23/03/2018 - Saifedean Ammous

⏪ Önceki Bölüm - Sonraki Bölüm ⏩
Uluslararası altın standardında para ticarî mallar karşılığında ülkeler arasında serbestçe akıp kur fiyatları basit bir biçimde altın gramajlarının dönüşümüyle hesaplanırken parasal milliyetçilikte her ülkenin para arzı ve bunlar arasındaki kur oranı uluslararası anlaşma ve toplantılarla belirlenebilir. Versailles’ın ardından Almanya, anlaşmanın kendisine yüklediği büyük tazminatları enflasyon ile ödemeye kalkışınca hiperenflasyona maruz kaldı. İngiltere, sterlini aşırı değerlendirip altının değerini düşüren bir altın standardını idame ettirmeye çalışırken karşı kıyılarındaki Fransa ve ABD’ye altın akışında ciddi problemler yaşıyordu.
Parasal milliyetçilik yüzyılının ilk büyük anlaşması 1922 Cenova Anlaşması idi. Bu anlaşma hükümlerine göre ABD doları ve İngiliz sterlini diğer ülkelerin rezervlerinde altın gibi rezerv parası olarak kabul edildi. Bu hareketle Birleşik Krallık sterlinin diğer ülkeler tarafından yüklü miktarlarda alınmasını sağlayıp aşırı değerlenmesine sebep olarak sorunlarını hafifletmeyi umuyordu. Dünyanın önde gelen güçleri, altın standardının ekonomik saygınlığından ayrılıp ekonomik sorunlara çözüm olarak enflasyonizme yöneleceklerinin sinyalini vermiş oldular. Bu düzenlemenin saçmalığı, bu hükümetlerin enflasyon isterken para birimlerinin altın cinsinden fiyatını savaş öncesi seviyelerde tutmasıydı. Güvence sayılarda aranmaktaydı. Eğer herkes paralarını devalüe ettiyse sermayenin saklanabileceği bir yer kalmayacaktı. Bu işe yaramadı ve zaten yarayamazdı da. Altın İngiltere’den dışarı, ABD ve Fransa’ya akmaya devam etti.
İngiltere’den altın drenajı, muazzam sonuçlara sahip az bilinen bir hikâyedir. Liaquat Ahamed’in Lords of Finance eseri bu zaman dilimine ve aktörlerine odaklanır ve yaşanan dramı iyi bir şekilde tartışır. Ancak konuyu ele alırken Keynesyen bir anlayış benimser ve bu dönemin tamamı için altın standardını sorumlu tutar. Ahamed, kapsamlı araştırmalarına rağmen problemin altın standardı olmadığını kavrayamamıştır. Asıl problem, hükümetlerin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaş öncesi kur üzerinden altın standardına dönmek istemesiydi. Eğer savaşmak için gerçekleşen devalüasyonu halklarına itiraf etselerdi ve para birimlerini altına yeni kurla sabitleselerdi muhtemelen bir resesyon krizi gerçekleşecek fakat ardından ekonomi sağlam para temelinde düzlüğe çıkacaktı.
Bu bölümün daha iyi bir analizi ve ardından gelen korkunç sonucu Murray Rothbard tarafından yazılan America’s Great Depression kitabında bulunabilir. İngiltere’nin altın rezervleri daha değerli oldukları yerler için ülke sınırlarını terk ederken, Bank of England Başkanı Sör Montagu Norman, ülkelerindeki para arzını artırmak için sırtını Fransız, Alman ve Amerikan meslektaşlarına yasladı. Böylece kâğıt paraları devalüe olacak ve İngiltere’den dışarı altın akışı kesilecekti. Fransız ve Alman bankerler işbirliği yapmazken, New York Federal Rezerv Başkanı Benjamin Strong 1920’ler boyunca enflasyonist para politikası izlemiştir. Bu, İngiltere’den dışarı altın akışını bir nebze azaltmış olabilir fakat bunun en önemli sonucu ABD emlak piyasası ve borsalarında daha büyük bir balon yaratmış olmasıdır. FED’in enflasyonist politikası 1928 yılı bitimine kadar sonlanmış olsa da ABD ekonomisi enflasyonizmin ardından gelen kaçınılmaz çöküş için olgunlaşmıştı. Ardından 1929 Borsa Krizi patlak verdi. ABD hükümetinin tepkisi, durumu, modern tarihin kaydettiği en uzun buhrana dönüştürdü.
