Bir asırdır olduğu gibi, bugün de Amerika'daki temel siyasi çatışma bireycilik ve kolektivizmdir. Bireyin hayatı kendisine mi ait; yoksa gruba, topluluğa, topluma veya devlete mi ait? Hükümet giderek daha hızlı genişlediği- paramızı artan bir şekilde “sosyal yardım” programlarına ve şirket kurtarmak için harcıyor, işlerimize külfetli ve giderek artan şekilde zorla müdahale ediyor- konusundaki netlik hiç bu kadar büyük olmamıştı.
Bireycilik, bireyin hayatının kendisine ait olduğu ve uygun gördüğü gibi yaşamak, kendi yargılarına göre hareket etmek, çabasının ürününü tutmak ve kullanmak ve onun değerlerini takip etmek için devredilemez bir hakkı olduğu fikridir. Bu düşünceye göre birey egemendir, kendi içinde bir amaçtır ve ahlaki kaygının temel birimidir. Amerika’nın kurucularının bildirgeyi ve anayasayı hazırlarken ileri sürdüğü bireyin yaşam, özgürlük, mülkiyet ve mutluluk arayışının tanınması ve korunması için kurmaya çalıştığı ideal budur.
Kolektivizm, bireyin hayatının kendisine değil, yalnızca bir parçası olduğu gruba veya topluma ait olduğu, haklarının olmadığı ve grubun “daha üstün çıkarı” için değerlerini ve hedeflerini feda etmesi gerektiği fikridir. Kolektivizme göre, grup veya toplum ahlaki kaygının temel birimidir ve birey sadece gruba hizmet ettiği sürece değerlidir. Bu fikrin bir savunucusunun ifade ettiği gibi: “İnsanın, toplumun onun zevk almasına izin verdiği durumlar dışında hiçbir hakkı yoktur. Doğum gününden ölüm gününe kadar toplum belirli sözde haklardan yararlanmasına izin verirken diğerlerinden mahrum eder. Toplum bunu, bireyi kayırmak veya ezmek istediğinden değil, fakat kendini koruması, refahı ve mutluluğu en öncelikli hususları olduğu için yapar. ”[1]
Bireycilik veya kolektivizm, bu fikirlerden hangisi doğrudur? Gerçekler hangisinin tarafında?
Bireyler yapar ve bunu felsefi araştırmanın her seviyesinde görebiliriz: Gerçekliğin temel doğasıyla ilgili felsefe dalı olan metafizikten; bilginin doğası ve araçlarıyla ilgili dalı olan epistemolojiye; değerin doğası ve doğru insan eylemiyle ilgilenen dalı etikten; uygun bir sosyal sistem kurmakla ilgilenen politikaya.
Bunları sırayla inceleyeceğiz.
Metafizik, Bireycilik ve Kolektivizm
Dünyaya bakıp insanları ele aldığımızda, birbirinden ayrı ve farklı bireyler görüyoruz. Bireyler gruplar halinde olabilir (örneğin, bir futbol takımında veya bir iş girişiminde), ancak gördüğümüz bölünmez varlıklar bireysel insanlardır. Her birinin kendine ait bedeni, kendi zihni, kendi hayatı vardır. Gruplar, var oldukları ölçüde, bir amaç için bir araya gelen bireylerden başka bir şey değildir. Bu dünyanın durumuyla ilgili gözlemlenebilir bir gerçektir. Bu bir kişisel görüş ya da sosyal uzlaşı meselesi değildir ve rasyonel olarak tartışmalı değildir. Algısal düzeyde, metafiziksel olan bir gerçektir. Şeyler neyse odur; insanlar da bireydir.
