üreten ve üretim faktörlerinin ve özellikle de işgücünün istihdam edilmesi hususunda, münhasıran akdi ilişkilere itimat eden kişilerde kalmasını ifade ediyordu. Sırf baskıyla ayakta tutulan imparatorluklar bu baskı altında ufalanıyordu. Artık kendisini, daha çok, tüketici talebine göre (tersi yönde değil) ayarlaması gereken üretim yapısı sürekli değişiyor, ve yeni girişimlerin çoğalması gitgide daha az denetleniyor olduğundan (ilk tahsisat ve mukavelenin bir sonucu oldukları sürece), hiç kimsenin gelir ve zenginlik hiyerarşisindeki nisbi mevkii artık güven altında değildi. Bunun yerine aşağı ve yukarı yöndeki sosyal hareketlilik önemli ölçüde artmıştı, zira ne belirli faktör sahiplerinin ne de belirli işgücü hizmetlerinin talepteki ilgili değişimler karşısında bağışıklığı yoktu. Bundan böyle, garanti edilmiş sabit fiyatlar ve sabit gelirler diye bir şey kalmamıştı11. Eski Marksist ve yeni sosyal demokratik sosyalizm, bu değişim, belirsizlik ve hareketlilik meydan okumaları karşısında eşitlikçi ve ilerici cevaplardı. Liberalizm gibi onlar da feodalizmin imhasını ve kapitalizmin gelişmesini selamlıyorlardı. İnsanları istismarcı feodal bağlardan kurtaran, ve ekonomide devasa gelişmelere yol açan şeyin kapitalizm olduğunun farkındaydılar; ve kapitalizmin ve beraberinde getirdiği üretken güçlerin, sosyalizm yönünde gerekli ve pozitif evrimsel adımlar olduğunu anlıyorlardı. Onların algıladığı şekliyle, sosyalizm, liberalizmle aynı hedefleri paylaşıyordu: özgürlük ve refah. Fakat, sosyalizm, gelişiminin en yüksek evresindeki kapitalizmin – yani az önce bahsedilen, değişim, hareketlilik, belirsizlik ve sosyal dokudaki huzursuzluğa sebep olan özel rekabetçilerin üretim anarşisinin – yerine, rasyonel planlanan ve koordine edilen bir ekonominin konulması ve böylece bu değişimden meydana gelen güvensizliğin bireysel seviyede hissedilmesinin engellenmesi ile liberalizmin başarılarını sözde geliştirecektir. Tabi ki bu, son iki bölümde de açıkça gösterildiği üzere, ne yazık ki, muğlakta kalan bir fikirdir. Tam da bu, yeniden dağıtımcı önlemler vasıtasıyla bireylerin değişime karşı duyarsızlaştırılması olayı, gelecekteki değişimlere çabuk adapte olabilme insiyakını ortadan kaldırır ve dolayısıyla üretilen mamülün değerini, tüketici değerlendirmesi açısından, düşürür. Ve sahiden de, sözde koordine olmayan pek çok planın yerine başka bir planın geçirilmesi sebebiyle, bireysel özgürlükler daraltılmış, ve buna bağlı olarak, bir adamın diğerleri üzerindeki iktidarı güçlendirilmiş olur. Muhafazakarlık ise, diğer yandan, liberalize olmuş toplumun harekete geçirdiği değişim dinamiğine karşı, eşitlik karşıtı, tepkisel cevaptır: liberallik karşıtıdır ve liberalizmin başarılarını kabul etmek yerine, eski feodalizm sistemini, düzenli ve istikrarlı olarak idealize etmek[ülküleştirmek] ve yüceltme eğilimindedir12. Devrim sonrası bir hadise olarak, devrim öncesi duruma mutlak surette ve tam olarak geri dönülmesini savunmaz ve bazı değişiklikleri, her ne kadar esefle karşılasalar da, geri dönülmez olarak kabul eder. Liberalizasyon süreci esnasında, mülklerinin tamamını veya bir bölümünü, doğal sahiplerine bırakmak zorunda kalan eski feodal güçlere bir zamanki mevkilerinin iade edilmesi çok da tedirginlik yaratacak bir durum değildir ve statükonun, yani var olan son derece farklı mülkiyet, servet ve gelir vaziyetinin muhafazası fikrini kesin ve açık bir şekilde yayarlar. Liberalizm ve kapitalizmin meydana getirdiği, hareketlilik süreci ve daimi değişimi mümkün olduğunca tamamen durdurmak veya yavaşlatmak, ve bunun yerine herkesin güvenli bir şekilde, geçmişin kendine atadığı mevkide kaldığı düzenli ve istikrarlı sosyal sistemin yeniden kurulması fikrindedirler13. Bunu yapabilmek için, muhafazakarlık, mülkiyetin ve ondan türetilen gelirin gayrinakdi yollarla ediniminin ve alıkonmasının meşruiyetini savunmak zorundadır ve de savunmuştur, çünkü gelirin ve servetin nisbi dağılımındaki değişimi sürekli kılan şey, tam anlamıyla, bu münhasıran akde dayanan ilişkilerdir. Tıpkı feodalizmin güç kullanarak, mülkiyet ve servet edinimine ve tutulmasına izin verdiği gibi, muhafazakarlık da insanların mevcut gelir ve servet durumlarını ilk tahsisat ve mukavele yoluyla mı edindikleri veya alıkoydukları konusunu göz ardı etmektedir. Bunun yerine muhafazakarlık, bir kez kurulmuş bir malikler sınıfı için, gelir ve servet sosyal hiyerarşisindeki nisbi mevkilerine bir tehdit olarak düşündükleri her türlü sosyal değişimi durdurma hakları olmasını, çeşitli üretim faktörlerinin farklı şahsi sahip-kullanıcıları böyle bir mutabakata varmamış olsalar bile, meşru ve uygun olarak görmektedir. O zaman muhafazakarlığı, foedalizmin bir varisi olarak nitelendirmek gerekir. Ve feodalizmin aristokratik sosyalizm (yukardaki tarifte de yeterince açık olduğu üzere) olarak tanımlanması gerektiği gibi, muhafazakarlığın da burjuva düzeninin sosyalizmi olarak düşünülmesi gerekir. Sosyalizmin hem eşitlikçi hem de muhafazakar versiyonunun ideolojik tepki olarak karşısına çıktığı, liberalizm, itibarının zirvesine ondokuzuncu yüzyılın ortalarında ulaşmıştır. Muhtemelen en son parlak başarısını, 1846 İngiltere’sinde, R. Cobden, J. Bright ve mısır kanunu karşıtı ittifak tarafından başarılan, mısır kanununun feshedilmesi, ve kara Avrupası’ndaki 1848 devrimleri ile yaşamıştır. Bundan sonra, liberalizmin ideolojisindeki dahili zayıflıklar ve tutarsızlıklar14, ulus devletlerin emperyalist serüvenlerinin meydana getirdiği saptırma ve bölünmeler ve son ama en az bunlar kadar önemli olarak, sosyalizmin değişik versiyonlarının, toplumun halen de devam etmekte olan dinamik değişim ve hareketliliğe olan nefreti karşısında verdiği çeşitli güven ve istikrar taahhütlerinin çekiciliği neticesinde15, liberalizmin gerilemesi başlamıştır. Sosyalizm, gittikçe, baskın bir ideolojik güç olarak yerini almaya başlamış, ve böylece liberalleşme sürecini tersine çevirmiş ve topluma, bir kez daha, gayrinakdi unsurları, artarak empoze etmiştir16 . Farklı zaman ve yerlerde, sosyalizmin değişik tipleri, kamuoyunda farklı derecelerde destek bulmuştur, öyle ki bugün bütün bunların izlerini her yerde çeşitli derecelerde bir arada bulmak ve bunlara bağlı üretim süreci üzerindeki fakirleştirme etkilerini, servetin korunmasını ve karakter oluşumu üzerindeki bileşimini gözlemek mümkündür. Fakat burada özellikle vurgu yapılması gereken, muhafazakarlık sosyalizminin etkileridir, çünkü bu çoğu zaman görmezden