Avusturya İktisat Okulu Problemi Çözüyor
31/07/2015 - Serkan Kiremit
"Allah, alışverişi helal, faizi ise haram kılmıştır."
Bakara Suresi, 275. Ayet
Ekonomik açıdan iki tür yol vardır. İlki insan doğasını ve hür tercihlerini ortaya koyabilecek sistem olan özel mülkiyet altında karşılıklı yardımlaşmaya dayanan iş bölümü toplumu; ikincisi ise ilk sistemden elde edilmiş metayı yani ganimeti zorbalıkla paylaşma, bölüşme ve yağmalama sistemidir.
İslam ilk ortaya çıktığında kendi kavmi için birinci sistemi tercih etti. Başka kavimler ve dinler içinse ikinci yolu. İslam, Emevilere kadar klasik anlamda bir "devlet" değildi. Fakat yine de "Medine şehrine" akan bir "zekât" sistemi geliştirmişlerdir. Gönüllülük dışı toplanan ganimet ile farz olan zekât, büyük çoğunlukla İslam ordusunu besliyordu. Diğer bir kısmı ise Mekke ve Medine şehirlerinin bakımına ayrılıyordu. İslam ordusu ‘zekâtın çoğunu tüketse de, ‘zekâtı arttıran yağmacı ve istilacı bir birlikti. Arabistan çöllerindeki Putperest Arap, Zerdüşt İranlıları, Musevi ve Hıristiyan kavimlerini İslam topraklarına katıyordu. Onların ellerindeki ganimetlere el koyuyorlardı. Aynı zamanda bu zorbalıktan iktisaden bir iyilik de çıkıyordu. Bölünmüş Araplar bir ideal uğruna (İslam için) zorla veya arzu ederek birlik altında toplanmışlardı. Bu toplanış ticaret yolları için mükemmel bir güvenlik ve refah alanı geliştirmişti. İslam böylelikle, Suriye’den Yemen’e, Umman’dan Irak’a, İran’dan Mısır’a, Moritanya’dan İspanya’ya tek bir çatı altında hukuk ve ticaret sistemi oluşturmuştu.
İslam çok kısa bir zamanda refahını arttırmayı başarmıştı. Bu başarı İslam topraklarına medeniyeti getirmişti. İslam topraklarında esen bu yarım yamalak hürriyet ve refah havası, elbette askerî, ticarî ve siyasî yolarla elde edilmiş ganimetler ile sağlanmıştı. Halife ve onun valilerinin koruduğu ve beslediği birçok entelektüel, sanatçı, zanaatkâr, din âlimi, mimar ve felsefeci İslam medeniyetine birçok yenilik, gelişim, ahlâkî ilerleme ve bilimsel katkıda bulunmuştu. Doğu toplumlarının Batı toplumlarına göre nüfusça daha kalabalık, güçlü ve savaşçı olmaları, böylece onların diğer toplumları haraca bağlamalarını sağlamıştı. Bunun yanında İslam medeniyeti içerisinde gelişmiş özel mülkiyet haklarıyla, güvenli ticaret yollarıyla, barışçıl ilişkilerle ve kısmen diğer dinlere karşı gösterilen hoşgörü ve tahammül süresince, doğunun en az 900 yıl süren (MÖ 632- MÖ 1492) entelektüel ve ekonomik üstünlüğü ortaya çıkmıştı.
Fakat iktisat yasaları tarihin hiçbir döneminde idealize edilmiş toplulukları kayırmış değildir. Fizik ve biyoloji kadar iktisat teorisinin yasası da duygusuz ve serttir. Ona karşı gelmek daha büyük acılara ve fayda kaybına yol açar. İslam, sosyal ve siyasal olarak bir yönetim, tek kitap, tek bayrak, tek vatan ve tek Tanrı altında toplanmış olabilir lakin iktisat yalnızca bunlarla ilgilenmez.