Büyük Buhran ile ilgili en bilindik hikâye şudur: Başkan Herbert Hoover altın standardına bağlı kalarak, serbest piyasaların toparlanmayı gerçekleştirebileceğine dair yanlış bir güvenceye tutunduğu için gerileme dönemi karşısında eylemsiz kalmayı tercih etmiştir. Ancak aktivist hükümet rolüne bürünen ve altın standardını askıya alan Franklin Delano Roosevelt’in başkanlık koltuğuna geçmesiyle ABD’nin iyileşmesi sağlanmıştır. Bu, en hafif tabirle saçmalıktır. Hoover ekonomik buhranla mücadele etmek için yalnızca kamusal projelere aktarılan hükümet harcamalarını artırmakla kalmadı, aynı zamanda FED’in kredi genişletmesine sırtını yaslayarak düşen ücret oranları karşısında, ücretleri yüksek tutma gibi çılgın bir arayışa girdi. Ayrıca buhrandan önce âdil ve doğru kabul edilen ahvâle benzer şekilde, tarımsal ürünler başta olmak üzere ürünlerin fiyatlarını sınırlandırmak için yüksek seviyede fiyat kontrol tedbirleri uygulanmıştır.
ABD ve tüm büyük küresel ekonomiler korumacı ticaret politikaları uygulamaya başladı fakat bu, dünya ekonomisini çok daha kötü bir duruma getirdi.¹ 1932 ABD genel seçimlerinde Hoover kampanyasını yüksek derecede müdahaleci bir platformda, Franklin Delano Roosevelt ise mali ve moneter sorumluluk platformunda yürütmüştür. Bu, tarih kitaplarından dikkatlice cımbızlanmış az bilinen bir gerçektir. Amerikalılar aslında Hoover’ın politikalarının aleyhinde oy vermişti fakat Roosevelt iktidara geldiğinde Hoover’ı etkileyen çıkarlara eşlik etmenin daha elverişli olduğunu gördü. Hoover’ın müdahaleci politikaları Yeni Anlaşma (New Deal) olarak bilinen hâlde daha da derinleştirildi. Yeni Anlaşma’yı benzersiz veya yeni yapan hiçbir şey olmadığını fark etmek önemlidir. Tamamen Hoover’ın tesis ettiği müdahaleci politikaların büyütülmesinden ibaretti.
Ekonomi hakkında ön bilgiye sahip olmak fiyat kontrollerinin her zaman ters tepeceğini, arz fazlaları ve eksiklerine sebep olacağını anlamayı kolaylaştıracaktır. 1930’larda Amerikan ekonomisinin karşılaştığı sorunlar, ücretlerin ve fiyatların sabitlenmesiyle ayrılmaz bir şekilde bağlantılıydı. Ücretler çok yüksekti, bu da belirli noktalarda %25’e varan yüksek bir işsizlik oranına yol açarken fiyat kontrolleri çeşitli mallarda arz eksikliğine veya arz fazlalığına sebep oldu. Hatta yüksek fiyat seviyelerini korumak için bazı tarım ürünleri yakıldı. İnsanlar aç ve iş bulmak için çaresizdi, ücretler yüksek olduğu için işverenler de ücretleri ödeyemediğinden işçi çalıştıramıyordu. Biraz tahıl üretebilen üreticiler de fiyatları yüksek tutabilmek için mahsulünü yakıyordu. Ortaya çılgınca bir durum çıkmıştı. Tüm bunlar, fiyatları 1929’daki âni yükseliş öncesi seviyelerinde tutmak için yapılırken bir yandan da doların altına kıyasla hâlâ değerini koruduğu sanrısına sıkı sıkıya yapışılmıştı. 1920’lerin enflasyonu, emlak piyasasında ve borsalarda büyük varlık balonlarının oluşmasına sebep olarak ücretlerde ve fiyatlarda yapay bir artış meydana getirdi. Balon patladıktan sonra piyasa, doların altına karşı değerini kaybedişinde ve reel ücretler ile fiyatlardaki düşüşte düzeltme arayışındaydı. Üçünün de gerçekleşmesini engellemek isteyen merkezî planlayıcıların dikkafalılığı ekonomiyi felç etti. Dolar, ücretler ve fiyatlar aşırı değerlenmişti. İnsanlar dolarları altın karşılığında elden çıkarmak istiyordu, muazzam bir işsizlik ve üretim eksikliği vardı.
