03/04/2014 - Serkan Kiremit
“Bugün, eski liberal ilkeler, tam bir yeniden incelemeye tâbi tutulmalıdır. Bilim, son yüzyılda tamamen dönüşmüştür ve liberal öğretinin genel sosyolojik ve iktisadî temelleri, bugün yeniden atılmalıdır. Pek çok sorun hakkında liberalizm, sonuna kadar mantıklı bir şekilde düşünmedi. Toplanması gereken gevşek ipler vardır.”
Ludwig von Mises Sosyalizm, s. 515
İngiliz ordusunun bir subayı olan Richard Overton, 1600’lü yıllarda “Tiranlara Karşı Özgürlük” adlı broşüründe John Locke’tan tam yarım asır önce şöyle diyordu:
Dünyadaki herkese başkaları tarafından ihlal edilemeyen ve zorla ele geçirilemeyen doğal bireysel hak ve özgürlükler verilmiştir. Herkes, kendisine ait hak ve özgürlüklere sahiptir ve hiçbir kişi, doğal ilkelere saldırmaksızın ve bu ilkeler ile insanlar arasındaki eşitlik ve adaletle ilgili kurallar açıkça ihlal edilmeksizin, bu hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılamaz; hiçbir kişi benim hak ve özgürlüklerim üzerinde bir yetkiye sahip değildir. Ben de başkalarının hak ve özgürlükleri üzerinde bir yetkiye sahip değilim; bir birey olarak kendime ait olan hak ve özgürlükler üzerinde salahiyete (alıp verme yetkisine) sahibim ve sahip olduğum mülkiyetten başkasını kayda geçiremem; eğer daha ötesine cüret edersem üzerlerinde hiçbir hakka sahip olmadığım diğer kişilerinin hak ve özgürlüklerine tecavüz eden bir kişi olurum... Her insan, doğası gereği kendi doğal koşullarında ve alanında bir kral, bir rahip ve bir peygamberdir. Bu nedenle doğal hak ve özgürlüklerinden onun rızası olmaksızın, yetki devri olmaksızın hiç kimse pay alamaz.
Yukarıdaki satırlar daha eskiye bile götürebilir. Bu tam şu demektir. Eğer insanoğlu ve kızı varsa liberal düşünce de vardır. Klasik liberalizm aşina olmuş şekilde asla bir düşünürle, bir felsefeyle, bir savaşla, bir çağla, bir barışla, bir mekânla ya da bir şekille ve zamanla doğmamıştır. O, insan ve onun mantığıyla ve kişinin doğayla tanıştığı an başlamıştır. Klasik liberalizm insanın varoluşuyla birlikte doğmuştur. O, insanla beraber evrim maratonuna devam etmektedir. O, insanın yerinden kalkıp, bir şeyleri adlandırdığı an, bir şeyler yapmaya karar verdiği an, insan bilinciyle oluşmuştur.
Richard Overton daha Thomas Hobbes veya John Locke siyaset ve hukuk hakkında yazmaya başlamadan evvel liberal düşünceyi merkeze alarak işe başlamıştır. Ve tiranlara -haça ve tâca- karşı kendini, yani haklarını, mülkiyetini ve özgürlüklerini geri almak istemiştir. Geri almak! Kimsenin hak ve özgürlüklerine tecavüz etmeden onda olması gerekeni istemiştir ve daha fazlasını değil! Rızası ve sözleşmesi dışında hiç kimseye bir şey vermek zorunda değildir. Ne bir temsil hakkını, ne de kendi üzerinde iktidarını bir hükümete veya sivil topluma vermek zorunda değildir.