İktisat, üretim sürecinde insan tercihlerinin doğasına uygun olarak mutlak anlamda hürriyet ister. Bu hürriyet elbette dörtnala koşan bir nihilist özgürlük değildir, illaki iktisat ile akıl yasalarınca dizginlenmiş ve eğitilmiş bir ahlâkî ve rasyonel hürriyettir. Akılcılık insan doğasının en önemli ögesidir. Akıl ve ahlâk bizlere başkalarının özgürlüğüne, mülkiyetine ve tercihlerine karışmamamızı söyler. Buradaki amaç iktisat yasalarına müdahale edilmemesidir. Müdahale, sadece doğal mülkiyet hakkına yapılan tecavüzler, saldırılar ve hırsızlıklar ile olur. Yani insan-birey, bedenini istediği gibi tasarruf edebilir ama başkalarının doğal mülkiyetine zarar vermemek kaydıyla bunu gerçekleştirebilir.
Böylelikle akıl ve iktisat yasalarınca ortaya çıkan şeyler toplumun refah, barış ve özgürlük içinde yaşamasına olanak verecek olan hukuk altında doğal mülkiyet ve özgürlük sistemiyle mümkün olabilir. Buradaki eşitlik sadece doğal hukukun bireyin durumuna uygulanış biçimiyle alâkalıdır, ekonomik ve sosyal statüsüyle alâkalı değildir.
İslam, alışveriş, miras hukuku, şehircilik, âdem-i merkeziyetçilik, az devlet, ticaret yollarının güvenliği, özel mülkiyet, az vergi (kırkta bir oranında zekât) konusunda iktisat yasalarınca hemen hemen beraberdir. Lakin İslam, iktisat yasasının sermaye malları konusundaki en önemli unsuru olan biriktirilmiş ganimetlerin yatırıma döndürülmesi için finans, faiz ve bankacılık konusunda ise tamamen zıt konumdadır. İslam’ı durgunlaştıran ve batının 15. yüzyıldan sonra bir anda sıçrama yapmasının yegâne nedeni budur.
İslam dünyası sermaye mallarının önemini çok iyi kavramıştır. Yalnız, ilave sermaye malları için tasarrufun önemini anlayamamıştır. İslam ticaret yoluyla elde edilmiş kârı makul görmesine karşı bu kârdan elde edilmiş tasarrufun yatırıma döndürülmesindeki en önemli etken olan bankacılık ve finans konusunda sınıfta kalmıştır. Birkaç zengin ve soylu tarafından yapılan ticaretten elde edilen biriktirilmiş helal kârlar, faizin haram sayılmasıyla beraber sıradan girişimci halkın tüketimine girmesini farkında olmadan engellemiştir.
Böylelikle, biriktirilmiş sermayenin sahipleri için İslam toplumunda faiz haram olduğundan sermayeye ihtiyacı olanlara borç olarak vermesi için bir teşvik kalmamış oluyordu. İslam toplumunda sermaye sahipleri genellikle elde edilmiş kârların birçok kısmını saçma sapan tüketime yönlendiriyorlardı. Öyle ki biriktirilmiş sermaye neredeyse çarçur oluyordu. İlave sermaye yaratılmadığı için tasarruflar uzun süreli sermayeye dönüşemiyor, sürekli tüketiliyordu. Bunun yanında borç para isteyenler belki de sadece tüketim için veya sermayeyi çarçur etmek için bu tasarrufları borç verenlerden arzuyla istese de, bir bölümü de girişimciliğin, atılganlığın ve keşfin onları sürüklemesi kaydıyla sermayenin daha yararlı ve etkin kullanılmasının yolunu bulmanın verdiği para yokluğuyla tasarrufları talep etmekteydi. Ama İslam'ın bu konuda tavrı baştan netti. Faiz, borsa, finans ilişkileri ve bankacılık asla bir ticaret değildi. Çünkü ticaret ve alışveriş ilişkisinde kâr, emek-değerden oluşmuş iken, paradan para kazanma açısından elde edilmiş "obez"-değer ise yasaktır, haramdır.