Bunların hiçbiri sağlam parayla tabii ki mümkün değildi. Bu problemler ancak para arzının enflasyona uğramasıyla oluşabilirdi. Enflasyondan sonra bile dolar, altına piyasa tarafından belirlenen fiyatla revalüe edilip, bunun ücretleri ve fiyatları özgürce belirlemesi sağlansaydı, sonuçlar çok daha az yıkıcı olurdu. Çağın hükümet iktisatçıları bundan bir ders çıkarmak yerine hatanın enflasyonist politikalarda değil, hükümetin enflasyonizmini engelleyen altın standardında olduğuna karar verdiler. Enflasyonizmin altın prangalarını kırmak için Başkan Roosevelt gerçek şahısların altın tasarruf etmelerini yasaklayan bir başkanlık kararnamesi yayımladı. Tüm ABD vatandaşlarını, ellerindeki altını 20,67 dolar/ons kurundan ABD hazinesine satmaya zorladı. Sağlam paradan mahrum edilerek halk dolarla alışverişe zorlanmıştı. Roosevelt daha sonra doları 20,67 dolar/onstan 35 dolar/onsa indirerek, altına karşı reel olarak %41 devalüasyona uğrattı. Bu, 1914’te ABD Federal Rezervi’nin kurulmasıyla başlayan ve ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’na girişini finanse etmeye kadar yıllarca süren enflasyonizmin kaçınılmaz gerçekliğiydi.
Dünyanın lider ekonomilerini merkezî olarak planlanan ve hükümetlerce yönetilen başarısızlıklara dönüştüren şey, sağlam paranın terk edilerek hükümet tarafından çıkarılan itibari para birimine geçişti. Hükümetler parayı kontrol ettikleri için, çoğu ekonomik, politik, kültürel ve eğitimsel faaliyeti de kontrol ettiler. Ekonomi eğitimi almamış veya profesyonel ekonomi üzerine araştırma yapmamış olan Keynes, her şeye muktedir hükümetin dönem ruhunu (zeitgeist) yakaladı ve hükümetlere duymak istediklerini veren bir yol haritasıyla çıkageldi. Dünya çevresinde yüzyıllarca süren bilimsel çalışma ile edinilen bilginin temelleri yerini, tam da dönemin günü kurtarma niyetindeki politikacılarının ve totaliter hükümetlerinin yeni inancına uygun harcıâlem çıkarımlara bıraktı: ekonominin durumu toplam harcama koluyla belirlenir. İşsizlikteki bir yükselme veya üretimdeki bir yavaşlamanın altta yatan sebebi, üretimin yapısıyla ya da merkezî planlayıcıların tarifiyle ilgili değildi. Bunlardan ziyade sadece bir harcama darlığıydı. Çözüm ise paranın değerinin düşürülerek hükümet harcamalarının artırılmasıydı. Tasarruf, harcamaları azaltır. Oysa harcama en önemli şeydir ve hükümet ne yapıp edip vatandaşlarını tasarruftan caydırmalıdır. İthalat, işçileri işinden eder, dolayısıyla harcama artışı yerli mallara yönelik olmalıdır. Hükümetler bu mesaja bayılırdı ve Keynes de bunu biliyordu. Kitabı 1937’de Nazi döneminin zirvesinde Almancaya çevrildi ve Alman baskısının girişinde Keynes şöyle yazdı:
Okuyacağınız kitabın anlatmak istediği şey “toplam üretim teorisi”dir ancak serbest rekabet ve serbest piyasa koşulları altında ortaya koyulmuş bir üretime ait üretim ve dağıtım teorisinden ziyade, totaliter devlet koşullarına daha kolay uyarlanabilir.²
Dünyanın hâlâ yaralarını saramadığı Keynesyen tufan başlamıştı. Üniversiteler özerkliklerini kaybederek hükümetin iktidar aygıtının bir parçası ve parseli hâline geldiler. Akademik ekonomi, kıt kaynaklara sahip insanların durumlarını iyileştirmek için yaptıkları tercihleri anlamaya yoğunlaşan bir disiplin olmaktan çıktı. Bunun yerine politikacıları ekonomik aktiviteleri yönetmeleri için en iyi politikalara yönlendiren hükümetin bir kolu oldu. Ekonominin hükümet tarafından idaresinin gerekli olduğu fikri, tüm modern ekonomi eğitiminin sorgusuz sualsiz başlangıç noktası oldu. Herhangi bir modern ekonomi ders kitabına bakarsanız kolaylıkla görebileceğiniz şekilde hükümet, dinî kaynaklarda Tanrı’nın oynadığı rolün aynısını oynar: tatminkâr bir şekilde sorunları çözmek için sadece teşhis etmesi yeterli gelen ve her yerde var olan, her şeyi bilen, her şeye muktedir bir güç. Hükümet fırsat maliyetleri konseptine karşı bağışıktır. Ekonomik faaliyetteki hükümet müdahalesinin olumsuz sonuçları nadiren göz önüne alınır, eğer alınırsa da bu daha fazla hükümet müdahalesini haklı çıkarmak içindir. Ekonomik özgürlüğü ekonomik refahın temeli olarak gören klasik liberal gelenek, hükümet kontrollerinin sebep olduğu ve büyüttüğü Büyük Buhran’ı serbest piyasa tezini çürüten bir sonuç olarak takdim eden iktisatçı maskesi altındaki hükümet propagandacıları tarafından bir kenara itildi. Klasik liberaller 1930’ların siyasî rejimlerinin düşmanıydılar. Rusya, İtalya ve Avusturya’dan kovuluyor ve katlediliyorlardı. Bu devler, vasat bürokratların ve başarısız istatistikçilerin üniversitelerin ekonomi bölümlerini bilimcilik ve sahte sübutla doldurduğu ABD ve İngiltere’de ise sadece akademik zulümle karşılaşacak kadar şanslıydılar.