Bireyciliğin metafizik gerçeğinin güzel bir ifadesi, eski bir köle olan Frederick Douglass tarafından Maryland'deki esaretten New York'a kaçtıktan sonra, eski efendisi Thomas Auld'a yazdığı bir mektupta verilmiştir. “Sık sık sana, senden kaçmak için kendimi haklı bulduğum gerekçeleri sana açıklamak zorunda olduğumu düşündüm.” Diye yazıyor Douglass. ‘’ Şimdi bunu yapmaktan neredeyse utanıyorum, çünkü bu zamana kadar onları kendiniz fark etmiş olabilirsiniz. Ancak, yine de bunlara değineceğim.’’ Görüyorsun ya, diyor Douglass,
‘’Ben kendimim; sen de sensin; biz ayrı ve eşit iki kişileriz. Sen neysen, ben de oyum. Sen insansın, ben de. Tanrı, her ikimizi de birbirimizden ayrı varlıklar olarak yaratmış. Ben sana bağlı değilim, sen de bana. Doğa ne senin var oluşunu bana ne de benim var oluşumu sana bağlayamaz. Bacaklarının üstünde yürüyemem, sen de benimkilerin üstünde yürüyemezsin. Senin için nefes alamam, sen de benim için nefes alamazsın; ben kendim için, sen de senin için nefes almalısın. Bireysel varoluşumuz için gerekli olan imkânlar sağlanmış, eşit ve farklı iki kişiyiz. Seni terk ederken, bana ait olandan başka bir şey almadım ve hiçbir şekilde dürüst bir yaşam elde etme araçlarına zarar vermedim. Yetilerin sana kaldı, benimkiler de esas sahibine yararı oldu.’’[2]
Bir kimse tanrının insanları yarattığıyla ilgili kelime oyunu yapabilirse de, Douglass’ın metafiziksel olgusu gayet açık. İnsanlar doğası gereği farklıdır, her biri kendi bedenine ve kendi varlıkları için gerekli olan yeteneklere sahiptir. İnsanlar hiçbir şekilde metafiziksel olarak birbirine bağlı ya da birbirine bağımlı değildir; her biri kendi zihnini kullanmalı ve kendi bedenini yönlendirmelidir; aksi halde başka hiç kimse onun için bunu yapamaz. İnsanlar bireydir. “Ben kendimim; sen kendinsin; biz iki ayrı kişiyiz. ”
Birey metafizik olarak gerçektir; kendi içinde var olur; insan yaşamının temel birimidir. İster gruplar, ister aileler, ortaklıklar, topluluklar veya toplumlar olsun - insan toplulukları metafiziksel olarak gerçek değildir; kendi başlarına var olmazlar; bunlar insan yaşamının temel birimleri değildir. Aksine, o topluluklar bir takım kişilerdir. Bu algısal olarak apaçık ortadadır. Bunun doğru olduğunu görebiliriz.
Kim aksini kim iddia ediyor? Kolektivistler. Pragmatizm ve modern “liberalizm” in babası John Dewey, kolektivist kavramı şu şekilde açıklıyor:
Toplum, birleşik ve yapısal karakterinde olayın aslıdır; sosyal olmayan birey, tüm insani nitelikleri elinden alınırsa, insanın ne olacağını hayal ederek ulaşılan bir soyutlamadır. Toplum, gerçek bir bütün olarak, normal düzendir ve izole birimlerin bir toplamı olarak kitle kurgudur.[3]
Kolektivizme göre, grup veya toplum metafiziksel olarak gerçektir - ve birey sadece bir soyutlama, bir kurgudur.[4]
Bu elbette saçma, ama söylenenler böyle. Kolektivizmin metafiziğinde, sen ve ben (ve Bay Douglass) kurgusalız ve toplumla bir şekilde ilişki kurduğumuz sürece gerçek oluyoruz. “Gerçek bütünün” bir parçası olmak için kolektifle tam olarak nasıl ilişki kurmamız gerektiğine gelince, bunu kısa sürede göreceğiz.
Şimdi bilginin doğasıyla ilgilenen felsefe dalına dönelim.
Epistemoloji, Bireycilik ve Kolektivizm
Bilgi nedir? Nereden gelir? Neyin doğru olduğunu nasıl bilebiliriz? Bilgi, algısal gözlem veya buna dayalı bir akıl süreci ile ulaşılan bir gerçekliğin (veya gerçeklerin) zihinsel bir kavrayışıdır.[5] Kim gerçeğe bakar, gerçeği duyar, gerçekliğe dokunur, gerçeklikle ilgili akıl yürütür - ve böylece gerçeklik hakkında bilgi sahibi olur? Bireyler. Bireyin gözleri, kulakları, elleri ve buna benzer şeyleri vardır. Bireyin zihni ve onu kullanma kapasitesi vardır. Gerçekliği algılar (örneğin, köpekler, kediler ve kuşlar ve ölüm); algılarını kavramlara uygular (örneğin “köpek”, “hayvan” ve “ölümlü”); kavramlarını genellemelere entegre eder (örneğin, “köpekler ısırır” ve “hayvanlar ölümcüldür”); ilkeleri oluşturur (örneğin, “insan dahil hayvanlar hayatta kalmak için belirli önlemler almalıdır” ve “insan yaşamak ve gelişmek için özgürlük ister”). Bu böyle devam eder. Bilgi, bireylerin algısal gözlemlerinin ve zihinsel entegrasyonlarının bir ürünüdür.