gelinmekte veya azımsanmaktadır. Eğer bugün Batı Avrupa toplumları sosyalist olarak tanımlanıyorsa, bunu eşitlikçi fikirlerden ziyade, daha çok muhafazakarlık sosyalizminin etkilerine borçludur. Ancak, muhafazakarlığın etki kurmadaki kendine has yöntemi, bunun çoğunlukla neden fark edilmediğini açıklar. Muhafazakarlık sosyal yapıya, sadece politikaya hükmederek şekil vermez; özellikle Avrupa gibi feodal geçmişini hiçbir zaman tamamen üzerinden atamayıp, çok sayıdaki feodal kalıntının liberalizmin zirvesi sonrasında bile hayatta kaldığı toplumlarda. Muhafazakarlık gibi bir ideoloji, son derece fark edilmez bir şekilde, sadece statükoyu koruyarak ve işlerin çok eski geleneklere göre yürütülmesini sağlayarak da etki kurar. Peki, o zaman, günümüz toplumuna özel muhafazakar unsurlar nelerdir, ve ne şekilde bir nisbi fakirleşmeye neden olurlar? Bu soruyla, muhafazakarlığın sistematik analizine ve onun ekonomik ve sosyo-ekonomik etkilerine dönmüş oluyoruz. Muhafazakarlığın altında yatan mülkiyet kurallarının soyut olarak nitelendirilmesi ve bu kuralların doğal mülkiyet teorisi açısından tarif edilmesi, yine başlangıç noktası olacaktır. Böyle olan iki kural vardır. Birincisi, sosyal demokrat tipi sosyalizmde olduğu gibi, muhafazakarlık sosyalizmi, özel mülkiyeti men etmez. Tam tersine: her şey – tüm üretim faktörleri ve üretken olarak kullanılmayan tüm servet – prensipte özel olarak sahiplenilebilir, satılabilir, alınabilir, kiralanabilir, ama tabi ki yine, eğitim, trafik ve haberleşme, merkez bankacılığı ve güvenlik sağlanması gibi alanlar istisna olmak kaydıyla. Fakat ikinci olarak, hiçbir malik mülkiyetinin ve bunun kullanımından elde edeceği gelirin tamamına sahip değildir. Bilakis bunların bir bölümü mevcut malikler ve gelir sahiplerinden oluşan topluma aittir, ve toplumun şimdi ve gelecekte üretilecek gelir ve serveti bireysel üyelerine, gelir ve servetin eski nisbi dağılımını koruyacak şekilde tahsis etme hakkı vardır. Bu şekilde yönetilen gelir ve servet paylarının ne kadar büyük veya küçük olacağının ve var olan gelir ve servet dağılımının korunması için tam olarak ne gerektiğinin belirlenmesi hakkı da yine topluma aittir17. Mülkiyetin doğal teorisi açısından bakıldığında, muhafazakarlığın mülkiyet düzenlemeleri, doğal maliklerin haklarına yine bir saldırıyı ima etmektedir. Eşyaların doğal sahipleri bir başkasının mülkiyetinin fiziksel bütünlüğünü, davet olmaksızın değiştirmedikleri sürece, bunlarla istediklerini yapabilirler. Bu, özellikle, mülkiyetlerini değiştirme veya talepte öngördükleri değişimlere uyum sağlama ve böylece değerlerini koruma ve mümkünse artırma amacıyla, bunları farklı bir kullanıma sokma hakları olduğunu ima eder; ve bu onlara aynı zamanda, talepte öngörülemeyen değişimlerden – yani onlar için şanslı olan fakat öngöremedikleri veya oluşturamadıkları değişimlerden dolayı artan mülkiyet değerlerinden elde edilecek menfaatlerden özel olarak istifade etme hakkını da verir. Fakat bu aynı zamanda, doğal mülkiyet teorisi prensiplerine göre, tüm doğal malikleri sadece fiziksel istilaya ve mülkiyet ünvanındaki gayrinakdi edinim ve aktarımlara karşı koruyacağı için, herkesin sabit şekilde ve sürekli olarak, diğer maliklerin kendi mülkiyetleri ile yapacağı faaliyetlerden veya talepteki değişimlerden dolayı, mülkiyet değerlerinin mevcut olan seviyeden daha aşağı düşmesi riski altında olduğu anlamına gelir. Ama bu teoriye göre, hiç kimse mülkiyetinin üzerindeki değere sahip değildir ve dolayısıyla hiç kimse, hiçbir zaman, mülkiyet değerlerinin korunması ve iade edilmesi hakkına sahip değildir. Bununla karşılaştırıldığında, muhafazakarlık, değerlerin tam olarak da bu şekilde korunması ve iade edilmesi ve bunların nisbi olarak dağıtılmasını hedefler. Ve bu, tabi ki, ancak mülkiyet ünvanlarının atanmasındaki bir yeniden dağıtım ile mümkün olabilir. Hiç kimsenin mülkiyet değerleri, münhasıran, kendi mülkiyeti ile kendi yaptığı faaliyetlere bağlı olmadığından, fakat aynı zamanda ve kaçınılmaz bir şekilde, başka insanların kendi kontrolleri altındaki(ve başkasının ötesindeki) kıt kaynaklar ile yaptıkları faaliyetlere bağlı olduğundan, mevcut mülkiyet değerlerini korumak için birileri – tek bir kişi veya bir grup insan – tüm kıt kaynaklara (yani bir kişi veya grubun gerçekte kontrol edip kullandıklarından çok daha ötesinde) haklı olarak sahip olması gerekir. Bunlara ek olarak, bu grubun tüm insanların vücutlarına da genel anlamıyla sahip olması gerekiyor, çünkü bir insanın vücuduyla yapacağı her türlü kullanım da mevcut mülkiyet değerlerini (artırabilir veya azaltabilir) etkileyebilir. Bu yüzden, muhafazakarlığın hedefini gerçekleştirebilmesi için, kıt kaynakların mülkiyet ünvanlarının, kullanıcı-sahip insanlardan, geçmiş üreticiler olarak hünerleri ne olursa olsun, kullanımının, değerlerin mevcut dağılımında bir değişikliğe yol açmış olan şeyleri, şu anda kullanmayan veya mukavele yoluyla edinmeyen insanlar yönünde yeniden dağıtılması gerekir. Bunun anlaşılmasıyla birlikte, muhafazakarlığın genel ekonomik etkileri ile alakalı ilk sonuç elimizin altında olmuş olur: eşyaların doğal sahiplerinin, kullanıcı olmayan, üretici olmayan ve mukaveleye taraf olmayanlar lehinde tamamen veya kısmen istimlak edilmeleri ile birlikte muhafazakarlık, doğal sahipleri var olan mülkiyetlerinin değeri ile ilgili bir şey yapma ve talepteki değişime uyum sağlama insiyakını yok eder veya azaltır. Talepteki değişikliğin fark edilmesi ve öngörülmesi, var olan mülkiyetin süratle ayarlanıp, değişen koşullara uygun bir şekilde kullanımı, üretken çabaların artırılması ve tasarruf ile yatırım insiyakı azalmış olur, zira bu tür davranışlardan elde edilecek olası kazançlar artık, özel olarak tahsis edilemeyip sosyalize edilecektir. Buna bağlı olarak da, kişinin, mülkiyet değerinin mevcut seviyenin altına düşmesi hususundaki daimi riskten kaçınmak için, hiçbir şey yapmama insiyakı artırılmış olur, zira bu tür davranıştan dolayı edilecek zararlara, yine şahsen katlanmak zorunda kalınmayacağı gibi bunlar da sosyalize edilecektir. Dolayısıyla, tüm bu aktiviteler – risklerden kaçınmak, bilinçlilik, uyum yeteneği, çalışma ve tasarruf – maliyetlidir ve zamanın ve muhtemelen, aynı anda alternatif başka yollarda kullanılabilecek (örneğin aylaklık ve tüketim için) kıt kaynakların kullanımını gerektireceğinden, bahsi geçen ilk aktiviteler azalır, sonrakiler ise artar ve bunun sonucunda genel hayat standardı düşer. Böylelikle, mevcut