İslam böylece toptan bir iktisadî karar vererek, tasarrufu borç verenler açısından emekten bağımsız bir kazancın olamayacağına onay vererek, sermayenin "marjinal değerini" kaçırıyordu. Çünkü İslam, "emek-değer" hariç bir kişinin asla herhangi bir değer elde edemeyeceğini vahiy yoluyla elde etmişti. Bu nihai bir sonuçtu. Tartışılmaz ve kesin hükümdü. Paradan para kazanmak emek açısından herhangi bir değere sahip değildi. Ne evrimsel bir süreçle faiz dönüştürülebilirdi ne de tarihsel koşullar altında bu "haram" unutulabilirdi. Tam teşekküllü İslam toplumunda domuz eti yemek, şarap içmek ve faiz eşit derecede günah ve net bir yasaktı.
İslam yaşadığı çağa ayak uydurmuştu. MÖ 600-650 yılları arası kıtlık, açlık ve fakirlik çağıydı. Bu yıllarda borç alanların sadece günlük geçimleri için kıtlıktan bir an önce kurtulmak istediğini varsayıyordu. Böylece borç alanların o tasarrufları hemen yiyip yok edeceklerini ve sonuçta borç verenlerin kulu kölesi olacaklarını öne sürüyordu. İslam kıtlık ve açlığın yaşandığı bir zamanda olayları değerlendiriyordu. İktisadın görünen yüzünde ve çağında, coğrafyanın şartlarına göre şekil alıyordu. Oysaki iktisadın evrensel yasalarını tanımamak İslam toplumları için korkunç bir yıkım olacaktı.
İslam zaman konusunda vurdumduymazdı. İnsanın dünyada yapacaklarının kısa ve sonlu olduğunu, oysaki öteki dünyanın sonsuz ve zamansız olduğunu vurguluyordu. Böylelikle İslam toplumlarında mülk, Allah’ın oluyor, insanlar özel mülklerine, yatırımlarına ve yapacaklarının kalıcılığına önemsiz ve özensiz yaklaşıyorlardı. "İslam iktisat düşüncesine" göre mülk, kısa bir eğlenceli dünya hayatının dışında insanın sahip olduğu bir şey olmadığına göre ondan türeyen "doğal mülkiyet hakkı" konusunda da İslam bilginleri ilgisiz kalıyorlardı. Böylelikle İslam, insan hakları, ifade özgürlüğü ve kanun önünde eşitlik anlamında bir ilerleme kaydedemiyordu.
Oysaki Avusturya İktisat Okulu, faiz konusunda İslam iktisat düşüncesi bakımından tamamen farklı bir görüşe sahipti. İslam kendi görüşünü hak, diğer görüşleri batıl görmesine karşılık Avusturya İktisat Okulu da kendi görüşlerinin iktisadın evrensel yasalarının bir tekrarı diğer ekolleri ise buna karşı çıkan nafile fikirler olarak adlandırıyorlardı.
Avusturya İktisat Okulu’na göre faiz de tıpkı alışveriş gibi insan davranışıdır. Bu doğal, insanî ve sosyal bir aktivitedir. Faiz kötü bir alışkanlık veya zorbalık sonucunda ortaya çıkmış bir şey değildir. Ama ihtiyaç vesilesiyle ortaya çıkmış bir şeydir. Borç alanların ve borç verenlerin gönüllü olarak buluştuğu bir pazar yeridir. Yalnız bu pazar yerinde para+vade vardır. Alışverişte satıcı ve alıcı arasında uzlaşma vardır. İkisi de kazanç içerisindedir. Faizde ise alışverişteki gibi olup bitmiş bir nakit işlemi olmadığından, belli bir süre sonra işlem ancak tamamlanacaktır. Faiz bu açıdan alışveriş ve "zaman piyasasına" aittir. Zaman piyasası çok geniş bir kavramdır. "Geçmiş, gelecek ve şimdi"yi içine alan süredir. Bu sürede daimî geçerli olan tek mal "para"dır. Para tartışılmaz en dayanıklı ve bozulmayan tek maldır. Para her daim her şeyle takas edilebilecek en iyi anlık maldır. Bu açıdan faiz bugünkü malların gelecek mallar ile mübadele edildiği piyasa tarafından belirlenir.