Tabii ki, bireyler diğer insanlardan öğrenebilir, başkalarına öğrendiklerini aktarabilir ve bunu gruplar halinde yapabilir. Fakat böyle bir bilgi aktarımında, bireyin duyuları algılamayı ve zihni de bütünleşmeyi yapmalıdır. Grupların duyusal aparatları veya zihinleri yoktur; sadece bireyler yapar. Bu da şüphe götürmezdir.
Fakat bu, kolektivistlerin bunu reddetmesini sağlamıyor.
İlgili epistemolojik prensip, Helen Longino'nun (Stanford Üniversitesi felsefe bölümünün başkanı) “bilginin temelde sosyal olan bilişsel süreçlerle üretildiği” şeklinde yazıyor.’’ Ancak bilgi inşasının faaliyetleri, bireylerin etkileşimdeki faaliyetleridir; dolayısıyla bilgi, bireyler tarafından değil, etkileşimli bir diyalog topluluğu tarafından oluşturulur.”[6]
Bu şeyleri öylece dolduramazsın. Ancak “etkileşimli diyalog topluluğu” bunu yapabilir.
Bir toplumdaki bireylerin fikir alışverişinde bulunabilmeleri ve birbirlerinden öğrenebilmeleri doğru olmasına rağmen, gerçek şu ki, topluluğun değil bireyin bir zihni vardır; düşünceyi grup değil, birey yapar; toplum değil, birey bilgi üretir ve toplum değil birey, bu bilgiyi, kavramak için kendi zihinlerini kullanması gereken başkalarıyla paylaşır. Gerçekliğin olgularını gözlemlemeyi seçen herkes bunun böyle olduğunu görebilir. Bazı “filozofların” (veya “diyalog topluluklarının”) konuyu inkâr etmesinin konunun gerçeği üzerinde hiçbir etkisi yoktur.
Doğru epistemoloji - bilginin doğası ve kaynağı hakkındaki gerçek - kolektivizm değil, bireyciliğin yanındadır.
Bir sonraki anlatı, bu temellerden gelen ahlaki görüşler olacaktır.
Etik, Bireycilik ve Kolektivizm
İyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın doğası nedir? Prensipte insanlar nasıl davranmalı? Bunlar etik veya ahlak sorularıdır (bu terimleri birbirinin yerine kullanıyorum). Bu sorular neden ortaya çıkıyor? Onlara neden cevap vermemiz gerekiyor? Bu tür sorular ortaya çıktığında, onlara cevap verme zorunluluğumuzun tek nedeni; bireyler var olduğu ve nasıl yaşayacağı ve gelişeceği konusunda ilkeli rehberliğe ihtiyaç duymasıdır. Nasıl hayatta kalacağımızı ve mutluluğa nasıl ulaşacağımızı bilerek doğmayız, ne bu tür bir bilgiyi otomatik olarak kazanırız, ne de kazanırsak, bu bilgiler doğrultusunda otomatik olarak davranırız (Kanıt olarak, dünyadaki sayısız sefil insanı gözlemleyin.). Eğer yaşamak ve gelişmek istiyorsak, bu amaçlar doğrultusunda edinilmiş, ilkeli rehberliğe ihtiyacımız var. Etik, böyle bir rehberlik sağlamaya çalışan felsefenin dalıdır.