değerlerin ve farklı bireyler arasındaki mevcut değer dağılımının korunmasındaki muhafazakar hedefe ancak, yeni üretilen ve eski korunmuş değerlerin toplamındaki genel nisbi düşüş, yani düşen sosyal servet, ile ulaşılabilir. Ekonomik analiz açısından, muhafazakarlık sosyalizmi ile sosyal demokrat tipi sosyalizm arasında çarpıcı bir benzerlik olduğu, şu anda, muhtemelen ortaya çıkmış durumdadır. Sosyalizmin bu her iki biçimi de, mülkiyet ünvanlarının üretici/mukavelecilerden alınıp üretici olmayan ve mukaveleci olmayanlara verilmesini içermekte, ve böylece her ikisi de üretim ile gelir ve servetin gerçek edinimi sürecini birbirinden ayırmaktadır. Bunu yaparak, her ikisi de gelir ve servet edinimini politik bir olay haline getirmektedir. Öyle bir olay ki, uygulanışı esnasında bir (grup) kişi, kıt araçların kullanımı konusundaki kendi iradesini, boyun eğmeyen diğerleri üzerine zorlayabilecektir; sosyalizmin bu iki versiyonu da, prensipte, üretilen tüm gelir ve servet üzerinde, üretmeyen kesim lehinde, tam sahiplik iddiasında bulunmalarına rağmen, programlarının tedrici üslupla uygulanmasına izin verip, değişen derecelerde gerçekleştirmişlerdir; ve her ikisi de, tüm bunların neticesi olarak, ilgili politika gerçekte uygulamaya konulduğu ölçüde, mecburen, nisbi fakirleşmeye neden olacaktır. Muhafazakarlık ile sosyal demokrat tipi olarak adlandırılan sosyalizmin arasındaki fark, münhasıran, üreticilerden gayrinakdi olarak alınan gelir ve servetin daha sonra üretici olmayanlara yeniden dağıtılması konusunda değişik yollar tercih eden, farklı insanlara veya aynı insanlardaki farklı hassasiyetlere başvurmaları gerçeğinde yatmaktadır. Yeniden dağıtımcı sosyalizm, gelir ve serveti, üretici olmayanlara, servet ve gelir alıcılarının sahipleri olarak geçmiş başarılarına bakılmaksızın tahsis eder ve hatta mevcut farklılıkları yok etmeye çalışır. Diğer taraftan muhafazakarlık, geliri üretici olmayanlara, geçmişte eşit olmayan gelir ve servet mevkileri ile bağlantılı olarak tahsis eder ve mevcut gelir dağılımı ve mevcut gelir farklılıklarını sabitlemeye çalışır18 . Aradaki fark, dolayısıyla, sadece sosyo-psikoloji ile alakalıdır: farklı dağıtım motifleri desteklenerek, üretici olmayan farklı gruplara ayrıcalık tanınmış olur. Yeniden dağıtımcı sosyalizm, üretici olmayanlar arasından özellikle yoksulları destekler, ve bilhassa üreticiler arasından varlıklılara zarar verir; ve buna bağlı olarak, taraftarlarını çoğunlukla bahsi geçen ilk kesimden, düşmanlarını ise ikinci kesimden bulma eğilimindedir. Muhafazakarlık, üretici olmayan gruplar arasından varlıklılara avantaj sağlar, ve özellikle üretici olan insanlar arasından yoksulların çıkarlarına zarar verir; ve böylece destekçilerini esas olarak bahsi geçen ilk grubun saflarından bulma eğiliminde olup, ikinci grup insanlar arasında kırgınlık, çaresizlik, ümitsizlik yaymaktadır. Fakat, her iki sosyalizm sistemi de, ekonomik açıdan, birbirine çok benzese de, sosyo-psikolojik temelleri bakımından aralarında var olan fark, kendi ekonomileri üzerinde yine de tesirlidir. Şüphesiz ki bu tesir, her ikisinde de olan, üreticilerin istimlak edilmesinden (yukarda açıklandığı gibi) doğan genel fakirleşme sonuçlarını etkilemez. Bunun yerine, bir yanda sosyal demokratik sosyalizmin, diğer yanda ise muhafazakarlığın, kendi dağıtımcı hedeflerine ulaşmak için var olan özel enstrüman veya teknikler arasından yaptığı seçimleri etkiler. Sosyal demokratik sosyalizmin en favori tekniği, bir önceki bölümde açıklanıp analiz edildiği gibi, vergilendirmedir. Muhafazakarlık da bu yöntemi kullanabilir tabi ki; ve gerçekten de, en azından politikalarının icrasını finanse etmek için, belli bir ölçüye kadar da bunu kullanmak zorundadır. Fakat vergilendirme tercih ettiği teknik değildir, ve bunun açıklaması da muhafazakarlığın sosyal-psikolojisi içerisinde bulunabilir. Gelir, servet ve statüde eşit olmayan mevkilerin statükosunu korumaya adanmış olarak, vergilendirme, muhafazakar hedeflere ulaşmak için, adeta fazla ilerici bir enstrümandır. Vergilendirmeye başvurmak, önce gelir ve servet dağılımındaki değişikliklerin oluşmasına izin vermek, ve ancak bunlar meydana geldikten sonra, birilerinin durumu tamir edip, eski düzeni yeniden kurması anlamına gelir. Ancak yola bu şekilde devam etmek, sadece, özellikle ilk olarak nisbi mevkilerini kendi çabaları sayesinde gerçekten geliştiren ve sonrasında eski durumlarına geri döndürülenler arasında kötü hislere neden olmakla kalmaz. Fakat aynı zamanda, ilerlemenin oluşmasına izin verip, tekrar tersine çevirerek, muhafazakarlık kendini haklı çıkarma nedenlerini, yani halihazırdaki gelir ve servet dağılımı meşrudur çünkü bu her zaman var olmuş olan düzendir fikrini zayıflatmış olur. Bu yüzden, muhafazakarlık, değişimin en başta oluşmamasını tercih eder ve tam da bunu sağlayacak, ya da daha doğrusu bu tür değişimlerin daha az belirgin olmasına yardımcı olacak, politik önlemler kullanmayı yeğler. Bununla alakalı, üç genel politik önlem tipi vardır: fiyat kontrolleri, nizamnameler, davranış kontrolleri. Her biri, muhakkak ki, vergilendirmede olduğu gibi, sosyalistik önlemlerdir, fakat çok ilginçtir ki, yine her biri, değişik toplumlardaki genel sosyalizm derecesinin değerlendirilmesi girişimlerinde, vergilendirmenin bu bağlamda gereğinden fazla önemsendiği gibi, umumiyetle ihmal edilmiştir19 . Muhafazakarlığa has bu politika tasarılarını sırasıyla tartışmaya başlayacağım. Fiyatlarda (nisbi olarak) meydana gelecek her türlü değişim, ilgili mal veya hizmetleri sağlayan insanların nisbi mevkilerinde açıkça değişikliğe sebep olacaktır. Dolayısıyla, mevkilerini sabitlemek amacıyla tüm yapılması gereken fiyatların sabitlenmesiymiş gibi görünmektedir – bu, fiyat kontrolleri uygulaması için, muhafazakarlığın öne sürdüğü gerekçedir. Çıkarılan bu sonucun geçerliliğini kontrol etmek için, fiyat sabitlemelerinin ekonomik etkilerinin incelenmesi gerekir20 . Başlangıç olarak, bir ürün veya bir ürün grubu için seçici bir fiyat kontrolünün yürürlüğe konulması ve mevcut piyasa fiyatının, bu ürünün altında veya üstünde satılamayacağı bir fiyat olarak hükme bağlandığı, farz edilmiştir. Şimdi, sabit fiyat, piyasa fiyatı ile aynı olduğu sürece, fiyat kontrolü etkisiz olacaktır. Fiyat sabitlemeye has etkiler, ancak bu eşitlik var olmadığı zaman meydana gelir. Ve herhangi bir fiyat sabitlemesi, fiyat değişimlerini meydana getirecek sebepleri ortadan kaldırmayıp, bunlara önem verilmemesine