Faiz borç verenin şimdiki mallardan vazgeçmiş olduğu bir maliyet olduğundan borç alanlardan risk primi almasıdır. Borç alanlar gelecekte muhtemelen kazanacağı malları, şimdi harcaması mümkün olan borç verenler ile takas etmiştir. Ama "zaman piyasası" marjinal değer kanuna göre çalıştığından her zaman her yerde "şimdiki mallar", "gelecek mallardan" daha yüksek değer taşır. Çünkü, birincisi, gelecek gelmeyebilir; ikincisi, gelecek geldiğinde, borç alan borcunu ödemek için anaparaya sahip olmayabilir. Bu yüzden faiz iktisaden değerin sıraya konmasıyla oluşmuş ve bu değerlerin sıraya konmasıyla oluşan zamanın değerini de eklemiştir. Vadenin artışı riskin artışını da beraberinde getirir. Bu yüzden faizin ortadan kalkması borç verenin şimdiki harcaması muhtemel olan malları "sen gelecekte malları harca ve değer kaybını da görmezden gel" demektir. Faizin ortadan kalkması borç verenin, yani ilave sermaye sahibinin, kapitalistin cezalandırılmasıdır.
Şunu da ekleyelim ki faiz sadece borç-alacak piyasasının bir nedeni değildir. Üretim aşamalarının da bir nedenidir. Çünkü tüketim mallarıyla üretim malları arasında, yani dayanıksız mallar ile daha çok sermaye, işçi, makine ve yatırım gerektiren dayanıklı mallar arasında üretim-zaman farkı vardır. Bu fark da kapitalistin uzun bir gelecekte kazancını aynı borçlu gibi sermayeyi, ara mamul malları, makineleri ve emeği kiralama ve borçlanma sonucu ortaya çıkarır. Genellikle kapitalist ve girişimci, kiralamayı ve borçlanmayı bankalar aracılığıyla gerçekleştirir. Ve paranın belli bir süre üretim aşamalarına gittiği için finans sektöründen çıkmasını sağlar. Kapitalist böylece bugünkü mallarına karşılık gelecekteki kazancını takas etmektedir. Oysaki emek ve toprak sahipleri kapitalistten bugünkü kazancını hemen almakta ve gelecek konusunda riski paylaşmamaktadır. Yalnız riski banka ve finans piyasası üstlenir. Faiz bu açıdan gene iskonto edilmeye hazır risk primi olarak belli bir orana sahiptir.
Faizi etkileyecek en önemli şey zaman-tercihtir. Fakat "sermayenin marjinal verimliliği" olmadan iktisatta en azından uzun dönemde herhangi bir davranışta bulunmak mümkün değildir. Sermaye bilindiği gibi tükenmesi mümkün bir şeydir. Çünkü sermaye, insanın bilinçli amaçları yoluyla üretilmiştir. Sermaye muhakeme yoluyla keşfedilmiştir. İnsan ölümlü olduğu için muhakeme de ölümlüdür. Eğer dünyada insan yoksa sermaye de yoktur. Bu teoriden bakıldığında sermaye emek-değer bazında bir ürün gibi durmaktadır. Ama sermaye kesinlikle "marjinal yasaya" tâbidir. Sermaye sadece keşfedicisinin işine yarıyorsa bile gene arz-talep yasası devreye girer. Çünkü sermaye keşfedicisinin zamanını aldığı için belli bir maliyet işlemine tâbi olmuştur. Taş Devri balıkçısı, balıklarını elleriyle tutmak yerine oltayı keşfetmek için boş zamanını ve balık tutma zamanını bu işe ayırmıştır. Oltayı keşfetmekle beraber balıkçı daha çok ve çeşitli balık sahibi olmuş ve gelecekteki boş-zaman artışına katkıda bulunmuştur. Çünkü balıkçı yiyemediği balıkları etler ve sebzelerle takas etmiştir. Böylece sermaye artışı, verimliliği ölçüsünde zaman-tercihi kısaltmıştır.