İşte böyle bir zamanda -dünyanın herhangi bir yerinde- kral, karşı düşünceleri saraya çağırarak tarafların fikir alışverişinde bulunmalarını sağlamak istemiştir. Velhasıl böyle bir zamanda kral hakem olarak, hak ve özgürlüklerini tekrar geriye isteyen milyonlarca Richard Overton’lar ile rızaları ve sözleşmeleri olmadan onların mülkünü, haklarını ve özgürlüklerini gasp eden grupları karşılaştırmıştır. Kralın tam karşısına oturan grup, dinin -kilisenin- temsilcisidir. Bunlar din ile devletin bir olduğuna inanan kesimdi. Kralın sağında bulunan soylular sınıfı aristokratları ve derebeylerini temsil ediyordu. Ve kralın tam solunda oturan grup ise liberallerdi, yani şehirliler, tacirler, esnaflar, işçiler, zanaatkârlar, sanatçılar, kadınlar, gençler, köleler, toprağı olan köylüler, toprağı olmayan çiftçiler ve marjinallerdi.
Bu düzen, yani Fransa Kralı 16. Louis’nin masasında kurulmuş hâliyle siyasete birçok sıfat kazandırmıştır. Eski rejimi destekleyen gruplar sağcılar ve merkezciler olarak; ve değişimi, özgürlüğü, mülkiyeti, haklarını geri isteyen ve din ile devleti ayırmak isteyen gruplar ise solcular olarak adlandırılagelmişti. Bu siyaset tarihinde birdenbire oluşan sıfatlar, 1776 yılında İngiltere’ye karşı ayaklanan ABD’lileri destekleyen Whig’leri mecliste solda oturmaya, eski rejimi destekleyen Tory’leri ise sağda oturmaya götürmüştür... Dahası, 1789 Fransız Devrimi’ni destekleyen ve köle ticaretine karşı olan Foxienleri solda, Devrim’i yuhalayan Muhafazakârları -Edmund Burke dâhil- sağda oturmaya teşvik etmiştir. Öyle ki büyük liberal iktisatçı Frédéric Bastiat’ı 1848’de Fransa Meclisi’nde sosyalistlerle beraber solda oturmaya iten bu arzu onun eski zamanlardan kalma alışkanlığıdır. Çünkü kendisi hâlâ eski rejimin büyük muhalifidir. O, ne kadar dindar olsa da muhafazakârlarla beş dakika beraber aynı yerde duramazdı. Çünkü kimse dindar olmaya zorlanamazdı ve kendi ifadesiyle ince narin bedeni ve zayıf ciğerlerine ancak özgürlüğün havası iyi gelebilirdi. Bu da meclisin sol tarafında bulunan ve sert rüzgârların estiği, yenilikçi fikirlere açık, bol özgürlük ve bol değişim havasıydı.
Klasik liberalizmde sol ve sağ kavramlar bir oturma düzeninden ortaya çıkmıştır. Ama bu hâl, bir sıfattan daha fazlasıdır. Çünkü sağ taraf, her vakit eski rejimi savunmuştur. Statükoyu ve menfaatleri koruma peşindedir. O mevcut düzenin yandaşı ve bir sınıfın temsilcisidir. Sol taraf ise her vakit halkın haklarının ve özgürlüklerinin peşindedir. O, devletin, statükonun ve mevcut menfaatlerin büyük muhalifidir. O, reform ve değişimin yandaşı ve halkın refahını düşünen kesimdir. O, bir sınıfın papağanı değildir; genelin dostudur. Richard Overton, 1600’lerin başlarında broşürüne “dünyadaki herkes” cümlesiyle başlar ve asla bir ülkenin milliyetiyle, kültürüyle, ulusun zenginliğiyle, ari ırkıyla ya da seçilmiş ulvi bir diniyle başlamaz. O “herkes” ile ilgilenir. O, halk ile halkın hak ve özgürlükleriyle ilgilenir.