hükmettiği için, bu durum, söz konusu ürün için talepte, her ne sebepten olursa olsun, bir değişiklik olduğu anda, meydana gelir. Talebin artması (ki, kontrol olmasaydı fiyat da artardı) durumunda sabit fiyat etkin bir şekilde azami fiyata dönüşür, yani, üstünde satılması yasadışı bir fiyat. Talep düşerse (ki kontrol olmadan fiyat düşerdi), o zaman sabit fiyat etkin asgari fiyat halini alır, yani, altında satılması yasadışı bir fiyat. Azami bir fiyat dayatmanın sonucu, sağlanan mallarda meydana gelecek aşırı taleptir. Sabit fiyattan almaya razı herkes bunu başaramaz. Bu noksanlık, fiyatların artan taleple birlikte yükselmesine izin verilmediği sürece devam edecek, ve dolayısıyla, (muhtemelen zaten marjinal maliyetlerin, yani, ilgili ürünün son biriminin üretim maliyetinin, marjinal gelire eşit olduğu noktada üretim yapan) üreticiler için, ek kaynakların ilgili üretim hattına yönlendirilmesi, ve dolayısıyla zarara uğramadan üretimin artırılması imkansız hale gelecektir. Kuyruklar, karneye bağlama, adam kayırmacılık, el altı ödemeleri, kara borsa, hayatın değişmeyen unsurları haline gelir. Ve darlıklar ile beraberinde getirdiği diğer yan etkiler daha da artacaktır, zira fiyat kontrolü uygulanan mallardaki aşırı talep kontrol edilmeyen diğer mallara (tabi ki, özellikle de onları ikame edecek olan) sıçrayacak, onların (nisbi) fiyatlarını artıracak, ve böylece kaynakları, kontrol edilen üretim hatlarından, kontrol edilmeyene kaydırmak üzere ek bir insiyak yaratacaktır. Asgari bir fiyatın dayatılması, yani, olası piyasa fiyatının üzerinde olan, ve altında satış yapmanın yasadışı olduğu fiyat, benzer bir şekilde, talebin üzerinde aşırı bir arz yaratır. Bir türlü alıcı bulamayan, üretilmiş mal fazlalığı oluşacaktır. Ve yine: bu fazlalık, fiyatların söz konusu ürün için azalan taleple birlikte, düşmesine izin verilmediği sürece devam edecektir. Birkaç örnek vermek gerekirse, süt ve şarap gölleri, tereyağı ve tahıl dağları, gelişir ve büyür; ve ambarlar doldukça da fazla üretimi tekrar tekrar imha etmek(veya buna alternatif olarak üreticilere fazladan üretmemelerine karşılık ödeme yapmak) zorunlu hale gelir. Suni yüksek fiyat bu alana daha da yüksek kaynak yatırımı çekmek suretiyle, fazladan üretim daha da tahrik edilmiş olur. Ve bu kaynaklar, böylece aslında daha çok (tüketici talebi açısından) ihtiyaç duyulan üretim hatlarından mahrum bırakılır ve neticede buradaki ürün fiyatları artar. Asgari veya azami fiyatlar – yani fiyat kontrollerinin her türlüsü, nisbi fakirleşmeye yol açar. Her durumda, azalan önemdeki üretim hatlarına (tüketici talebi açısından) çok fazla kaynak bağlanıp, ilginin arttığı hatlar için yeteri kadarı mevcut değildir. Üretim faktörleri artık, en acil ihtiyaçların ilk, daha sonraki aciliyettekilerin ikinci vb. gibi karşılanacak şekilde, veya daha doğru bir ifadeyle, her bir ürünün üretimi, marjinal ürünün faydasının, bir başka ürünün marjinal faydasının altına düştüğü (veya üstünde kaldığı) seviyenin üzerinde genişletilemeyecek (veya altına düşürülemeyecek) şekilde, tahsis edilemez. Aksine, fiyat kontrollerinin dayatılması, daha az aciliyetteki ihtiyaçların daha acil ihtiyaçların karşılanmasındaki azalma pahasına tatmin edilmesi anlamına gelir. Ve bu da, hayat standardının azalacağını söylemekten başka bir şey değildir. Suni bir şekilde düşük olarak arz edildikleri için, insanların bazı mallar uğruna çırpınarak boşa zaman harcamaları veya malların suni olarak yüksek arzda tutulması sebebiyle fırlatılıp atılması, azalan sosyal servetin en belirgin semptomlarından sadece ikisidir. Fakat hepsi bundan ibaret değildir. Az önceki analiz, aynı zamanda, muhafazakarlığın kısmi fiyat kontrolleri vasıtasıyla, dağılımsal istikrar hedefine dahi ulaşamayacağını göstermiştir. Sadece kısmen kontrol edilen fiyatlarla, mevcut gelir ve servet mevkilerinde meydana gelecek aksamalar yine de olmak zorundadır, zira kontrol edilmeyen üretim hatlarındaki, veya asgari ürün fiyatlarıyla çalışan üretim hatlarındaki üreticiler, kontrol edilen hatlardaki veya azami ürün fiyatlarıyla çalışan hatlardaki üreticiler pahasına, kayrılmış olur. Dolayısıyla, bireysel üreticilerin, bir üretim hattından daha karlı olan diğer üretim hattına kaymaları yönündeki insiyak sürmüş olur. Bunun sonucunda, girişimcilik atikliği ve bu tür kaymaları öngörüp tatbik etme kabiliyetinde farklılıklar ortaya çıkacak ve bu kurulu düzende aksaklıklara yol açacaktır. O zaman muhafazakarlık, eğer statükonun korunmasına olan bağlılığında gerçekten tavizsiz ise, fiyat kontrollerine tabi malların çemberini sürekli olarak genişletmek zorundadır ve işi komple fiyat kontrolü ve fiyat dondurmaya vardırmadan duramaz. Ancak tüm mal ve hizmetlerin, hem yatırım hem tüketim mallarının fiyatları belli bir seviyede dondurulursa ve üretim süreci bu şekilde talepten tamamen ayrılırsa – kısmi fiyat kontrolü altında, talep ve üretimi, sadece birkaç nokta veya sektörde ayırmak yerine – mevcut dağılım düzeninin tam olarak korunması mümkün olur gibi görünmektedir. Fakat bekleneceği üzere, bu şekilde uygulanacak tam kapsamlı muhafazakarlık için ödenecek bedel, kısmi kontrol için ödenecek olandan daha da yüksektir. Tam kapsamlı fiyat kontrolleri ile birlikte, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet aslında feshedilmiş olur. Özel malikler, halen var olmaya, ismen devam edebilir, fakat kendi mülkiyetlerinin kullanımını belirleme ve faydalı olarak addedilen herhangi bir akdi mübadeleye girişme hakları, tamamen kaybolmuştur. O zaman, üreticilerin bu sessiz istimlakının ilk sonucu, tasarruf ve yatırımdaki azalma ve benzer bir şekilde, tüketimdeki artış olacaktır. Kişi artık, kendi emeğinin meyveleri karşılığında piyasanın kaldıracağı fiyatı isteyemeyeceğinden, en açık tabiriyle, çalışmak için daha az nedeni kalmış olur. Ve buna ek olarak, fiyatlar da sabitlendiği için – tüketicinin söz konusu ürünlere atadığı değerden bağımsız olarak – kişinin halen yapıp üretmekte olduğu belli tipte bir iş veya ürünün kalitesi ile alakalı endişe duyması için de daha az nedeni vardır ve dolayısıyla her türlü ürünün kalitesi düşer. Fakat bundan daha da önemli olan, evrensel fiyat kontrollerinin yarattığı tahsisat kaosundan kaynaklanan fakirleşmedir. Tüm maliyet faktörleri, ve özellikle de işgücü dahil olmak üzere, bütün ürün fiyatları dondurulmuş olsa da, çeşitli ürünlere olan talep yine de sürekli olarak değişmektedir. Fiyat kontrolleri olmasa, fiyatlar bu değişimleri takip