Örneğin, bireye uygun bir ahlak der ki: Akla göre gidin (inanç veya duygulara karşın), gerçekliğe bakın, şeylerin doğasını tanımlayın, nedensel bağlantılar kurun, mantık kullanın. Çünkü akıl tek bilgi aracınızdır ve hayat kurtaran hedefleri ve değerleri seçmenin, gerçekleştirmenin tek yoludur. Ahlak ayrıca şunları söylüyor: Dürüst olun, gerçeklerin gerçekte olduklarından farklı olduğunu iddia etmeyin, zihninizdeki alternatif gerçekleri telafi etmeyin ve onlara gerçekmiş gibi davranın. Çünkü gerçeklik mutlaktır ve varoluştan taklit edilemez. Bunu başarmak için gerçek dünyayı anlamalıyız. Ahlak ayrıca, insani ilişkilerle ilgilenmek için rehberlik sağlar. Örneğin ahlak der ki: Adil ol, insanları mevcut gerçeklere uygun olarak rasyonel bir şekilde yargıla ve onlara bu doğrultuda, hak ettikleri gibi muamele et. Çünkü bu tutum iyi ilişkiler kurmak ve sürdürmek, kötü olanları ise önlemek, sonlandırmak ve idare etmek için çok önemlidir. Son olarak ahlâk der ki: Bağımsız ol. Kendi adına düşün ve yargıla, neye inanacağın veya neyi kabul edeceğin konusunda başkalarından yardım isteme. Çünkü gerçek diğer insanların görüşlerine değil, gerçekliğin olgularına tekabül eder. Bu böyle devam eder.
Böyle bir rehberlik sayesinde ( yukarıdakiler sadece kısa bir anlatısıdır), ahlak bireyin yaşamasını ve gelişmesini sağlar. Ahlaki rehberliğin amacı: Bireyin eğitim, kariyer, eğlence aktiviteleri, arkadaşlıklar ve romantizm gibi yaşama hedeflerini ve değerlerini seçmesine ve elde etmesine yardımcı olmak. Ahlaki rehberliğin amacı da tam olarak budur: Eğitim, kariyer, boş zaman faaliyetleri, dostluklar ve aşk gibi yaşama hizmet eden değerleri seçmesi ve elde etmesi için bireye yardım etmek. Ahlakın amacı, ünlü bireyci Ayn Rand'ın dediği gibi, kendinizden zevk almanız ve yaşamayı öğretmektir.
Grup değil, bireyin metafiziksel olarak gerçek olduğu gibi - ve kolektif değil, bireyin bir zihni olduğu ve düşündüğü gibi – topluluk veya toplum değil, birey ahlaki kaygının temel birimidir. Birey ahlaki olarak kendi içinde bir amaçtır, başkalarının amaçlarına bir araç değildir. Her birey, yaşam-değerlerini sürdürmeli ve başkalarının da aynısını yapma haklarına saygı duymalıdır. Bu, bireyciliğin metafiziğinden ve epistemolojisinden kaynaklanan ahlaktır.
Peki ya kolektivizmin metafizik ve epistemolojisinden nasıl bir ahlâk doğar? Tam beklediğiniz gibi: Kolektifin, ahlaki kaygının temel birimi olduğu bir ahlak.
Ahlaka dair kolektivist görüşte, diye anlatıyor “ilerici” entelektüel A. Maurice low, “medeni ile medeni olmayan toplum arasındaki ayrımı her şeyden fazla gösteren şudur ki, geçmişte birey hiçbir şey, toplum ise her şeydir; modern zamandaysa toplum hiçbir şey, birey her şeydir.” Bay Low makalesinin başında kolektivizmin tanımına katkıda bulunmuştur; burada kolektivizmin sözde “medeniliği”ne vurgu yaparak ayrıntılarına iner:
Uygar bir toplumda insanın, toplumun sahip olmasına izin verdiği haklar dışında hiçbir hakkı yoktur. Doğum gününden ölüm gününe kadar toplum, onun belirli sözde haklardan yararlanmasına izin verir ve onu başkalarından mahrum eder; toplum özellikle bireyi kayırmak veya ezmek istediğinde değil, fakat kendi korunması, refahı ve mutluluğu öncelikli koşulları olduğu için bunu yapar. Ve böylece toplum yok olmaktan kurtulsun, daha yüksek bir düzleme ulaşsın, erkekler ve kadınlar daha iyi vatandaş olabilsin diye toplum onlara belirli haklar verirken başkalarının kullanımını da kısıtlar. Bazen bu gücün kullanılmasından birey büyük bir rahatsızlık duyar, hatta bazen adaletsizlik gibi görünen şeylerden muzdarip olabilir. Hayıflanılsa da bu kaçınılmazdır. Uygar toplumun amacı en büyük sayıya, en büyük fayda sağlamaktır ve en büyük sayı en büyük yarardan fayda sağlayabileceğinden, birey kendi yararını veya eğilimlerini herkesin yararına tabi tutmak zorundadır.[7]
Bay Low bunları 1913’de yazmış olduğu için — yani Stalin, Mao, Hitler, Mussolini, Pol Pot ve beraberindekiler yüz milyonlarca insana bariz bir biçimde “en büyük sayı için en büyük fayda” adına işkence edip onları öldürmeden önce — bir miktar müsamaha gösterilebilir. Fakat bugünün kolektivistlerinin böyle bir mazereti yoktur.