Lafı fazla uzatmayalım. Açıkçası klasik liberalizm eskiden kendisini solda tanımlamıştır. Fakat ne oldu da klasik liberalizm sağa çark etmiştir? Açıklığa kavuşması gereken bütün mesele budur. Mesela nasıl oldu da klasik liberalizm Fransız Devrimi’ni reddetmiştir? Edmund Burke’ün Whig (Sol) düşüncesini Tory düşüncesiyle (Sağ) ile birleştirmesinin altında yatan en büyük neden Hıristiyan düşüncesinin akıl çağıyla etkisini kaybedeceği ve düzenin, yani sınıfların ve menfaat sahiplerinin okuma-yazma bilmeyen sıradan insanlar ve çapulcular karşısında ulviliğini yitireceğidir. Burke, süregelen düzene müdahale edilmesine karşıdır. Burke, klasik liberalizmin esas ilkesini yani tanrının -devletin- bütün insanlara eşit yaklaştığını unutmuştu; doğada mevcut olmayan mevkiler için saygının kaybolduğunu ifade ediyordu. Oysaki devrim, liberal ilkelerle oluşturulmuştu ve Overton’ın da üstünde durduğu gibi kandan gelen aristokrasi, soydan gelen krallık, genden gelen milliyet ve gökten gelen din, doğada olmayan mevkiler ve menfaat düzeni yaratarak insanın insan üzerinde bir hâkimiyet kurmasını sağlamıştı. Bu da birilerinin birilerini doğada mevcut olmayan kurumlarla -devlet ve din ile- sömürmesi ve onları köleleştirmesidir. Klasik liberal Marquis de Condorcet’nin, Devrim zamanındaki sözlerini, yani “Doğal hukuka karşı olduğu gerekçesiyle gönüllü bir kölelik kurumu da olamayacağını...” buraya eklememiz gerekir.
Sonuçta Burke’ün klasik liberalizmi Tory geleneğine yaklaştırarak düzenin değişmemesini, sınıflar arasında yapının bozulmamasını, Hıristiyan ilkelerine karşı saygının devam etmesini ve geleneğin sürüp giderken akla değil türün bilgisine güvenilmesini savunuyordu. Tory grubuna eklediği ve radikal liberal düşünceyi ölene kadar devam ettirdiği üç nokta serbest piyasa, sivil toplum ve sınırlı devlet konusuydu. Bir de Burke’ün Hıristiyan anlayışından kaynaklanan “yoksullara yardım edilmemesi” ilkesiydi. Çünkü Kalvenci Protestan düşünce çalışmanın günahları azaltacağını ve bunun bir Hıristiyan ödev ve zorunluluk olduğunu söylüyordu. Oysaki radikal liberaller yoksulluğun bolluk toplumuyla çözüleceğine emindiler. Sağlam teorileri şaşmaz pratiğe uygulanmaya hazırdı. Hem de hemen şimdi! İnsanların hak ve özgürlükleri eline aldıktan sonra, mülkiyet haklarına dayanan, ticaretin doğasına uygun olarak karşılıklı kazançlarla beraber artan sermaye miktarının, nüfusa oranına göre akıl almaz ürün, mülkiyet ve iş çeşitliliğine varacağını söylüyorlardı. Burke’ün yoksulluğun hiçbir zaman sonlanmayacağına inancı, düzenin ve sınıfların bozulmayacağıyla alâkalıydı. Yoksa radikal liberaller gibi o da bolluk toplumuna değil, çağdaşı Thomas Malthus gibi, kötümser bir dünyaya ve kıtlık toplumuna inanıyordu.