Sermaye bir kez ortaya çıktığında sonsuza kadar verimli olacak değildir. Olta balıkçı teknesi ve balık ağları karşısında balık tutma oranı açısından daha düşük olduğu için balıkçılığın temel sermayesi olmaktan çıkmıştır. Olta, 21. yüzyılda kıyı balıkçıların sporudur artık; mutlak bir sermaye malı değildir. Yani olta Taş Devri'nin temel maddesi iken, bugün sadece bireyin boş-zaman aracıdır. Temel yiyecek bulma makinesi değildir. Böylece Neo-klasik ekolün, sermayeyi kutsallaştırarak sonsuz ışık kaynağı hâline sokması saçmadır. Sermaye sürekli tükenir bir maddedir. Bu yüzden insanlık sürekli sermaye yaratmak zorundadır. Sermayenin doğru iktisat yasalarınca yaratılması için faizin olması şarttır.
Yukarıdaki açıklamada anlaşıldığı gibi kapitalist, yatırım yaparken üretim aşamalarındaki geçen zamanı ve maliyeti de göz önünde bulundurup yatırım yaptığı ürüne risk payı babında faiz oranını, girişimcilik payını ve tüm maliyetleri koyarak kâr yapmaktadır. Avusturya İktisat Ekolü'nün kâr anlayışı karmaşık değildir, insan eylemleri bilimine göre durağan olmayan bir ekonominin sözel anlatımıdır. Çünkü zaman öyle bir yapıdır ki tüketiciler üzerinde daha önce değerli olan bir mal bir anda tüketicilerin kaprisleriyle beraber değeri düşük bir mal hâline gelebilir. Böylece kapitalistin kârı, geleceğin belirsizliğini hesaba kattığı bu risk beklentisidir. İslam dünyası kârı sadece alım-satım yaparkenki zamanda toplam maliyetler üzerine koyduğu makul bir fiyat görürken Avusturya İktisat Ekolü, kârı, girişimcilik+faiz teorisiyle birleştirmiştir.
Çünkü başarılı bir işadamı elindeki malları piyasaya sunarken şu anki fiyatı gelecekte meydana gelecek fiyatlara göre değerlendirerek marjı yüksek sektöre yönlendirir ve marjı düşük sektörlerden kaçırır. Bu kaçışlarda tekrardan üretim aşamaları gibi sektörden sektöre giderken faiz oranı meydana gelir. Örneğin sütün bir peynir imalathanesi için fiyatı ile dondurma imalathanesi için fiyatı asla aynı değildir. Biri senenin her dönemimde üretim ve satış yaparken diğeri kesin olarak mevsimseldir. Bu sürekli akan bir ekonominin dengeli dönüşümüdür. Bu dönüşüme ayak uyduran şanslı veya talihli kişiler itibar ve para kazanır. Doğal faizin oluşumu böylece borçlu ve alacaklı arasında değil üretim ve sektörler arasında da meydana gelir.
İslam, faizi sadece finans ve bankacılık arasında oluşan "tefeci" sorunu olarak görürken, Avusturya İktisat Ekolü, faizi ekonominin her aşamasında temel etken ve olmazsa olmaz bir faktör olarak görmekteydi.
