top of page

Neden Liberal Demokrat Değilim?

18/05/2007 - Serkan Kiremit
“Baylar! İçinde yaşadığımız anarşi ortamında toplumun bundan önceki kadar başarılı olduğunu görüyorsunuz. [Parlamentodaki] Tartışmalarımızın çok uzaması hâlinde, halkın biz olmadan da işlerini kolayca yürütebileceğini düşünmemesi için, dikkatli olunuz.”
Benjamin Franklin

Liberal demokrat değilim, çünkü demokrasiye inanmıyorum. Demokrasiye inanmıyorum, çünkü demokrasinin büyük bir yutturmacadan ibaret olduğunu biliyorum. Demokrasi, bireyi, halkın kayıtsız şartsız egemenlik kırbacı ile her an sopaladığı zorbalık düzenidir. Demokrasi bir yönetim şekli olarak, bireyi yönetme şeklidir. Yönetmek, müdahale etmektir.


Liberal demokrasi müdahaleye karşı bir düzen ise yönetmeye talip olmasıyla liberalizm, müdahaleyi geçerli kılmıyor mu? Bu yüzden liberal demokrasi, bizi, diğer ideolojilerden daha yumuşak yönetmiş olmakla bizi yönetmekten vazgeçmiyor ki... Burada önemli olan nasıl ve ne şekilde yönetilmek değil, bir şekilde yönetiliyor oluşumuzdur. En iyi yönetimin, en az yönetim olduğunu söyleyen özgürlüğün büyük düşünürleri, niye hiç yönetmemekten söz etmiyor. Çünkü yönetenler biliyorlar ki hükümetin nüfuzunu kullanarak kitleyi istedikleri gibi parmaklarında oynatabilecekler. Her türlü çıkarları, keyfîlikleri ve güvenlikleri için yönetmek, nihai otoritelerini ve statükolarını koruyacaktır. Kendi özgürlükleri ve çıkarları için yönetmek, yani “yasa aracılığıyla mevki dağıtmak” bütün eşitsizliklerin en kötüsüdür.


Adalet ise kendisini oluşturan geleneklerden, insanların bir araya geldiği herhangi bir toplumdan veya kendisini cebrî gücün yegâne muhafızı ve kullanıcısı ilân eden devletin iradesinden ya da parlamentonun koyduğu takdirlerden otorite yetkisini almaz. Adalet, gücünü, bireylerin özgür seçimlerinin başkalarının özgür seçimleri ile uyumlu olduğu ya da uyumsuz olduğunda bireyin tercihlerini çıkarları doğrultusunda uyumlulaştırdığı kendiliğinden doğan bir süreçle elde eder. Bu nedenle bireyin özgür tercihleri ve yaşam şekli, otoriteden ve buna benzer yükümlülük koyan her türlü güçten tamamen uzaktır. Herhangi bir insana veya insan topluluklarına, çoğunluk olsun ya da olmasın, elzem olsun ya da olmasın, bir yasayı ya da kanunu saymaları için itaat etmelerini emretmek veya insanları buna zorlamak, ancak tiranların işidir. Ve şu bilinmelidir ki bizi kim yönetmeye kalkışırsa despotluğa da taliptir. Eğer biz, birisi veya birileri tarafından yönetilmeye rıza gösteriyor isek unutmayalım ki köleliğe ve birisinin malı olmaya da rıza gösteriyoruzdur. Yönetilmek için rıza göstermek, efendiler yaratmaktır.