Klasik liberalizm artık kendisini Büyük Britanya’da solda tanımlamaya başlamışken Avrupa’da Fransız Devrimi ile birlikte bu, kesin çizgilerle belirlenmiştir. Böylece, Britanya’da klasik liberal gelenek, kendisini sol olarak radikalizm adı altında toplarken, eski geleneğine asla ihanet etmemiştir. Ve tekrar yönetmek adına hükümet etmek için değil, insanın insan üzerindeki hâkimiyetini sonlandırmak için muhalefet etme geleneğine dönmüştür. Fikirlerin gücüne olan inancını bugün dahi yitirmiş değildir. O andan itibaren klasik liberallerin sayıları iyice azalmış ama etkileri ünlü, saygın ve güçlü kişiliklerle 1810’lara kadar fikirler ve devrimler üzerindeki hâkimiyetini sürdürmüştür. Politikada Charles James Fox, bilim dünyasında Joseph Priestley, siyaset felsefesinde aktivist Thomas Paine, dinî dünyada ve iktisatta Richard Price, kadın hakları savunucusu Mary Wollstonecraft, Fransa’da filozof Marquis de Condorcet, ABD’de Thomas Jefferson, Almanya’da ünlü felsefeci Immanuel Kant, şair ve edebiyatçı William Blake, halktan esnaf ve dernekçi Thomas Hardy...
Richard Price, devrimden hemen sonra başrahip olarak halka açık bir söylevinde Edmund Burke’ü kızdıracak şekilde şöyle diyordu:
Bir devrimin faydalarını görüp paylaştıktan sonra gökyüzü bana her biri yine şanlı olan iki tanesinin tanıklığını daha bahşetti. (1688 İngiliz Devrimi’nden sonra 1776 ABD ve 1789 Fransız devrimlerinden bahsediyor.) Şimdi, özgürlük için gayretin yakalandığını ve yayıldığını, insan ilişkilerinde genel bir düzelmenin başladığını, kralın iktidarının yerini kanunların iktidarının aldığını, rahiplerinin iktidarının yerine aklın ve vicdanın iktidarının yerleştiğini görüyorum. Şükürler olsun. Amen!
Devrimle beraber klasik liberal mikrop, bütün İngiliz İmparatorluğu’na sıçramıştı. Hindistan’da bulunan İngiliz ordusunun mensubu Tipu Sultan, Hindistan’da klasik liberal bir devrim kulübü kurmayı başarmıştı. John Locke’tan Thomas Paine’e kadar birçok kitap okuduktan sonra bütün halka bu kitapları okuyacakları bir kütüphane kurmuştu ve mücadelesi başarıya ulaşmıştı. Öyle ki Tipu ve liberal kültür ordusu sessizce Srirangapatna eyaletindeki İngiliz sömürge askerlerini ikna ederek eyaletten çıkarmayı başarmışlardı. Sloganları çağın ruhuna uygundu: “Tiranlara nefret, özgürlüğe sevgi, tüm kral ve hükümdarlara ölüm!” İngiliz hükümet başkanı Genç William Pitt bu duruma çok sinirlenmişti. Hindistan sömürge valisinin askerleri eyalete çok kısa sürede girerek Sultan Tipu’nun bütün liberal içerikli klasik kitaplarını yakmayı başarmıştı. Böylece, sağduyu sahibi zannettiğimiz Büyük İngiliz Muhafazakâr Hükümeti tarihte eşi ve benzeri olmadığını zannettiğimiz Moğol istilalarını hatırlatan bir kütüphane yakma olayına da imza atmıştı. Bu barbarca hareket Edmund Burke’ün taraf olduğu Pitt hükümetinden geliyordu; Paine’nin, Burke’nin lafından alıntı yaparak alaya aldığı gibi “Fransa’nın anarşist ve ateist devriminden değil!”