İslam’daki gibi faiz oranını sıfıra düşürdüğümüzde ne mi olur? Oranı yapay olarak sıfıra düşürdüğümüzde aslında faizi ortadan kaldırdığımızı zannederiz. Bu sadece ödünç piyasası için geçici bir durum olabilir. Fakat asla üretim aşmalarında ve sektörler arasında doğal faiz oranı ortadan kalkmaz. Böylece piyasada alttan alta gene doğal faiz oranı sürüp gider. Fakat faiz yasak olduğundan risk yükselmiş ve maliyetler artmış olur. Faiz oranı olmadığından girişimcilerin uzak hesap yapması imkânsızlaşmıştır. Fiyatlar böylece yapay olarak yükselmeye başlar, sermaye azalır. Bankacılık, finans kuruluşları ve vade sahipleri birbirleriyle anlaşamaz hâle gelirler. Devletin onları yönlendirmesiyle ancak ilişki kurabilirler. Bu da ekonominin kumanda edilmesini şart koşar. Faiz oranı açıkça belli olmadığından tefeciler faiz oranını alabildiğince yukarı çekerler. Ekonomi ile birlikte toplum da alt-üst olmuştur. Sosyal tabakalar birbirlerinden uzaklaşmış ve ekonomik alışveriş bitme noktasına gelmiştir.
İşte İslam medeniyetinin uzun dönemde başına gelenler bu kadar nettir. Ticaret ve tarım toplumlarında bir nebzeye kadar belli olan mevsimsel üretimler ve satışlar ekonominin faiz oranına çok da ihtiyaç duymamasını sağlamıştır. Bir diğer güçlü neden de 19. yüzyıla kadar "kâğıt para" ve "merkez bankalarının" olmamasıdır. Altına dayalı parada faiz ödemesi gene aynı miktarla altınla ödendiği için borç veren kişi, bir miktar değer kazanmış altını borçludan aldığında anaparanın pek de azalmadığını görecektir. Böylece paranın gerçek değeri altın ve gümüş üzerinden hesaplandığı için faiz göz ardı edilebiliyordu.
Ama Batı medeniyeti sanayi toplumlarına geçince İslam toplumlarında doğal faiz oranı olmadığından üretim aşamalarında oluşacak hesap meselesini de çözemediler. Bir de buna karşılıksız para basımı eklenince İslam ülkeleri faizsiz bir ekonominin içinden çıkamaz oldular.
Mises’in "iktisadî hesap meselesi" sosyalist ülkelerdeki "piyasa fiyatı yokluğu"ndan dolayı mümkün görünmez iken toplumlardaki dengesizlikleri yaratan en önemli unsur da iktisadî hesap yapamamaktır. Aynı mantığı İslam toplumlarına bu sefer faiz oranı yokluğunda ele almak mümkün görünmektedir. İktisadî hesap meselesi ekonominin bütün problemlerinin anlaşılması meselesi olması dolayısıyla her şeyin, en bariz şekilde de medeniyetlerin başarısızlıklarının temel meselesidir.
İslam orta ve yeniçağda faizi tümden yasakladığı için ne bankacılık ne de finans sektöründe söz sahibi olamadı. Hollanda ve İngiltere gibi ülkelerde bankerler, güçlü finans ağıyla bir anda ekonomik açıdan büyük atılım yapılmasının yegâne sebebidir. İslam toplumları Osmanlı ile birlikte artık askerî açıdan toprak kazanma şansını da yitirince, yağmacılıktan ve sürekli vergilerden kazandıkları sermaye de gittikçe azalarak tümüyle yoksullaştılar.
Aslında İslam ülkeleri iktisadî hesap yapamamaları sonucu gün geçtikçe kötü zamanlar için biriktirdikleri "ihtiyaç akçelerini de" yitirdiler. 20. yüzyılın başında İslam ekonomik olarak geri kalarak bütün modern hayat ile ilgilerini de kestiler. Sanatsal ve entelektüel gerilik ne yazık ki iktisadî hesap yapamama sorunu ile birebir ilgilidir. İnsan eylemleri bilimini idrak eden bir toplum faizin ve fiyatın yokluğunda hiçbir şeyin gerçekte var olmadığını, yaşanan şeyin sadece sanal ve yapay olduğunu bilir. Eleştiri ve karşı çıkış ancak bir temele oturan sakin ve önyargısız beyinler için mümkün görünmektedir. Sanat ve entelektüel ilgiler ancak böyle düşünen zihinlerde meydana gelir. Girişimcilik ancak böyle toplumlarda kök salar.