Ayn Rand’in 1946’da yazdığı ve düşünen her yetişkinin takdir edeceği gibi,
“En büyük sayı için en büyük fayda” insanlığa yutturulmuş, gelmiş geçmiş en ahlaksız sloganlardan biridir. Bu sloganın somut ve spesifik bir anlamı yoktur. Onu iyi niyetli bir şekilde yorumlamanın bir yolu yoktur, fakat en felaket eylemleri haklı çıkarmak için kullanılabileceği birçok yolu vardır. Bu slogandaki faydanın tanımı nedir? En büyük sayı için iyi olan neyse o, bunun dışında hiçbir şey. Herhangi bir konuda, en büyük sayı için neyin iyi olduğuna kim karar verir? Neden, en büyük sayı. Bunu ahlâki olarak kabul ederseniz, pratikte bu sloganın uygulamaları olan şu örnekleri kabul etmek zorunda kalacaksınız: İnsanlığın geri kalan %49’unu köleleştiren %51’i; aralarındaki onuncuyu yiyen dokuz aç yamyam; topluluk için tehlikeli olduğunu düşündükleri bir insanı linç ederek öldüren çete. Almanya'da 70 milyon Alman ve 600 bin Yahudi vardı. En büyük sayı (Almanlar) Nazi hükümetini destekledi, bu da onlara en büyük faydanın daha küçük sayıyı (Yahudiler) yok ederek ve mülkiyetlerine el koyarak sağlanabileceğini söyledi. Teoride kabul edilen rezalet sloganın pratikteki yansıması dehşetti. Yine de diyebilirsiniz ki, tüm bu örneklerdeki çoğunluk kendileri için de doğru dürüst bir fayda elde etmedi ki? Hayır, etmediler. Çünkü “fayda” ne sayı hesabıyla belirlenir, ne de birini diğerine feda etmekle elde edilir.[8]
Kolektivist ahlak anlayışı oldukça şeytani ve açıkça yanlıştır. Topluluğun iyiliği mantıki olarak bireyinkinden daha öncelikli olamaz çünkü ilk etapta “iyi” ve “yapılması gerekir” gibi ahlaki kavramların varlığının tek sebebi, bireylerin varlığını sürdürmek ve ilerletmek için ilkeli rehberliğe ihtiyacı olmasıdır. Ahlakın amacını bireye - insan gerçekliğinin ve dolayısıyla ahlaki kaygının temel birimi- karşı bir pozisyona çevirmeye yönelik herhangi bir girişim sadece ahlaki bir suç değildir; ayrıca ahlakı bu şekilde yok etme çabasıdır.
Kuşkusuz ki, bireylerin yaptığı gibi toplumların da ahlaki ilkelere ihtiyaçları vardır, fakat bu sadece bireylerin kendi yaşamlarını sürdürebilmeleri ve ilerletebilmeleri için gerekli yollarla hareket etmelerini sağlamak amacıyla gereklidir. Dolayısıyla, bir toplumun uygar bir toplum olması durumunda uygulaması gereken tek ahlaki ilke, bireysel hak ilkesidir: Her bireyin ahlaki olarak kendi içinde bir amaç olduğu ve kendi yargısına göre hareket etmek için başkaları tarafından bir zorlamaya tabi tutulmadan, kendi rızasıyla karar vermek için ahlaki bir ayrıcalığı sahip olduğu gerçeğinin tanınması. Bu ilkeye göre her birey, kendi uygun bulduğu şekilde düşünme ve davranma hakkına; çabalarının ürünlerini gönüllü olarak, karşılıklı yarar ve karşılıklı rızayla üretme ve ticaret yapma hakkına; ‘‘kamu yararı” diye adlandırdığı bazı şeylere hizmet etmediği yönündeki şikâyetleri göz ardı etme hakkına sahiptir – gruplar ve hükümetler de dahil olmak üzere hiç kimse, onu bu karara karşı farklı bir şekilde davranmaya zorlayacak ahlaki bir hakka sahip değildir.
Bu bizi siyaset alanına getiriyor.