Devrim zamanı, İngiliz serbest ticaretçi bir sabun tüccarı yanına Danimarkalı tercüman-maceraperest Jørgen Jørgensen’i alarak İzlanda’ya gitti. Çünkü o günlerde İzlanda, Danimarka’nın sömürgesiydi. Danimarka hükümetinin atadığı İzlanda valisi, tüccarın İzlanda sahillerine sabun satmasını yasakladı. Üstüne, sabun tüccarını ülkeden kovup sabunlarına el koymaya kalkınca, ülkede büyük kargaşa çıktı. İzlanda halkı tüccardan yana olunca halk valiyi devirdi. İngiliz tüccar işinin başına ve ülkesine döndü. Maceraperest ve botanikçi olan Jørgen Jørgensen, İzlanda’da kalarak ülkenin başına geçti. Ve bir klasik liberalin yapacağı ilk şeyi yaptı ve yeni bir liberal anayasa hazırladı. Monarşiyi bitirdiğini ilân etti. Hükümetin gücünü sınırladı. Parlamentoyu açtı. Ticareti serbest bıraktı. Zengin veya fakir, güçlü ya da güçsüz herkesin kanun önünde eşit olduğunu söyledikten sonra bütün erkeklere oy hakkı tanıdı. 2 ay sonra ülkeyi terk etti. Avustralya’nın Tazmanya adasındaki botanik araştırmalarına geri döndü. Tabii ki İngiliz hükümeti sömürgelerine bir başkasını daha kattı, yani İzlanda’yı ele geçirerek Kuzey Denizi’ne hâkim oldu. İngiltere’de Charles James Fox, Pitt hükümetine yalvarıyordu: “İngiliz devletinin özgürlüğü, sömürge halklarının köleliği ile sağlanamaz.” Ama dinleyen nerede?
Bununla beraber İrlanda’da dinî ayrılıkçılara inat, klasik liberal olan stajyer avukat Wolfe Tone, kendisi Protestan olmakla beraber Katolik komitesi başkanı olarak, Fransız Devrimi’ni destekleyen bir açıklamada bulundu. Belfast’ta 6000 kişilik bir gösteri düzenlediler. İngiliz toprak sahiplerine, İrlandalı Protestan yurttaşları destekleyen ve Katolikleri ikinci sınıf vatandaş sayan hükümete karşı köylülerin, esnafın, devletle iş yapmayan işadamlarının ve dinî özgürlükçülerin işbirliğiyle Tone, İngiliz emperyalizmini ülkeden çıkarmaya çalışacak ve Protestan-Katolik ayrılıkçıları birleştirecek kuvvetli bir liberal cumhuriyet peşindeydi.
Bunun için yapılması gereken tek şey, İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirges’ini kabul eden 1789 Fransa’sına gidip 20 filo istemek ve ulusal kurtuluş savaşını başlatmaktı. İrlanda’da Tone’un derneğinin üye sayısı 120 bine ulaşmıştı. Fransa’dan gelecek filo ile beraber İngiliz emperyalizmini ülkeden kovacaklardı. Fakat Fransa devrim komitesi Tone’u tam 3 ay oyaladıktan sonra sadece 1 filo gönderdi ama yine de İrlanda halkı Fransa’nın bu dostane yardımını hiç unutmayacaktı. Tone açık açık şöyle diyordu:
Yerel halkın tüm toprakları ellerinden alındı. En koyu sefalet içinde yaşamaya mahkûm edildiler. Ekmeğin tadını neredeyse unuttular. Ahır gibi evlerde yaşıyorlar ve İngilizler için durmaksızın çalışıyorlar... Fakat her şeye rağmen özgürlüğümüzü elde etmek zorundayız.
Fakat emperyal İngilizler, Tone’u dinlemeyecek ve tam 50 yıl içinde İrlanda büyük kıtlığa mahkûm olacaktı. Ülkenin üçte ikisi açlıktan ölecekti. Buna rağmen Tone, bu kötü günlerde Katolik köylüler ile zengin Protestan şehirlileri bir araya getirebildi. Serbest ticareti uygulayarak İrlanda’nın yetiştireceği malları hem ABD’ye hem de Fransa’ya satacaklarını, bunun içinde gümrük duvarlarını yıkacağını söylüyordu. Bu duruma sinirlenen Pitt hükümeti, haçın ve tâcın yeni hamisi Burke’ün kışkırtmalarıyla İrlanda’ya çıkartma yaptı. Ülkede terörü destekleyerek, Protestanlara Oregon (İngiliz hanedan soyu) Derneği’ni kurdurdu ve ülkede onarılamayacak bir bölünme yarattı. Tone yanlısı köylüleri ve köyleri cayır cayır içinde çoluk çocuk, kadın dinlemeden yaktılar. Birçok İrlandalı entelektüel, pasifist ve liberali idam ettiler. Tone intihara kalkıştıysa da İngiliz ordusu onu buldu ve vahşice canına kıydılar.