ederler ve böylelikle sürekli olarak daha az değerli üretim hatlarından çıkıp daha değerli üretim hatlarına girmeleri hususundaki insiyak yaratılmış olur. Evrensel fiyat kontrolleri altında bu mekanizma tamamen imha edilmiştir. Bir ürüne olan talep artarsa, darlık meydana gelir, zira fiyatların artmasına izin verilmemiştir, ve dolayısıyla, ilgili ürünü üretmek için var olan karlılık da değişmediğinden yeni üretim faktörleri cezbedilmeyecektir. Bunun sonucunda, karşılanmamış olarak bırakılan aşırı talep, diğer ürünlere sıçrayacak ve bunlara olan talebi normalde oluşacak seviyesinden daha yukarıya çekecektir. Fakat burada da fiyatların artan taleple birlikte artmasına izin verilmemiştir ve yine darlık meydana gelecektir. Ve bu, en acilen istenen üründen, ikincil önemdeki ürüne ve yine, kontrol edilen fiyattan dolayı herkesin satın alma girişimleri tatmin edilemeyeceği için, buradan daha da az alakalı ürünlere doğru kayan talep süreci, sürekli olarak devam etmek zorundadır. En sonunda da, başka alternatif kalmadığı ve insanların halen harcamak zorunda oldukları kağıt paraların, satıştaki en değersiz üründen bile daha düşük hakiki değeri olmasından doğan aşırı talep, aslında talebi düşen ürünlere sıçrayacaktır. Dolayısıyla, düşen talebe karşılık, fiyatların düşmesine izin verilmemesinden dolayı, fazlalık ortaya çıkan üretim hatlarında bile, ekonominin diğer bölümlerinde karşılanmayan talebin bir neticesi olarak, satışlar yeniden artmaya başlar; suni olarak yüksek tutulan fiyatlara rağmen fazlalıklar yeniden satılır hale gelir; ve karlılığın bu sayede yeniden oluşmasıyla birlikte, burada bile sermayenin başka yere akışı engellenmiş olur. Tam kapsamlı fiyat kontrollerinin dayatılması, üretim sisteminin, aslen kendisinin tatmin edilmesi amacıyla üretim yapılan tüketici tercihlerinden tamamen bağımsız hale geldiği anlamını taşır. Üreticiler her şeyi üretebilirler ve tüketiciler bu ürünler ne olursa olsun bunları almaktan başka seçenekleri yoktur. Buna bağlı olarak, üretim yapısında, serbest dalgalanan fiyatlar olmadan yapılan veya yapılması buyrulan değişiklikler, karanlıkta yürümekten, keyfi sunulan bir dizi malı, eşit derecede keyfi başka mallarla ikame etmekten başka bir şey değildir. Artık, üretim yapısı ile talep yapısı arasında hiçbir şekilde bir bağlantı yoktur. Tüketici tecrübesi seviyesinde bu, G. Reisman’ın da tarif ettiği gibi “…insanları gömleklere boğarken, yalınayak yürümeye zorlamak veya ayakkabılara boğarken, gömleksiz olmaya zorlamak; aşırı miktarda kağıt verip, kalem veya mürekkep vermemek;… gerçek anlamıyla, insanlara en abes mal kombinasyonunu sağlamak” anlamına gelmektedir. Fakat, tabi ki “ tüketicilere sadece dengesiz bir mal kombinasyonu vermek, kendi başına üretimdeki büyük çaplı bir düşüşe eşittir, zira bu , insanın refahında aynı ölçüdeki bir kaybı temsil etmektedir. Hayat standardı sadece ve sadece belli bir toplamdaki fiziksel üretime bağlı değildir; bu daha çok, çeşitli spesifik üretim faktörlerinin, türlü tüketim mallarından iyi dengelenmiş bir bileşim üreterek, münasip şekilde dağıtılmasına veya oranlanmasına bağlıdır. Muhafazakarlığın ‘nihai mercii’ olan, evrensel fiyat kontrolleri, böyle iyi oranlanmış bir bileşimin meydana getirilmesine engel olmaktadır. Düzen ve istikrar sadece görünümde sağlanmıştır; gerçekte ise bunlar, tahsisat kaosu ve keyfiyet yaratma araçlarıdır ve böylece genel hayat standardını şiddetli bir şekilde düşürürler. Bunlara ek olarak, ki bu bizi muhafazakarlığa has ikinci politik enstrümanın, yani nizamnamelerin tartışmasına götürecektir, fiyatlar her yerde kontrol edilse bile, bu, var olan gelir ve servet dağılımı düzenini ancak, ürünlerle bunların üreticilerinin, hayali bir şekilde, “sabit” oldukları varsayılırsa, koruyabilir. Ancak, yeni ve farklı ürünler üretilirse, üretim için yeni teknolojiler geliştirilirse veya yeni üreticiler türerse, mevcut düzendeki değişim bertaraf edilemez. Tüm bunlar, mevcut düzende aksamalara neden olur, zira eski ürünler, teknolojiler ve üreticiler, fiyat kontrollerine tabi olmaya devam ettikleri için, yeni ve farklı ürün ve hizmetlerle (yeni oldukları için fiyat kontrolüne alınmış olamayacak) rekabet etmek zorunda kalacak, ve bu rekabet esnasında, kurulu gelir paylarının bir kısmını muhtemelen kaybedeceklerdir. Bu aksaklıkları tazmin edebilmek için, muhafazakarlık bir kez daha vergilendirme enstrümanını kullanabilir, ve gerçekten de belli ölçüye kadar da bunu yapar. Fakat icatların önce engellenmeden oluşmasına izin verip, daha sonra mucitlerin karlarını vergilendirme yoluyla ellerinden alarak, eski düzenin yeniden kurulması, daha önce de açıklandığı gibi, muhafazakarlık gibi bir politika için fazla ilerici bir enstrümandır. Muhafazakarlık, icatları ve onun getirdiği sosyal değişiklikleri, engelleyecek veya yavaşlatacak araç olarak, nizamnameleri tercih eder. Üretim sistemini düzenlemenin en şiddetli yolu, her türlü icadı, doğrudan yasadışı ilan etmektir. Dikkat edilmesi gerekir ki, böyle bir politikanın, diğerlerinin tüketiciliği hakkında, yani, bugün piyasada halihazırda “çok fazla” mal ve hizmet bulunduğu gerçeği hususunda şikayet edenler, ve bu mevcut çeşitliliği dondurmak ve hatta düşürmek isteyenler arasında taraftarları bulunmaktadır; ve aynı zamanda, kısmen farklı bir sebepten ötürü, emek tasarrufu yapan cihazlar olarak, teknolojik icatların, (mevcut) işleri “imha” edeceği korkusundan dolayı mevcut üretim teknolojisini dondurmak isteyenler arasından. Buna rağmen tüm yenilikçi değişikliklerin topyekun yasaklanmasına, böyle bir politikanın refah kaybı açısından aşırı maliyetli olmayacağı konusunda, yeterli kamuoyu desteği olmamasından dolayı, nerdeyse hiçbir zaman – belki de yakın zamanda yaşanan Pol Pot istisnası haricinde – ciddi olarak girişilmemiştir. Ancak, sadece kısmen daha ılımlı bir yaklaşım oldukça popülerdir: prensipte hiçbir icat reddedilmemekle birlikte, her icat devreye alınmadan önce, resmi olarak (mucidin kendisi dışındaki insanlar tarafından yani) onaylanmak zorundadır. Muhafazakarlığın iddiasına göre, bu yolla icatların sosyal olarak kabul görmesi sağlanmış, ilerleme kademeli olmuş, tüm üreticiler tarafından aynı anda takdim edilmiş ve herkes avantajlarından faydalanmış olur. Zorunlu, yani hükümet destekli karteller bu etkiye ulaşmanın en gözde araçlarıdır. Tüm üreticilerin veya bir endüstriye bağlı tüm üreticilerin, denetleyici bir kuruluşa – kartele – üye olmalarını isteyerek, asgari fiyat