Politika, Bireycilik ve Kolektivizm
Bireyciliğin siyaseti, esasen Amerikan’ın kurucularının Amerika Birleşik Devletleri'ni yarattıklarında aklında olan, ancak mükemmel bir şekilde uygulayamadıkları şeydir: özgürlük ülkesi, hükümetin tek bir şey yaptığı- fiziksel güç kullanımını sosyal ilişkilerden yasaklayarak ve yalnızca misillemede ve sadece kullanımını başlatanlara karşı güç kullanarak tüm bireylerin haklarını eşit derecede koruduğu- ve o şeyi de iyi yaptığı bir toplum. Böyle bir toplumda, hükümet hırsızlara, gaspçılara, katillere, tecavüzcülere, teröristlere ve benzerlerine karşı gerekli gücü kullanmaktadır; ancak barışçıl, haklara saygılı vatandaşların yaşamlarını sürdürmek ve mutluluklarını kendi yargılarına göre takip etmekte tamamen özgür bırakmaktadır.
Bu doğrultuda, düzgün, haklara saygılı bir devlet yasama organından, mahkemelerden, polisten, ordudan ve bireysel hakların korunması için gerekli olan diğer şube ve departmanlardan meydana gelir. Bu, bireysellik metafiziğinden, epistemolojisinden ve etik kurallarından mantıklı olarak gelen bireycilik politikasının özüdür.
Kolektivizmin politikalarından ne çıkar?
‘’Amerika vatandaşları olarak, birlikte harika şeyler yapmak için bireysel çıkarları bir kenara koyup, ortak fayda için çalıştığımızda, en iyi şekilde çalışmış oluruz, ”diyor kolektivist düşünce kuruluşu Demos'tan, David Callahan. Demokrasi editörü Michael Tomasky, modern “liberalizmin, vatandaşların kendi menfaatlerinin ötesine bakmaya ve daha büyük bir ortak çıkar için çalışmaya çağırılması” felsefesi prensibi üzerine inşa edildiğini açıklıyor.
Tarihsel olarak liberal yönetimin ahlaki dayanağı şudur ki: adalet, eşitlik, haklar, çeşitlilik, hükûmet ve hatta refah ya da fırsat değil. Liberal yönetim vatandaşların kişisel çıkarlarını, ortak çıkarlarla dengelemelerini talep etmekle ilgilidir. … Bu gerçekten de liberal yönetim için liderlerin yapabileceği yegâne gerekçelendirmedir: Hepsinden kendilerinden daha büyük bir projeye katkıda bulunmaları isteniyor… kamu yararı için fedakarlık eden ve bunun yaratılmasına katkıda bulunan vatandaşlar.[10]
Bu, elbette Başkan Barack Obama da dahil olmak üzere, genel olarak günümüz solunun ideolojisidir. Obama'nın söylediği gibi, “fedakarlık çağrısı” nı dikkate almalı ve “birbirimize bakma” ve “daha büyük bir kamu yararı” için “temel etik ve ahlaki yükümlülüğümüzü” korumalıyız. [11]“Bireysel eylemler, bireysel rüyalar, yeterli değil. Kolektif eylemde birleşmeli, kolektif kurum ve kuruluşlar inşa etmeliyiz. ”[12]
Ancak modern “liberaller” ve yeni “ilericiler”, kolektivizm politikasını savunmak konusunda yalnız değiller. Onlara katılmak, özgürlüğün savunucuları olarak gözüken, ancak sapkın savunuculuğunda özgürlük kavramını yok eden Rick Santorum gibi sağın sahtekârlarıdır.
“Düzgün tanımlanmış,” diye yazıyor Santorum, “özgürlük, benlikten daha büyük ya da daha yüksek bir şeye sorumluluk ile bağlı özgürlüktür. Bu, gözümüzün ortak faydada olduğu hayallerimizin kovalamacasıdır. ‘’Özgürlük, ellerimizi ve kalbimizi komşularımıza uzatırken aynı zamanda gözlerimizin cennete kitlendiği çift yönlü bir aktivitedir.’’[13] Bu, “istediğim kadar bencil olma özgürlüğü” ya da “yalnız bırakılma özgürlüğü” değil, “kişinin görevlerine, tanrıya, aileye ve komşuların görevlerine katılma özgürlüğü”.[14]
Bugün Amerika'da siyasetin durumu böyledir ve karşı karşıya olduğumuz seçim şudur ki: Amerikalılar kolektivizmin baştan aşağı yozlaşmış olduğu gerçeğini görmezden gelmeye devam edebilir ve böylece devletçilik ve zulme giden yolda devam edebilir- ya da gerçeğe bakıp, aklımızı kullanıp, kolektivizmin saçmalıklarını ve ondan sonra gelen acımasızlıkları kabul edip ve gerçeği evimizin çatısından ve İnternet üzerinden bağırabiliriz.