Bu vakitte Fox ve yandaşları her vakit İrlanda Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni desteklediler. Pitt hükümeti yanlısı çeteler radikal liberal ünlü kimyacı ve siyaset felsefeci Joseph Priestley’nin evini ve kitaplarını cayır cayır yaktılar. İlerlemeci klasik liberal kitabını bitirdikten sonra Condorcet’yi Jakobenler saklandığı yerden bulup çıkardılar ve öldürdüler. Thomas Hardy’nin eşi ve çocuklarını sokaklarda sürüyerek öldürdüler. Paine’in bütün kitaplarını yaktılar ve yasakladılar. Sonunda onu ülkeden kovdular. Din adamı Richard Price bilinmeyen bir nedenle öldü. Şair Blake’in kitapları ve çizimleri yasaklandı ve İngiliz vatandaşlığından çıkarıldı. Thomas Jefferson, o yıllarda susturuldu, ABD’de kızağa çekildi ve topraklarına borç içinde döndü. Bir tek Fox, o da soyla krala bağlı olduğundan serbestti. Ve dünyaya yönelik esas terörün krallıkla yönetilen bu ülkelerde olduğunu ve Avrupa krallıklarında düşünce özgürlüğüne tahammülün kalmadığını anlattı. Ama hâlâ Fox’un sesi haklılığın inadıyla gür ve coşkusu ilk günkü gibiydi. Lakin seslendiği kulaklar cılız ve yürekler katıydı. Avrupa krallıkları halk egemenliğini ve özgürlüğü ağzına alan her şeyi ve herkesi susturuyordu. Ya içeri tıkıyor, ya mülkünü zorla elinden alıyor, ya ülkeden kovuyor ya da öldürüyordu. Bu baskıya dayanacak ne parası ne de bu kadar eğitimli adamı olan radikal liberaller sonuçta yavaş yavaş sindiler veya eridiler. Sonuçta koca bir kuşak kaybeden klasik liberalizmin sol kanadı tarih sayfalarında unutuldu. Böylece devrim düşmanı olan klasik liberaller ayakta kaldı. Onlar da Edmund Burke’ün izinden gittiler ve Muhafazakâr fikre veya partisine katılarak sağa çark ettiler.
Sonra Kıta Avrupasında 1848’lerde Fransa’da Charles Comte, Charles Dunoyer, Frédéric Bastiat ve öğrencisi Gustave de Molinari tekrar klasik liberal geleneğin sol kanadını dirilttiler. ABD’de Henry David Thoreau, Lysander Spooner ve Benjamin Tucker doğal haklar teorisine dayanan bireyci ve akılcı sistemi tekrar canlandırdılar. Almanya’da bireyciliğin üstadı Max Stirner Adam Smith ve Jean-Baptiste Say’in iktisat kitaplarını Almanca’ya ilk kez çevirerek Almanya ve Avusturya vatandaşlarını liberal iktisat ile tanıştırdı. Sonuçta Carl Menger, Eugen von Böhm-Bawerk ve Ludwig von Mises geleneğinin doğmasına yol açtı. İngiltere’de 1838 yılında tükenmiş olarak görülen radikal liberalizm tekrar Richard Cobden ile sahnede parladı. Fox’un bıraktığı yerden bir anda bayrağı devraldı. Tory ve Burkecü Robert Peel’in hükümetini tam 5 yıl boyunca sıkıştırdı ve muhalefet etti. Bütün yasaklamalara ve engellemelere karşı çıktı. İngiltere’de adları aşınmaya başlayan radikaller böylece “Manchester Liberalleri” olarak adlandırılmaya başladılar. Cobden, siyasî atası Fox gibi asla iktidara gelmeyi düşünmedi. Bütün mevkileri elinin tersiyle itti. Hiçbir hükümette yer almadı. Sürekli muhalefet geleneğini sürdürdü. Halkın adamı oldu. İflah olmaz bir serbest ticaretçiydi.