Hükümet onaylı ekonomi müfredatları bugün hâlâ Büyük Buhran için altın standardını suçlamaya devam ediyor. 1870 ile 1914 yılları arasında kırk yıldan fazla süren ve neredeyse kesintisiz küresel gelişme ve refahı yaratan altın standardı, 1930’lu yıllarda aniden rafa kaldırıldı. Çünkü hükümetlere -bu ekonomistlerin, sebepleri hakkında hayvan fıtratına dair saçma sapan Keynesyen imaların ötesinde bir açıklama bulamadıkları- buhranla mücadele etmeleri için para arzlarını genişletmelerine izin vermiyordu. Bu iktisatçıların hiçbirisi şu gerçeği fark edememiş gibiydi: eğer gerçekten sorunun kaynağı altın standardı olsaydı, askıya alınması toparlanmanın başlamasına sebep olmalıydı. Bunun yerine, altın standardının askıya alınmasının ardından büyümenin kaldığı yerden devam etmesi on yıldan fazla zaman aldı. 1929 Borsa Krizi’nin sebebinin Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda altın standardından sapma olduğu sonucu, temel bir para ve ekonomik anlayışı olan herkese açıktır. Buhranın derinleşmesine sebep olansa hükümet kontrolü ve Hoover ile Roosevelt yıllarında gerçekleşen ekonominin kamulaşması ve hükümet kontrolüydü. Ne altın standardının askıya alınması ne de savaş zamanı harcamaları Büyük Buhran’ı hafifletecek herhangi bir şey yaptı.
Dünyanın büyük ekonomileri altın standardını terk ettiğinde, küresel ticaret gemisi dalgalanan itibari paranın kıyılarında batmak üzereydi. Uluslararası bir fiyat mekanizmasının varlığına izin verecek bir değer standardının bulunmayışıyla ve devletlerin artan bir şekilde devletçi ve tecrit yanlısı mihraklarca ele geçirilmesiyle kur manipülasyonu, ülkelerin kendi ihracatçılarına avantaj sağlamak için para birimlerini devalüe etme arayışıyla bir ticaret politikası aracı olarak ortaya çıktı. Daha fazla ticaret engelleri yığıldı ve tahmin edilebilir sonuçlarla, ekonomik milliyetçilik o dönemin dünya görüşü hâline geldi. Kırk yıl önce birlikte refahı yakalayan ve tek bir altın standardıyla ticaret yapan ülkelerin arasında artık ticaret bariyerleri vardı. Sesi çok çıkan popülist liderler, kendi hatalarını diğer milletlere suç atarak örtbas etmeye çalıştılar. Otto Mallery’nin kehanetini gerçekleştirmek üzere olan nefret dolu milliyetçilik akımı yükselişteydi: “Eğer askerler uluslararası sınırları geçmeyecekse, mallar geçmelidir. Ticaretten prangalar düşürülemedikçe, gökten bombalar düşecektir.”³
Dipnotlar:
1. Hoover'ın müdahaleci politikalarının kapsamlı bir muhasebesi Murray Rothbard’ın America’s Great Depression’da bulunabilir.
2. Henry Hazlitt, The Failure of the New Economics, s. 277.
3. Otto Mallery, Economic Union and Durable Peace, Harper & Brothers, 1943, s. 10.