kontrolleriyle meydana getirilen, fazlaca görünür hale gelen aşırı arzdan, üretim kotası koymak suretiyle, kaçınmak mümkün olur. Dahası, yenilikçi önlemlerin neden olduğu aksaklıklar, bu şekilde merkezi olarak denetlenip, yumuşatılabilir. Fakat bu yaklaşım, Avrupa’da, ve daha düşük dereceli olarak Birleşik Devletler’de sürekli olarak rağbet kazanmaya devam ederken, ve zaten ekonominin çeşitli sektörleri gerçekten benzeri kontrollere tabi tutuluyorken, en yaygın ve en sık kullanılan muhafazakar sosyalist düzenleme enstrümanı, halen tüm icatların uymak zorunda oldukları ürünlere veya üreticilere, önceden belirlenmiş kategoriler için önceden belirlenmiş standartlar oluşturmaktır. Bu nizamnameler bir şahsın, kendisini herhangi bir tür üretici olarak belirleme hakkının olabilmesi için, yerine getirmek zorunda olduğu nitelik türlerini (eşyaların haklı sahipleri olmak ve başka insanların mülkiyetlerine, kendi faaliyetleri neticesinde, fiziksel bütünlüğünü zedelemek gibi “normal” olanların dışında) ortaya koyar; veya belli bir tipteki ürünün piyasaya yeni çıkmasına izin verilmesi için geçirmek zorunda olduğu (örneğin, malzeme, görünüm ve ölçüler bakımından) test türleri şart koşarlar; veya herhangi bir teknolojik gelişmenin, tasvip edilen yeni üretim usulü olabilmesi için geçmek zorunda olduğu kontrolleri tayin ederler. Bu tür düzenleme araçlarıyla, icatlar ne tam olarak bertaraf edilebilir, ne de bazı değişimlerin oldukça şaşırtıcı olabilmesinin tamamen önüne geçilmiş olur. Değişimlerin uymak zorunda olduğu, önceden belirlenmiş standartların, mecburen “muhafazakar”, yani mevcut ürün, üretici ve teknolojiler açısından formülize edilmiş olması gerektiğinden, muhafazakarlığın amacına, en azından, yenilikçi değişimlerin hızını keserek ve muhtemel sürprizlerin kapsamını daraltarak, hizmet etmiş olurlar. Her durumda, bu nizamnamelerden her biri, ilk bahsedilenler daha çok, sonradan bahsedilenler daha az olmak üzere, genel hayat standardının düşmesine neden olurlar. Şurası kesindir ki, bir icadın başarılı olması ve bu sayede mucidinin, mevcut gelir ve servet dağılımı düzenini aksatması, ancak tüketiciler tarafından, bu yeniliğe, gerçekten de, rakip eski ürüne oranla, daha fazla değer verilmesi durumunda mümkündür. Ancak, nizamnamelerin dayatılması, mülkiyet ünvanlarının, icat edenlerden, kurulu üreticiler, ürünler ve teknolojiler yönünde yeniden dağıtılması anlamına gelir. Dolayısıyla, üretim sürecindeki, yenilikçi değişimlerden kaynaklanan olası gelir ve servet karlarının tamamen veya kısmen sosyalize edilmesi, ve benzer bir şekilde yenilikçi olmamaktan doğan olası zararların tamamen veya kısmen sosyalize edilmesinden ötürü, yenilikçi süreç yavaşlatılmış olur, daha az icat ve mucit oluşur, ve bunların yerine, her şeyin olduğu gibi bırakılması yönündeki temayül güçlendirilmiş olur. Bunun anlamı, daha yüksek değer verilen mal ve hizmeti, daha verimli ve maliyet düşürücü yollarla üreterek, tüketici tatminini artırma süreci, durma noktasına gelmesinden veya en azından engellenmesinden, başka bir şey değildir. Böylece, fiyat kontrollerinden biraz farklı bir yolla da olsa, nizamnameler de üretim yapısını talep çizgisinin dışına çıkarmış olur. Ve bu mevcut servet dağılımının korunmasına yardımcı olsa da, karşılığı yine aynı üretim yapısının ta kendisiyle birleşmiş olan toplam servetteki genel düşüş bazında ödenmesi gerekir. Son olarak, muhafazakarlığa has üçüncü politik enstrüman, davranış kontrolleridir. Fiyat kontrolleri ve nizamnameler ekonomik sistemdeki arz tarafını dondurur ve böylelikle talep tarafından koparır. Fakat bu talepte değişiklik meydana gelmesini önlemez; sadece arz tarafının bunlardan etkilenmemesini sağlar. Ve bu durumda, anlaşmazlıklar ortaya çıkmaya devam etmekle kalmayıp, kendi başına dehşete düşürecek kadar görünür hale gelebilir. Davranış kontrolleri, talep tarafını kontrol etme amaçlı tasarlanmış politik önlemlerdir. Bunlar, arz tarafının cevap vermeme durumunu daha az görünür hale getirmek için, talepteki değişiklikleri engellemek veya geciktirmeyi, ve böylelikle muhafazakarlığın vazifesini tamamlamasını amaçlarlar: mevcut düzenin, her türlü aksatıcı değişimlerden korunması. Bu yüzden, bir yanda fiyat kontrolleri ve nizamnameler, diğer yanda davranış kontrolleri, muhafazakarlık politikasının birbirini tamamlayan iki yüzüdür. Ve muhafazakarlığın birbirini tamamlayan bu iki yüzünden, davranış kontrolleri tarafının, muhafazakarlık politikasının en belirgin özelliği olduğu, rahatlıkla iddia edilebilir. Sosyalizmin farklı türleri, farklı kategorilerdeki üretken ve yenilikçi olmayan insanları, farklı kategorilerdeki potansiyel üreticiler ve mucitler pahasına kayırmasına rağmen, muhafazakarlık da en az sosyalizmin diğer türleri kadar, onları, tüketimi artırarak veya üretken ve yaratıcı enerjilerini kara borsalara kanalize etmeye zorlayarak, daha az üretken, daha az yaratıcı insanlar üretme eğilimindedir. Fakat bütün sosyalizm formları arasından, sadece muhafazakarlık, programının bir parçası olarak, tüketim ve ticari olmayan alışverişe doğrudan müdahale eder. (Elbette ki, diğer formların da, hayat standardının düşmesine sebep olması açısından, tüketim üzerinde kendi etkileri vardır; fakat muhafazakarlıktan farklı olarak, bunlar tüketicileri, kendilerine tüketmek için ne arta kaldıysa, hemen hemen rahat bırakırlar). Muhafazakarlık sadece, kişinin üretken kabiliyetlerinin gelişimini kösteklemekle kalmaz; “paternalizm” adı altında, münferit tüketiciler veya ticari olmayan alışveriş formlarındaki değiş tokuş tarafları rolündeki insanların davranışlarını dondurmayı, ve bu sayede kişinin istirahat ihtiyaçlarını en iyi karşılayacak tüketici yaşam stilini geliştirme kabiliyetini boğmayı veya bastırmayı da arzular. Tüketici davranış kalıbındaki her türlü değişikliğin ekonomik yan etkileri vardır. (Eğer ben saçımı uzatmaya karar verirsem, bu berberler ve makas endüstrisini etkileyecektir; eğer daha çok insan boşanırsa bu avukatları ve emlak piyasasını etkileyecektir; eğer ben marijuana içmeye başlarsam bu sadece tarım alanlarınn kullanımını değil, aynı zamanda dondurma endüstrisini de etkileyecektir, vs.; ve her şeyin ötesinde, bu tür davranışların hepsi, bundan etkilendiğini hisseden herkesin mevcut değer sisteminin dengesini bozacaktır.) Bu yüzden, değişikliğin her türlüsü, muhafazakar üretim yapısı karşısında, bozucu bir unsur olabilir ve muhafazakarlık, prensipte, tüm faaliyetleri – bireysel tüketiciler