I

Tecavüzü, hırsızlığı, haksızlığı, sömürüyü ve dolandırıcılığı kökten yasaklamak, tecavüzü, hırsızlığı, haksızlığı, sömürüyü ve dolandırıcılığı ortadan kaldırmaz. Onları ortadan kaldıracak olan bizleriz, bizler ise özgür tercihlerimizle donatılmış, akıllı, mantıklı, arzulu ve çıkarcılarız. Biz neyi desteklersek, o ortaya çıkar. Biz neyi tercih edersek, karşımızda o olur. Piyasaya güvenmek böyle bir şeydir. Çünkü ufak bir tereddütte, bir müdahalede veya iyiyi ortaya çıkarmak için yönetmeye kalktığımızda piyasa, özgürlüğünü ve âdilliğini kaybeder. Doğal yollar ile dağıtılacak gerçek adalet yerine siyasal yolların dağıtacağı adalet bizi felakete sürükler. Yani merkezî gücün, tek erkin ve tiranın keyfî düzenlemeleri ile karşı karşıya kalırız ve bu durumda, bazılarının kayrılıp desteklendiğine şahit oluruz. Siyasal yollar ile adalet dağıtmaya kalkmak, kanun yoluyla insanları idare etmeye yeltenmek, demokratik mücadelede, yani parlamenter sistemde bir dolandırıcının başka bir dolandırıcıyla yer değiştirmesi ile sonuçlanır. Bu da kanunların özünü sahtekârların, dolandırıcıların, sömürücülerin ve hırsızların ahlâkıyla eş duruma sokar ki zaten “Kanun Yoluyla Özgürlük” sadece kanunla birlikte var olur. “Özgürlük, kanun yoluyla varolur” demenin altında güçlü bir yönetme isteği yatar. “Özgür irade, yani tercih eden birey kanun olmadan varoluşunu gerçekleştiremez” demenin altında ise despotluk açıkça kendini gösterir.


İster katılımcı olsun, ister çoğunluğun iradesi, ister azınlık haklarının tanındığı bir uzlaşma şekli, ne olursa olsun, demokrasi aslen bir yönetme şeklidir. Yönetmek, diğer insanlar üzerinde baskı kurmaktır. Demokrasinin baskısı, oylamadır. Genel oylama, zorbalığın resmîleşmesi için yığınların anlık hiddetinden yararlanmaktır. Genel oylama, en çok dört ya da beş yılda bir, zor kullanmanın yasallaşması için halkın onayına başvurmaktır. Bu başvuru sağduyunun gölgesinde yapılmaz, daha çok kendi kendine yetebilen sınıfların cezalandırılması için yapılır. Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk başkan yardımcısı John Adams’ın deyimiyle demokrasi şudur:

Başka hiçbir mülkü olmayan insanlar, bütün sorunları bir oy çokluğuyla çözme gücünü ellerinde hissettikleri zaman, mülk sahibi olanlara saldırırlar hep; ta ki zarar gören mülk sahipleri bütün sabırlarını kaybedip çok fazla gücü olanları alt etmek için tekrar kurnazlığa, numaraya ve hileye başvurana kadar. Zira bunların aksi hâlde direnilmesi gereken pek fazla yeteneği vardır.

Adams, burada sağlam bir temele dayanan demokrasi karşıtlığını ifade ediyordu. Kısaca diyordu ki siyasetin ve bütün yönetim politikalarının altında, ekonomik nedenler yatar. Çünkü, siyaset, cebrî gücü kullanmayı tekeline alan devlet adlı örgütlü yağmalama grubuna, üreticileri ve girişimcileri tek taraflı soyma yetkisini vererek zora ve zorbalığa imkan tanımıştır. Demokrasinin tek olumlu tarafı, bu yağmayı sürekli tutmak için halkı da bu yağma seline dâhil etmesidir. Ülkenin tümüne yayılan sömürü ile ekonomik kaynaklar üzerindeki tahakküm aracı, fakir-zengin, soylu-alt tabaka, üretici-tüketici demeden yağmalamayı kontrolsüz bir şekilde sürdürdü. Fakat tek bir sınıf, yani yönetenler, bütün asalakların en kurnazı olduğunu gösterdi. Bu öyle büyük bir el çabukluğuydu ki yönetilenlerin rızasını alarak, sadece belli bir süre hazinenin ve ganimetin tepesine oturuvermelerini sağladılar. Yönetenler, güç istençlerini öyle güzel pazarlamışlardı ki genel oy ilkesiyle birlikte, yönetilenlerin de bir gün yağmanın kendilerini bulabileceğini umarak yaşamalarına imkân vermişti. Ne de olsa o ülkenin vatandaşlığına sahip olan herkes, bir gün Cumhurbaşkanı ve Başbakan olabilirdi ya da en azından muhtar... Thomas Jefferson’ın anıt ifadesiyle:

Şunu biliyorum ki dünya üzerindeki bütün yönetimler insan zayıflığının bir izini, bozulma ve yozlaşmanın bir tohumunu taşırlar. İşte kurnazlık bu tohumu keşfeder, kötülük insafsızca açığa çıkar, yeşertir ve geliştirir.

Goethe ünlü eseri Faust’ta “Bize, kendi kendimizin efendiliğini vermeden ruhumuzu özgürleştiren her şey felakete götürür” derken ve hakikati söze dökerken acaba demokrasinin yönetim şeklini de düşünüyor muydu? Daha önce birer bireyken asla yapmayı düşünmedikleri şeyleri, yönetmeye kalktıklarında bir doğa olayı gibi normal karşılamalarının altında hangi dürtüler gizliydi? Mesela tren soyan haydutları her seferinde hapse sokmak isteyen bir insan, devletin başına geçince, başka ülkelerden gelen mallarla dolu gemileri, trenleri ve uçakları gümrükte bekleterek ve belli bir ücret karşılığında karşı tarafın mallarını teslim etmelerine izin vererek aynı soygunu işlemiyorlar mı? Yahut, özel cinayeti yasaklama yoluyla adaleti yerine getireceğini söyleyen bir yönetici, savaş kararı alarak genel cinayeti bir başkomutanın iki dudakları arasına sıkışmış keyfî bir emre bırakmış olmuyor mu veya yalnız bir bireyken hayatına ve malına hiçbir şey gelmemesi için canını dişine takarak karşı koyan insan mantığı, hangi doğaüstü güçle donanarak yönetmeye kalktığında diğer kardeşlerinin mallarını ve canlarını, zorla vergi ve askere alma yoluyla talep ediyor, anlamak mümkün mü?


İnsanlar bütün bu kötülükleri bilmelerine rağmen neden bu durumu üretmeye ve şiddetini artırarak değer kazandırmaya çalışıyor. İşte “Demokratik Leviathan”ın bütün gizemi buradan doğuyor. Çünkü, yönetmek, en güzel hâkimiyettir. Hâkimiyet en ideal mülkiyettir. En iyi özel mülkiyet, her şeyin “tatlı despotun” veya devlet başkanının kontrolünde olduğu güçtür. Bu öyle ulu bir güçtür ki herkes kendi rızasıyla onu ve avanesini (partizanlarını) başlarına efendi atar. Ve işte bunun adı demokrasidir ya da rıza yoluyla gönüllü kölelik...


II

Demokrasi en az kötü olan hükümet şekli değildir. Demokrasi herkese eşit davranma palavrası ile akıl yürütmeyi ve tercihte bulunma özgürlüğünü bireye bırakarak kendi kendisinin gücünü başkalarına emanet etmesini sağlama yoluyla sinsi bir tiranlık oyunudur. Demokrasi, karmaşık seçim sistemiyle efendi atama kurumudur. Demokrasi ilginç formüller yoluyla yönetme, hükmetme, cezalandırma, insan eylemlerine sınır koyma ve insanı pasif-sakin vatandaşlara dönüştürme projesidir. Demokrasi, devlet denilen sömürücü aygıta, insanın özgür iradesini elinden alarak kendi gücüne güç katma, vergi yoluyla servetine servet katma, zorla askere alarak topraklarına rant ve sınırlarını güvence altına alma yoludur. Demokrasi, devletin yaşamını uzatma ve meşruluk kazandırma sanatıdır.