İkincisini yapsaydık ne olurdu? Ayn Rand'ın dediği gibi, “Kolektivizm ideologlarının kendinden emin, entelektüel bir muhalifle karşılaştıklarında ne kadar çabuk geri çekildiklerine şaşıracaksınız. Davaları, insanın kafa karışıklığı, cehalet, sahtekârlık, korkaklık, umutsuzluğa başvurmaya dayanıyor. Yaklaşmaya cesaret edemeyecekleri tarafa bakın; insan zekâsına hitap etmek. ”[15]
Yazar - Craig Biddle
Çevirmen - Can Kilercioglu
Son Notlar
1 A. Maurice Low, “What is Socialism? III: An Explanation of ‘The Rights’ Men Enjoy in a State of Civilized Society,” The North American Review, vol. 197, no. 688 (March 1913), p. 406.
2 Letter to Thomas Auld, September 3, 1848, in Frederick Douglass: Selected Speeches and Writings (Chicago: Lawrence Hill Books, 1999). Also available online at http://www.yale.edu/glc/archive/1121.htm.
3 John Dewey, “The Ethics of Democracy,” in The Early Works of John Dewey, Volume 1, 1882–1898: Early Essays and Leibniz’s New Essays, 1882–1888, edited by Jo Ann Boydston and George E. Axetell (Carbondale, IL: Southern Illinois University Press, 2008), p. 232.
4 The roots of this idea can be found in Plato’s The Republic.
5 Cf. Ayn Rand, Introduction to Objectivist Epistemology, 2nd ed., edited by Harry Binswanger and Leonard Peikoff (New York: Penguin, 1990), p. 35.
6 Helen E. Longino, “Knowledge in Social Theories of Science,” in Socializing Epistemology: The Social Dimensions of Knowledge, edited by Frederick F. Schmitt (Lanham, MD: Rowman & Littlefield, 1994), pp. 139, 142–43.
7 Low, “What is Socialism? III,” pp. 405–6.
8 Ayn Rand, “Textbook of Americanism,” in The Ayn Rand Column (New Milford, CT: Second Renaissance Books, 1998), p. 90.
9 David Callahan, “The Biggest Idea in Obama’s Speech: A Common Good,” The Demos Weblog, January 26, 2012, http://www.policyshop.net/home/2012/1/26/the-biggest-idea-in-obamas-speech-a-common-good.html.
10 Michael Tomasky, “Party in Search of a Notion,” The American Prospect, April 18, 2006. Available online at http://prospect.org/article/party-search-notion.
11 Barack Obama, Keynote Address, Sojourners/Call to Renewal-sponsored Pentecost conference, June 2006, http://www.sojo.net/index.cfm?action=news.display_article&mode=C&NewsID=5454; Penny Starr, “Obama Calls Health Care a ‘Moral Obligation,’ But Pro-lifers Say Tax Money for Abortions Is ‘Moral’ Issue,” August 21, 2009, http://www.cnsnews.com/news/article/52844; Obama, Commencement Speech at Wesleyan University, 2008, http://www.wesleyan.edu/newsrel/announcements/rc_2008/obama_speech.html.
12 Hank De Zutter, “What Makes Obama Run?,” Chicago Reader, December 7, 1995. Available online at http://www.chicagoreader.com/chicago/what-makes-obama-run/Content?oid=889221.
13 Rick Santorum, It Takes a Family (Intercollegiate Studies Institute, 2005), pp. 14–15.
14 Jonathan Rauch, “A Frothy Mixture of Collectivism and Conservatism: America’s Anti-Reagan Isn’t Hillary Clinton. It’s Rick Santorum,” Reason Magazine, September 6, 2005. Available online at http://reason.com/archives/2005/09/06/a-frothy-mixture-of-collectivi.
15 Ayn Rand, “The Cashing-In: The Student ‘Rebellion,’” in Capitalism: The Unknown Ideal (New York: Signet, 1967), p. 269