veya ticari olmayan alışverişçiler rolündeki insanların tüm yaşam stillerini – davranış kontrolünün bir objesi olarak düşünmek zorundadır. Tam kapsamlı muhafazakarlık, içerisinde geleneksel olanın (ki buna açık biçimde izin verilir) dışındaki her davranışın menedildiği bir sosyal sistem kurulması ile eşanlamlıdır. Muhafazakarlık pratikte hiçbir zaman bu kadar ileri gidememiştir, zira kontrollerle bağlantılı maliyetler vardır ve normalde, kamuoyu fikrinde artan direnç ile hesaplaşmak zorundadır. O halde “normal” muhafazakarlık münferit tüketicilerin veya ticari olmayan alışverişle uğraşan insanların değişik formlardaki zararsız davranışlarını – yani gerçekleştirildiğinde, ne başkasının mülkiyetindeki fiziksel bütünlüğü değiştiren, ne de avantajlı görünmeyen bir alışverişi reddetme hakkını çiğneyen, bunun yerine, sosyal değerlerin kurulu “kalıpsal” düzenini (sadece) aksatan faaliyetleri – men edip cezalandıran az ya da çok sayıdaki muayyen kanunlar ve yasaklar ile karakterize edilir. Böyle bir davranış kontrolü politikasının etkisi, yine, her durumda, nisbi fakirleşmedir. Bu tür kontrollerin dayatılması vasıtasıyla, bir grup insan, zararsız türdeki bazı davranışlarda bulunmalarına daha fazla izin verilmemesi suretiyle, sadece rencide edilmekle kalmaz, bununla birlikte, bu istenmeyen türdeki davranışlara daha fazla tahammül etmek zorunda kalmamak suretiyle, bir grup bu durumdan faydalanır. Daha bariz bir ifadeyle, mülkiyet haklarındaki bu yeniden dağıtımdan zarar edenler, tüketimi artık engellenen eşyaların kullanıcı-üreticileri olup, söz konusu tüketim mallarının kullanıcı-üreticisi olmayanlar kazançlı çıkanlardır. Dolayısıyla, üretme veya üretmeme hususunda yeni ve farklı bir insiyak yapısı kurulmuş ve mevcut nüfusa uygulanmıştır. Tüketici mallarının üretimi daha maliyetli bir hale getirilmiştir, zira bunların kullanımlarıyla alakalı kontrollerin dayatılması sonucunda değerleri düşmüştür, ve, benzer bir şekilde, üretken olmayan, gayrinakdi araçlar vasıtasıyla edinilecek tüketici tatmini, nispeten daha az maliyetli bir hale getirilmiştir. Bunun sonucunda, daha az üretim, daha az tasarruf ve yatırım var olacak, bunların yerine, politik, yani saldırgan yöntemlerle, diğerlerinin pahasına memnuniyetleri artacaktır. Ve , davranış kontrolleri yoluyla, kısıtlamaların, özellikle de, insanın kendi vücudunun kullanımını ilgilendirdiği ölçüde, dayatılmasının sonucunda, vücuda verilen değer düşmüş, dolayısıyla, insan sermayesine yapılan yatırım azalmış olur. Bununla birlikte, sosyalizmin özel bir şekli olan muhafazakarlığın, teorik analizinin sonuna ulaşmış oluyoruz. Tartışmayı tamamlamak amacıyla, bir kez daha, yukarda varılan sonuçların geçerliliğini göstermeye yardımcı olacak birkaç ihtarda bulunmakta fayda vardır. Sosyal demokrat tipi sosyalizmin tartışmasında olduğu gibi, bu aydınlatıcı gözlemler belli bir ihtiyatla okunmalıdır: öncelikle, bu bölümde varılan sonuçların geçerliliği tecrübeden bağımsız olarak tesis edilebilir ve edilmek zorundadır. Ve ikinci olarak da, tecrübe ve ampirik kanıt ile alakalı olarak, muhafazakarlığın etkileri, sosyalizmin diğer biçimleri ve kapitalizmle karşılaştırmalı olarak, üzerinde çalışılabilecek toplum örnekleri maalesef yoktur. Normalde birinin “çarpıcı” bir kanıt olarak nitelendirebileceği, deney benzeri bir örnek olay yoktur. Gerçek ise daha ziyade tüm politik önlem türleri – muhafazakar, sosyal-demokrat, Marksist-sosyalist, ve aynı zamanda kapitalist-liberal – o kadar karışmış ve birleşmiştir ki, ilgili etkileri genellikle temiz bir şekilde belirli sebeplerle eşleştirilemez, ve bir kez daha, ancak saf teorik yöntemlerle çözümlenmesi ve eşleştirilmesi gerekir. Bunu akılda tutmakla birlikte, muhafazakarlığın tarihteki gerçek performansı hakkında yine de bazı şeyler söylenebilir. Bir kez daha, Birleşik Devletler ile Batı Avrupa ülkeleri (toplu olarak alındığında) arasındaki yaşam standardı farkı, teorik resme uyan gözlemler yapmamıza olanak verir. Tabi ki, bir önceki bölümde bahsedildiği gibi, Avrupa’nın Birleşik Devletler’den– toplam vergilendirme derecesiyle kabaca belirtildiği üzere – daha dağıtımcı bir sosyalizmi vardır, ve bundan dolayı daha fakirdir. Fakat bu ikisi arasındaki muhafazakarlık derecesinde var olan fark daha da çarpıcıdır. Avrupa’nın, bugün dahi fark edilebilecek, özellikle de ticareti kısıtlayan, girişi engelleyen ve şiddet içermeyen faaliyetleri yasaklayan sayısız nizamnameler şeklinde, feodal bir geçmişi vardır. Buna karşılık Birleşik Devletler böyle bir geçmişten önemli ölçüde muaftır. Bu gerçekle bağlantılı olarak, ondokuzuncu ve yirminci yüzyıl döneminde uzun süreler boyunca Avrupa, diğer politik ideolojilerden ziyade neredeyse tamamen muhafazakar partilerin politikaları tarafından şekillendirilmesine rağmen, Birleşik Devletler’de gerçek anlamıyla muhafazakar bir parti hiç var olmamıştır. Aslında, Batı Avrupa’nın sosyalist partilere bile önemli ölçüde muhafazakarlık bulaşmış ve özellikle de işçi sendikalarının etkisi altında, tesir dönemleri süresince (kuşkusuz bazı muhafazakar davranış kontrollerini feshetmekle birlikte), Avrupa toplumları üzerine çok sayıda muhafazakar-sosyalist unsur (yani, nizamnameler ve fiyat kontrolleri) dayatılmıştır. O zaman, Avrupa’nın Birleşik Devletler’den daha sosyalist ve yaşam standardı nispeten daha düşük olduğu göz önünde bulundurulduğunda, her durumda bunun sebebi daha azınlıkla Avrupa’daki sosyal demokrat tipi sosyalizmin artan etkisi ve daha çoğunlukla– Avrupa’daki daha yüksek toplam vergilendirme derecesinden ziyade çok daha yüksek sayıdaki fiyat kontrolleri, nizamnameler ve davranış kontrolleriyle gösterildiği üzere, muhafazakarlık sosyalizminin etkisindendir. Şunu da hemen belirtmeliyim ki, Birleşik Devletlerin şu anda olduğundan daha zengin olmamasının ve ondokuzuncu yüzyıldaki ekonomik gücünü sergileyememesinin sebebi sadece, zamanla gitgide artan yeniden dağıtımcı sosyalist politikaların benimsenmesinden değil, daha çok, onların da artan oranda muhafazakar ideolojiye kapılmaları ve gelir ve servet dağılımı statükosunu, özellikle de mevcut üreticiler arasından varlıklıları, nizamnameler ve fiyat kontrolleri vasıtasıyla, rekabetten korumayı istemelerinden kaynaklanmıştır. Daha global bir seviyede, diğer bir gözlem, teorik olarak türetilen, muhafazakarlığın fakirliğe sebep olması, resmine uymaktadır. Batı dünyası denilen bölgenin dışında, sıkı Marksist-sosyalist rejimlerin sefil ekonomik performansına