İslam Ülkeleri iktisadî hesap yapamadığından iktisadî olarak gerilemiştir. Domino etkisi kendisini diğer alanlarda da göstermiştir. İslam medeniyeti bilime, zanaata ve sanata bütçe ayıramayarak bu alanlarda da ilerlemesini durdurmuştur. 19. yüzyılda müzikteki ya da 16. yüzyılda mimarlık alanlarındaki ilerleme bu konunun dışı değildir. Yalnızca birkaç deha ve girişimcinin müzikteki ve mimarlıktaki olağanüstü başarısıdır ki bu başarının ardından birkaç deha ve girişimcinin ne yazık ki bir ekol bırakamaması sonucu, tarihte bu başarılar da uzaklarda kalmıştır.
Böylece İslam ülkeleri faizi yasaklayarak iktisadî hesaplama yapmalarını imkânsızlaşmıştır. Bununla beraber, "Mülk’ün tek sahibinin Allah olduğu" da toplum üzerinde özel mülk sahiplerine gösterilen özensizliğe sebep olarak, sonucunda İslam medeniyetinin kısır döngüsünü kıramamıştır. İktisadî hesaplama basit bir sayısal bulmaca çözme bilimi değildir. Tam da karmaşık ve belirsiz sorunların çözümü için olması şart olan yol gösterici zihinsel işlemler bütünüdür. Bireylerin, şirketlerin ve hatta Medeniyetlerin tüm eylemlerinin "gelecekte" nasıl oluşabileceğini ve hangi şartlar altında düzenlenmesi gerekeceğini bize bildiren "mübadele oranlarının" anlayış çerçevesinde anlatılmasıdır. Örneğin kıt kaynakların gelecekte ne kadar tüketilebileceğini veya üretilecek bir mal için ne kadar gereksinimimiz olabileceğini bize bildirecek eylemlerin parasal oranlara dönüştürülmesidir. Bu işlem evrenseldir. Bunu reddetmek, sermaye-gelir, kâr-zarar, harcama-tasarruf, maliyet-getiri ve faiz-üretim aşamaları ilişkisini zedeleyerek bütün medeniyetin varlığını tehdit edecek geleceğin belirsizliği ile geçmişin olayları arasındaki parasal bağı kesmektir. Bu parasal bağ, geçmiş ile geleceğin ortasında olan şimdiki plan ve programların üzerine ölü toprağı serpmektir. Açıkçası iktisadî hesap yapılamaz ise hiçbir insan eylemde, girişimcilikte ve yenilikte bulunmaz. İnsanlar tembel kalacaktır. İş ahlâkı ve ticarî itibar bu medeniyetler için gereksiz olacaktır. Sermaye ve tasarruf sahipleri çekimser ve kaçak davranacaklardır. Doğru bir muhasebe sistemine tâbi olmadıkları için yatırım yapmaktan çekineceklerdir. Yaptıkları tek şey bu parayla arsa almak, köşk yapmak ve sürekli tüketmektir. Bu da İslam medeniyetinde uzun süreli bir ticarî işletmeyi mümkün kılmamıştır. Mirasçılar hemen sermayeyi ve tasarrufları bir çırpıda tüketmişlerdir.