Parlamenter sistemde insan onurunu standartlaştırmak adına yapılan her yasa ve bunun için kalkan her el doğruya ulaşmak için kaldırılmaz. Kalkan el, içten içe bireyin özgürlüğünü elinden alır, ekonomik anlamda görünmez ele müdahaledir. Gizli oy, sandığa bırakılan her bir oyun, özgür iradenin çöpe atılması gibidir. Gizli oy, utangaçlığımızın, kaçamaklı davranışlarımızın ve yalanın belirsizliğe doğru sürüklenmesidir. Açık sayım ise yüzsüzlüğümüzün ve niyetlerimizin hilekârlığını ortaya dökmektir. Temsilî meclislerin amacı barışçıl ve âdil insanların partilere, gruplara ve mezheplere bölünmesini sağlar. Temsilî meclisin bir diğer amacı ise bireyin tek başına hareket etme kabiliyetinin yitirilmesini sağlamaktır. Çünkü bir birey, temsilî demokraside bir partiye, bir mezhebe, bir çıkar grubuna ya da bir çoğunluğa bağlı değil ise yaşam stilini ortaya çıkarma şansı çok zordur. Demokrasi bu açıdan devlete bir bağımlılık yaratır. Böylece Ulusal Meclis, her insanı kolektiviteye üye olmaya teşvik ederken ulusun kendi içinde bölünmesine ve parçalanmasına yol açar. Gerçek oy birliği ancak insanın kendi kendisinin eylemlerinin peşinden gittiğinde gerçekleşebilir. O zaman da gerçekleşen sadece genel oy birliği değil, zorlamanın olmadığı gönüllü bir yaşam formudur.


Bir kişinin yönettiği bir yerden bahsederken o yerin iyi yönetilemediğinden dem vuranlar, demokrasiyle birlikte halk egemenliğini savunurlar. Fakat halk egemenliği sözde bir kavramdır. Çünkü demokraside hiç kimse kendi işlerini kendisi yapamaz. Kendi işlerini otonom yapmaya kalkmak ise büyük bir suçtur. Oy vermemenin ceza olduğu bir yerde bunu düşünmek bile abesle iştigal etmektir. Demokrasi, aslında basit bir yönetim şeklidir. Tiranın tek olmadığı fakat tekmiş gibi davranan bir grup partizanın yönetimidir. En çok oy alanın ya da birçok çıkar grubunu kandırmayı başaranın başa geçtiği ve yönetmek için aldığı kararları, kendisini desteklemeyen ya da oy vermeyenlere karşı buyruklar olarak yağdıran devletin başı, böylece, kendisinden olmayanlara zulüm etmeye başlar. Bunu ister bilerek yapsın ister bilmeyerek, yönetmeye kalkmak, her şartta birilerinin hakkını ve adaletini hiçe saymaktır. Örneğin fakirlere yardım etmek için zorla toplanan vergiler, bazı bireylerin gelirlerine el koymayı gerektirir. Kamu yararı için yol yapmak 100 kişiden 99 kişi için çok iyi bir gelişmeyken, yol geçen sahanın mülküne sahip kişi için durum içler acısıdır. Çünkü, devlet, özel mülkün sahibinin barışa yönelik işler yapmak kaydıyla mülkünde her istediğini yapma hakkını inkâr etmiştir. 99 kişinin yararı için 1 kişiyi feda etmeye hazır olan devlet, böylece, yaptığı işle mülkün sahibini hiçe saymıştır. Demokraside yönetmek böyle bir şeydir işte; liberal demokratik devlet, doğası gereği zorlayıcı uygulamalardan yola çıkarak bireyin mutlak hak ve özgürlüklerine saldırdığı için mantıken ve tamamen ahlâk dışıdır. İlk klasik liberallerden olan John Locke, böyle bir devlete isyan etmeye hakkı olanları isyana çağırmıştır. John Locke, daha ileri giderek, aslında, erkin her zaman bir amaç ile verildiğini, fakat bunu ortadan kaldıracak ve değiştirecek her zaman daha güçlü bir erk olduğunu kabul etmektedir:

Çünkü, hiçbir insan veya toplum kendi güvenliğini veya güvenliğini sağlayacak olan araçları bir başkasının mutlak ve keyfî iradesine bırakma yetkisine sahip değildir; ne zaman herhangi bir kimse toplumu esaret altına almaya çalışırsa halkın vazgeçme yetkisi olmadığı şeyi koruma ve bu temel, kutsal ve değiştirilemez olan insanın kendisini koruma yasasını ihlal edenlerden kendini kurtarmaya hakkı her zaman vardır. Bu açıdan, toplumun her zaman üstün erke sahip olduğu söylenebilir; ancak bu erk bir yönetim biçimini alamaz...

John Locke’ın buradaki sözleri çok açıktır. İlki, birey, kendini yönetmek yetkisini bir başkasına devredemez. İkincisi, bireyin yönetimler altında uğradığı haksızlıklardan dolayı isyan ettiği şeyi bir başkasına yöneltemez, yani, büyük bir hakla isyan ederek ayrıldığı yönetimlerden bir başka yönetim kurarak birilerini yönetmeye kalkamaz. Bundan dolayıdır ki krallıklara, din adına yönetenlere ve sosyalist tiranlara karşı verilen mücadelenin sonunda halkın mükâfatı demokratik özgür bir devlet ya da parlamenter bir çoğunluğun diktası değildir. Halkın ve bireylerin isteği açıktır; işlerine hiçbir şartla karışılmaması ve kendi hâllerine bırakılmalarıdır.


Demokrasi, kendisini ortaya koyarken diğer yönetim sistemleriyle karşılaştırılmasını ve onlardan ne kadar üstün olduğunu öne sürer. İnsanların, krallık yönetimlerinde, mutlak güce sahip olduklarında aldıkları yetki ve kararları kötüye kullandıklarını tarih bilimi ispatlamıştır. Aynı şekilde, demokraside halk, demagog siyasetçilerin kendilerine verdikleri tavizleri iyi kullanarak kendi oy potansiyellerini kötüye kullanmışlardır. Siyasetçiler ise halktan zorla topladıkları paraların bir kısmını partizanlarına, diğer büyük kısmını ise kendilerine kredi ve örtülü ödenek olarak vererek halkın geçim kaynağını har vurup harman savururlar. Krallıklarda ise kötüye kullanılan güç yegâne erk sahibi insanla, krallık işlerini yürüten kapı kullarıyla ve onu koruyan muhafız birliğiyle sınırlıdır. Oysa, demokrasi ile yönetilen bir ülkede, kötüye kullanılan erk, oy kullanan her kesimden insan ile ilgilidir. İnsanlar başkalarıyla birleşince tıpkı linç gibi yağmanın dümen suyuna takılırlar ve yağmadan daha fazla pay almak için daha fazla insanın canını yakarlar. Bu açıdan demokrasinin diğer sistemlerden iyi olduğunu söyleyen her söz, bir köle ve yağmacı söylemidir. Krallıkların kötü olduğunu söyleyen her mantık, nasıl kendi eşiti olan bireye yönetme gücünü vermeyi reddediyorsa herhangi bir insan grubuna yasa yapma, uygulama ve yönetme yetkisini hangi hakla vermeye kalkıyor ve o, sistemin iyi olduğunu sonuna kadar savunabiliyor?


Sınırlı ya da sınırsız bir güç, tehlikeli ve akıl almazdır. İnsanlar, kendi eşiti olsun ya da olmasın kimsenin işine burnunu sokamaz. Burnunu insanların iyilikleri için işlerine sokmaya çalışanlar, ne adına bu işi yapmaya kalkarsa kalksın ya da ister rızaya dayalı kölelik, ister gönüllü kulluk olsun, yönetmeye kalkışan kim ve hangi çıkar grubu varsa kötülük ve zorbalık tohumuyla besleniyor demektir. Değişmesi ve iyiye doğru gitmesi için yapılan her siyasal atak, kişinin kendi iyiliği için kendi yolunu izlemesinin inkârıdır. Bundan dolayı, “her oy tirana gider.”