denk düşen yegane ülkeler, feodal geçmişlerinden tam olarak kopamayan Latin Amerika ve Asya toplumlarıdır. Bu toplumlarda ekonominin çok büyük bölümü bugün bile, özgürlük ve rekabet çemberinden ve baskısından nerdeyse tamamen muaftır ve bunun yerine geleneksel mevkiler, düzenlemeci araçlar ve düpedüz şiddetle, adeta kilitlenmişlerdir. Daha spesifik gözlemler seviyesindeki veriler de açıkça teori yoluyla da tahmin edilecek sonuçlara işaret etmektedir. Batı Avrupa’ya dönüldüğünde, büyük Avrupa ülkeleri arasında, özellikle de sosyalizm sözkonusu olduğunda daha çok yeniden dağıtımcı versiyonuna meyleden kuzey milletleri ile karşılaştırıldığında, İtalya ve Fransa’nın en muhafazakar ülkeler olduğuna neredeyse hiç tereddüt yoktur. İtalya ve Fransa’daki vergilendirme seviyesi (GMH oranla devlet harcamaları) Avrupa’nın başka yerlerinden daha yüksek olmamasına rağmen, bu iki ülke açık bir şekilde, başka yerlerde bulunabileceğinden çok daha fazla muhafazakar-sosyalist unsurlar sergilemektedir. Hem İtalya hem de Fransa asıl itibariyle binlerce fiyat kontrolleri ve nizamnameler ile bezenmiş, ve bu şekilde ekonomilerindeki herhangi bir sektörün haklı sebeplerle “özgür” olarak nitelendirilmesini çok süpheli bir hale getirmiştir. Bunun sonucu olarak da (ve tahmin edileceği üzere) her iki ülkedeki yaşam standardı, herhangi birisinin, eğer sadece tatil şehirlerinde gezmiyorsa, gözünden kaçmayacak şekilde, Kuzey Avrupa’dakinden hatırı sayılır ölçüde düşüktür. Şurası kesindir ki, her iki ülkede muhafazakarlığın amaçlarından birine ulaşılmış gibi görünmektedir: varlıklılar ile yoksullar arasındaki farklar oldukça iyi korunmuştur – Batı Almanya veya Birleşik Devletler’de, İtalya veya Fransa’da olduğu derecede aşırı gelir ve servet farklılığına rastlanması neredeyse imkansızdır – fakat bunun bedeli sosyal servetteki nisbi düşüştür. Aslına bakılırsa, bu düşüş o kadar kayda değerdir ki, her iki ülkedeki düşük ve orta-düşük sınıfın yaşam standardı en iyi durumda, daha liberal Doğu bloku ülkelerindekinden sadece bir nebze daha iyidir. Ve özellikle de, ülkenin her yerinde geçerli olanların üzerine, daha da çok nizamnameler bindirilen İtalya’nın güney bölgeleri, üçüncü dünya milletleri kampından daha yeni ayrılmış gibidir. Nihayetinde, muhafazakar politikaların sebep olduğu fakirleşmeyi gösteren son örnek olarak, Almanya’nın nasyonal-sosyalizmle olan tecrübesinden ve daha düşük derecede İtalyan faşizminden bahsetmek gereklidir. Çoğu zaman her ikisinin de muhafazakar-sosyalist hareketler olduğu anlaşılmaz. Bu itibarla bunlar serbest ekonominin dinamik güçleri tarafından meydana getirilen sosyal aksama ve değişimlere karşı yönelmiş – Marksist-sosyalist hareketin dışında – kurulu işletme sahipleri, dükkan sahipleri, çiftçiler ve müteşebbisler sınıfı arasında destek bulabilecek hareketlerdir. Fakat buradan bunun kapitalizm yanlısı bir hareket olması gerektiği sonucunu türetmek ve hatta Marksistlerin normalde yaptığı gibi, bunun kapitalizmin gelişmesindeki son çöküş öncesi en yüksek aşama olduğu fikri tamamen yanlıştır. Aslında, Faşizm ve Nazizm’in en çok nefret ettikleri düşman gerçekte sosyalizm değil, liberalizmdi. Tabi ki, her ikisi de Marksistlerin ve Bolşeviklerin sosyalizmini hor görüyorlardı, çünkü bunlar en azından ideolojik olarak enternasyonalist ve pasifistken (kapitalizmin içten çöküşüne sebep olacak tarihsel güçlere itibar eden) , faşizm ve Nazizm, kendilerini savaşa ve işgale adayan, nasyonalist hareketlerdi; ve toplumsal destek bakımından muhtemelen daha da önemli olarak, Marksizm, yoksulların varlıklıların mallarına el koymasını ve böylece sosyal düzenin altüst olmasını ima ederken, faşizm ve Nazizm mevcut düzenin korunması sözünü vermiştir. Fakat, ki bu nokta bunun sosyalist (kapitalist olmaktan ziyade) bir hareket olarak sınıflandırılmasında belirleyicidir, bu hedefin – yukarda ayrıntılı olarak açıklandığı üzere – kovalanması, en az Marksizm politikasının yapacağı kadar, eşyaların şahsi kullanıcı-sahiplerinin bunlarla kendileri için en iyi olanı yapma (başkasının mülkiyetine fiziksel bir zarar vermemek ve gayrinakdi mübadeleye başvurmamak kaydıyla) hakları inkar edilmiş ve doğal malikler “toplum” (yani, söz konusu eşyaları ne üreten ne de mukavele yoluyla elde eden insanlar) tarafından istimlak edilmiş olur. Ve gerçekten de, hem faşizm hem de Nazizm, bu hedefe ulaşabilmek için, aynen muhafazakar-sosyalist olarak sınıflandırılmalarına neden olan şeyleri yapmışlardır: özel mülkiyet isim olarak halen mevcuttu fakat aslında anlamsız bir hale gelmişti, zira sahip olunan şeylerin kullanımını belirleme hakkı nerdeyse tamamen politik kurumlara devredildiği için, son derece kontrollü ve düzenlenmiş bir ekonomi tesis etmişlerdi. Özellikle Nazi’ler, nerdeyse tamamen fiyat kontrollerinden (maaş kontrolleri de dahil olmak üzere) oluşan bir sistem dayatmışlar, dört yıllık planlama (neredeyse, planlamanın 5 yıllık dönemlerle yapıldığı Rusya’dakinin aynısı) kurumunu tertipleyip, üretim yapısındaki tüm önemli değişikliklerin onay almak zorunda olduğu ekonomik planlama ve denetleme heyetleri tesis etmişlerdir. Bir “malik” artık, ne üreteceğine, nasıl üreteceğine, kimden alacağına veya kime satacağına, ödenecek veya talep edilecek fiyata veya herhangi bir değişikliğin nasıl tatbik edileceğine karar veremez haldedir. Tüm bunlar muhakkak ki belli bir güven duygusu yaratmıştır. Herkes sabit bir mevkiye atanmıştır ve maaş kazananlarla birlikte sermaye sahipleri garantili ve nominal olarak sabit, hatta artan gelir sahibi olmuşlardır. Buna ek olarak, dev mecburi çalışma programları, mecburi askerliğin yeniden devreye alınması ve son olarak da savaş ekonomisinin uygulanması, ekonomik gelişme ve refah aldatmacasını güçlendirmiştir. Fakat, üreticinin talebe göre ayarlama yapma veya bu ayarı yapmayarak talebi üretimden ayırmaktan kaçınma insiyakını imha eden bir ekonomik sistemden bekleneceği üzere, bu refah duygusunun bir aldatmacadan başka bir şey olmadığı ortaya çıkmıştır. Gerçekte, insanların paralarıyla alabilecekleri mallar bakımından, yaşam standardı, sadece nisbi olarak değil, aynı zamanda mutlak bazda düşmüştür. Ve her durumda, hatta savaşın neden olduğu tüm yıkımlar burada göz ardı edilse bile, Almanya ve daha küçük ölçüde İtalya, Nazilerin ve faşistlerin mağlup edilmesinden sonra, ciddi olarak fakirleşmişlerdi. Yazar - Hans-Hermann Hoppe Çeviri: Kuzey Yılmaz
Bu yazı ''sosyalizm ve kapitalizm'' adlı kitaptan alıntıdır.
Comments