İslam medeniyetinde faizin yasaklanması aslında faizin sabit bir rakamda tutulmasını öngörmüştür. Mesele faizin istikrarlı bir yapı kazanmasıdır. Faiz oranının sıfır olması, sanki iktisadî hesaplama yapmadan çıkarılacak bir "veri" gibi algılanmasını sağlamıştır. Oysa iktisadî hesaplamadan faizin çıkarılması mümkün değildir. Bunu yukarıda anlatmıştık. Fakat faizi sabit bir değişmez olarak ele almak aslında insan eyleminin spekülatif temelini hiçe saymaktır. İstikrar İslam medeniyetinin felsefesi ise de iktisat biliminin yapısı tamamen istikrarsızlık üzerine kurulmuştur. İnsan eylemi olduğu sürece istikrar yoktur, ancak dur durak bilmez değişim vardır. Özellikle erkek çocukları için bisikletin değeri büyüyünce motorlu araçlar ile, yaşlandıkça huzurlu bir evin değeri ile gençken yaşanan hızlı bir hayat arasında her zaman bir fark olmuştur ve bundan sonra da olacaktır. Bireyin değişik zamanlarda bunlara vereceği tepki, arzu ve değer sürekli değişecektir. Kalıcılık değerlerde ve eylemlerde görülmez. İslam’ın peşinde koştuğu gerçek aslında her dinin peşinde koştuğu romantik hayal ile aynıdır. Barış ve huzur için sürekli dingin ve istikrarlı bir toplum… Oysa ilerlemenin peşinden koşmak, olması gereken için sürekli hamleler yapmak, yeni fikirlere karşı hevesli olmak, icatlara kaynaklık etmek ve değişen hayat şartlarına karşılık kendi pozisyonunu adapte etmek, dehalar, aydınlar, girişimciler ve sanatçıların olmazsa olmaz yanlarıdır. İstikrarlı toplum, bu kişilerin doğasıyla uyumlu olmadığı gibi, onların önlerini tıkayan bir barajdır. Fakat tarihe baktığımızda istikrarlı bir toplum meydana getirmek, insan gücünü ve ekonomisini aşan bir gerçekliktir.
Bu istikrarlı ve güvenli toplum modelini devlet ile deneyen İslam medeniyeti, bir de buna faizsiz bir ekonomik yapı ekleyince işler sarpa sardı. Devlet faizsiz İslam toplumunu sürekli refah içerisinde tutmak için ya fetih politikasını ya da kişilerden vergi alma politikasını izledi. Fetih konusunda zorlanınca bireylerden vergi almasını sürekli arttırdı. Fakat bu da yetmez olunca dış ülkelerden borç almak durumunda kaldı. Bu dış borçlar elbette faiz üzerineydi. Bunu karşılamak içinde devlet, altın para politikasından karşılıksız para basma politikasına geçerek, Osmanlı Devleti kredi genişleme yöntemiyle ekonomide sürekli enflasyon politikasını güttü. İlelebet borç alma ve bunu karşılamak asla devlet gücüyle açıklanamaz ki açıklanamadı da. 20. yüzyılın başında İslam medeniyetinin baş temsilcisi olan Osmanlı Devleti tamamen yıkılmış ve geri çekilmiş olarak siyasî ve iktisadî açıdan iflas etti. Bu iflas açıkçası istikrarlı ve güvenli bir toplum amacıyla yola çıkmış romantik bir ütopyadan başka bir şey değildir. Ve tamamen dinginliği, huzuru ve barışı piyasa dışı bir yolla elde etmenin sonucu olarak Avusturya İktisat Ekolü'nün öngörüleriyle oluşmuş bir tarihsel gerçekliktir.
Asla "asr-ı saadet dönemleri" uzun süre ayakta kalamaz. Bu, dünyevî yasaları, yani iktisadî yasaları göz ardı etmeninin neticesinde kibirli semavi davranışın tükenişidir. Bu, insan doğasına ve tercihlerine değil de eski zamanların masallarına inanmanın sonudur. Ve bu, en azından bugünkü Ortadoğu için hâlâ iyi bir son değildir. Ve aydınları bir kere daha düşünmeye çağırmalıyız: akılcılık, özgürlük ve bireycilik olmadan daha ne kadar insanlığı sadece inançlarla ve romantizmle yönetmeye kalkacağız?
Çok önemli bir konuyu ciddi şekilde kaleme almışsınız. Zihnimi açtınız. Elinize, zihninize sağlık