Demokrasi, bireylerin özgür iradesini devamlı bir biçimde baskı altında tutarak, genel oy hakkıyla her olay için sandık hapishanesinde bireyin tercihlerini tutsak altına alarak tiranlığı sürekli rızaya tâbi tutar. Çünkü, zorbalık, sürekli bir şekilde onay almaya ihtiyaç duyar ve bireyin egosundan beslenmek zorundadır. Genel oy hakkının reddi aynı zamanda bireyin kendi emeğini yönetimden çekmesi anlamına gelir. Tıpkı güneşe ihtiyaç duyan gündüz gibi yönetimler de bireyin kutsal kanı olan tercihini ve özgür iradesini parlamento tapınağına sunan gönüllü köle yurttaşlarla varolur. Demokrasinin temel ilkesi, onu var eden insan iradesini sanki ondan doğmuş gibi göstermesinde yatar: “Egemenlik kayıtsız şartsız halkındır.” Böylece, demokrasiye itaat borçlu olan ve teslimiyet göstermesi gereken aslında hiçbir birey olamaz. Çünkü, kendi inisiyatifiyle eyleyen ve yaptıklarından kişisel olarak sorumlu olan birey, kendi yarattığı puta, yani demokrasiye, kendi düşüncesini ortaya koyarak seçtiği yönetime nasıl olur da kendinden daha büyük bir atıfta bulunur ve yasalarına tapar? Bu mantığı anlamak mümkün görünmüyorsa da Jean-Jacques Rousseau’yu dinledikten sonra hak vermemek imkânsız:


Egemenlik, devredilemez olduğu için temsil edilemez; özünde halkın iradesinde yatar ve bu irade temsile bağlanamaz. Ya vardır ya da yoktur; ikisinin arası bir durum söz konusu değildir. Bu nedenle, halkın vekilleri onun temsilcileri değildirler ve olamazlar; onlar sadece görevlidirler ve hiçbir edimde bulunamazlar. Halkın -her bir bireyin- onaylamadığı her yasa geçersiz ve hükümsüzdür -aslında yasa değildir-. İngiltere halkı kendisini özgür kabul eder, ancak bu büyük bir hatadır; onlar sadece parlamento üyelerinin seçimi sırasında özgür olurlar. Seçim bittiği anda kölelik başlar. Halk artık bir hiçtir. Yararlandıkları özgürlük anının bu kadar kısa olması, aslında o özgürlüğü kaybetmeye müstahak olduklarını gösterir.

III

Bireylerin içkin, devredilemez egolarının ve aktarılamaz kişiliklerinin yerine dışsal otorite olan yasalar, parlamentoların kendi kendilerine gelin güvey olmaları sonucu bireyin eylemlerini kontrol altına alıp zorlayıcı olarak bireyin kendi seçimi olmaksızın var olmaya çalışır. Yasalar, bireylerin her biri olmaksızın anlık ve geçici olaylar üzerine tartışılarak ortaya çıkmış baskı araçlarıdır. Bireyin katılımı olmaksızın, bireylerin her biri onay vermeksizin, yol açtığı karışıklık yüzünden acı çeken milyarlarca Ego’nun nedeni, bazı Ego’ların kendi düzenlerini sağlamak için başkalarının düzenini bozma çabasıdır. Bu yüzden, düzen dedikleri şey kendi isteklerini, kendilerinden olmayanlara zorla kabul ettirdikleri zorlayıcılık sistemidir. Özgür ve kendisi olmaya çalışanlar için bu asla kabul edilemeyecek bir düzendir. Bu düzen, düzenbazların zorbalık, kölelik, zayıflık, aşağılık ve bozgunculuk getirdiği sistemdir. Dışsal bir otoriteye bağlı olmaksızın var olan her Ego, kendi kendisinin isteklerini en iyi bilen olduğu için, onun, kendisini yönlendirmekten ve ne yapıp ne yapmayacağını ondan başka hiç kimse daha iyi bilemeyeceğinden, ne demokrasi ne başka bir yönetim şekli, bireyi yönetmeye soyunamaz.