Bugün klasik liberalizmde gelinen nokta bambaşkadır. Sağ kanat, liberal dünyaya hâkimdir. Sondan bir önceki kuşaktan olan ve en etkin klasik liberal olarak görülen Hayek, bu geleneğin devamını sağlayacak olan büyük teoriler ve girişimlerde bulundu. Liberal geleneğin devrim ile bağını mutlak olarak koparmaya çalışmıştır. Klasik liberalizmi bilinçli insan eylemi olan sürekli devrimci ilkeden, içinden insan faktörünü çıkaran evrimci “kendiliğinden düzen” gibi bir akıntıya bırakmıştır. İnsan bilinciyle oluşabilecek kurumları reddederek geleneğin bozulmuş ve eğri kurumlarını klasik liberalizmin kurumları olarak sundu. Doğal hak ve özgürlük kurumlarını elinin tersiyle itti. Sınırlı devlet, din ve askerlik gibi kurumları zorbacı olmalarına rağmen liberal dünyanın içine soktu. Kurucu aklı mahkûm ederek klasik liberalizmin eleştirel aklını da liberal dünyadan çıkardı. Böylece Edmund Burke’ün giriştiği bu olayı Hayek, teori ve tarih de koyarak liberal entelektüel dünyada hâkim kıldı. Hayek, liberal dünyayı Kıta Avrupası rasyonalizmi ve Anglo-Sakson sağduyusu gibi iki yapay bölünmeye tâbi kıldı. Ve aslına bakılırsa Anglo-Sakson liberalizmin doğru olduğunu ispat etmeye çalıştığı bu yolda başarı da sağladı.
Ama unutulmasın ki tarih yoluna devam eder, iktisat feshedilemez ve teoriler pratiğe uygulanabilir olduğu sürece -ki bu böyle- klasik liberal sol dünya, kendini entelektüel olarak her zaman çevik ve genç tutacaktır. Onun doğası gereği bu böyledir. O, eleştirel aklı önyargıya, seküler dünyayı din ile devlet birliğine, ekonomiyi siyasete, düzeni kaosa, sürekli devrimi kendiliğinden düzene, mübadeleyi mücadeleye, hoşgörüyü baskıya, bireyi topluma, tercihi zorlamaya, reformları hantal kurumlara, sağlığı hastalığa, özgürlüğü köleliğe, adaleti menfaat rejimine, mülkiyeti hırsızlığa, bolluğu kıtlığa, zenginliği yoksulluğa ve serbestliği yasaklamaya her zaman yeğ tutar ve tutacaktır.
Sonuç olarak her zaman bir anarşiste şu soru sorulur: “Bireyci misin, yoksa toplumcu mu?” Bu, bir anarşistin reddetmeye kalksa bile cevaplamaya çalıştığı bir sorudur. Sıfatsız bir anarşizm yaratmaya kim kalktıysa işin sonunda ya bireyciliği ya da toplumsalcılığı seçmek zorunda kalmıştır. Açıkçası bir anarşist istemeden de olsa ya bireyciliği ya da toplumsalcılığı seçmeye mecburdur. Kısaca klasik liberalizmde de durum aynıdır. Sıfatsız bir klasik liberalizm yoktur. Klasik liberalizm ya sağdır ya da soldur. Eğer bir liberalseniz şimdi soruyorum: Sol musunuz, yoksa sağ mı? Söz sizindir!
Comments