Yönetmeyi, yani bireyin eylemlerine devamlı müdahale etmeyi alışkanlık hâline getiren demokrasi, baskıyı sürekli bir sistem hâline getirdikçe insan doğasının bencil dürtüleri ile karşı karşı gelecektir. Bu kaçınılmaz düşmanlık geleceğin büyük kıyametidir. Max Stirner’ın deyişiyle:

Devletin her zaman bireyi sınırlandırmak, onu bağımlı yapmak gibi temel bir amacı vardır. O, asla bireylerin özgür eylemlerini amaçlamaz, amaçladığı sadece kendi çıkarlarına bağlı eylemlerdir... Benim eylemlerimi komuta etmek, nasıl davranmam gerektiğini söylemek ve bunu yönlendirecek bir yasa oluşturmak hiç kimsenin üstüne vazife değildir.

Liberal demokrasinin hedefi kuvvetler ayrımı, sınırlı devlet, genel oy hakkı, insan hakları ve demokratik seçimler gibi kavramları kullanarak insanlığın insanlık üzerinden zorbalığını azaltmaktı. Liberal demokrasi bu amaçla çıktığı yolda belirsizliğe yuvarlandı. Çünkü, insanın insan üzerindeki tahakkümü çözme işine gene bilindik çözüm araçlarıyla yaklaştı, yani erke sahip olarak, yani müdahaleyi kaldırmak için müdahale ederek, yani güç yoğunlaşmasını ortadan kaldırmak için gücü yüceleştirerek liberal demokrasi, bir iblisler yönetimini ortadan kaldırmak doğrultusunda meleklerin başa geçebilmesini iblislerin kanunlarına göre hareket ederek istemiştir. Kısacası, herkes ortak yararı düşünmeksizin yalnızca kendi çıkarının peşinde gidecek olsa bile bir kişisel çıkarlar bütünü, başka kişisel çıkarlar bütününü denetler. Öyleyse, yönetme gücü hiçbir insanın tekeline alabileceği bir şey değildir ve işte liberal demokrasinin yanlışı da budur. Her bir Ego’da bulunan yönetme ve hükmetme isteği, başkalarının aşırı güçlerini dengeler. Böylece, her birey, olabildiği ölçüde kendi yönetimini kendisi sağlayabilir ve koruyabilir. Anarko-kapitalistlerce ispatlandığı üzere, toplumda kâr imkânı olan her meta veya satın alınmak üzere talep edilen her şey üretilmeye hazırdır. Güvenlik hizmetlerinden tutun, özel mahkemelere kadar, satın almaya ya da promosyonla rekabetçi firmalardan hizmeti bedava edinme imkânına sahip olan birey, böylece, başkalarına muhtaç kalmadan kendi egemenliğini ve bağımsızlığını koruyabilir, güçlendirebilir ve geliştirebilir. Örneğin belirli bir bölgede “Egoistler Birliği”ni kuran kendi hâlinde bireyler, farkında olmadan piyasaya verdikleri talepler ve tercihler doğrultusunda gelecek üretimi yönlendirebilirler. Ve neticede, mesela, Egoistler Birliği toprakları üzerinde uyuşturucu içmek istemeyenler olduğundan uyuşturucu satışı yapılmıyor olacaktır. Bu, bireylerin kendi egemenliklerine zarar vermeden yönetebildiklerinin göstergesidir. Özetle, Gustave de Molinari’nin mantığı geçerli, tutarlı ve ispatlı bir akıl yürütmedir:

Yönetimler, bireylerin kendi kendilerini yönetebilmesinden daha iyi bir şekilde yönetmeyi bilmezler.

 

484 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
Yazı: Blog2 Post
bottom of page