top of page

Eşitlik: Meçhul İdeal

[Aşağıdaki ders, 29 Eylül 2001 Cumartesi günü, Auburn, Alabama'daki Ludwig von Mises Enstitüsü’nde Özgürlük Felsefesi Konferansı (Philosophy of Liberty Conference) sırasında sunuldu]

Tüm insanlar eşit yaratılmıştır.


Thomas Jefferson, Bağımsızlık Bildirgesi'nde, Amerikan Devrimi'nin altında yatan felsefi ilkeleri -sonraki kuşakların dediği gibi '76 ilkelerini- dile getirmeye başladığında, geri kalan her şeyin temeli ve gerekçesi olarak ilk sıraya koyduğu şey buydu. Eşitlik. Beklendiği gibi Özgürlük değil.

Bildirgenin orijinal taslağı, eşitliğin önemini daha da net bir şekilde vurgulamaktadır. Nihai ve daha iyi bilinen versiyon şunları belirtir:


Tüm insanların eşit yaratıldığı, Yaratıcıları tarafından onlara devredilemez belirli Haklar bahşedildiği, bunların arasında Yaşam, Özgürlük ve Mutluluk arayışının olduğu gerçeğinin apaçık olduğunu düşünüyoruz.

Fakat Jefferson'ın aslında yazdığı şey şuydu:


Bu gerçekleri kutsal ve inkâr edilemez buluyoruz: tüm insanlar eşit ve bağımsız yaratılmıştır; bu eşit yaratılıştan, aralarında yaşamın korunması, özgürlük ve mutluluğun peşinde koşmanın da bulunduğu, doğuştan gelen ve devredilemez haklar elde ederler.

Anlayabildiğim kadarıyla, ifadeler esastan ziyade üslupsal nedenlerle değiştirildi. Son taslak daha pürüzsüz akmakta. Ancak orijinal taslak felsefi olarak daha kesindir. Eşitlik ve özgürlüğün basitçe iki temel ilke olarak sunulduğu ve birbirleriyle ilişkilerinin belirsiz bırakıldığı nihai taslağın aksine, orijinal taslakta, özgürlüğün değerinin eşitlik değerine ikincil ve ondan türemiş olduğu açıkça söylenmiştir. Yine de kendimizi '76 ilkelerinin mirasçıları olarak gören bizler, eşitlik hakkında o kadar sık ve samimi bir şekilde konuşmuyoruz. Bunun yerine özgürlükten bahsediyoruz. Kendimize eşitlikçi değil, özgürlükçü diyoruz. Kitaplarımıza Eşitliğin Anayasası, Yeni Bir Eşitlik İçin ya da Eşitsiz Bir Dünyada Eşitliği Nasıl Buldum gibi başlıklar vermiyoruz. Buna karşılık, çağdaş siyasi söylemde eşitlik dilini en sık kullananlar, anladığımız kadarıyla '76 ilkelerinin düşmanları olma eğilimindedir. Eşitlik onların da idealiyse nasıl bizim idealimiz olabilir?


Cevap olarak, elbette, şunu belirtmemiz gerekiyor: neyin eşitliği? Hangi açıdan eşitlik?


Bizim eşitlikçi rakiplerimiz sosyoekonomik eşitliği -bazen sosyoekonomik fırsat eşitliği bazense sosyoekonomik çıktı eşitliği olarak yorumlanır- tercih ediyorlar. (Bugünlerde çıktıdaki eşitsizliğin birincil sebebinin fırsat eşitsizliği olduğu yönündeki görüş kabul gördükçe ikisi arasındaki fark giderek bulanıklaşıyor.) Peki biz ne tür bir eşitliği savunuyoruz?


Zaman zaman liberteryen eşitlik anlayışının yasal eşitlik olduğu, yasalar önünde eşitlik olduğu ileri sürülür. Ve çeşitli sosyoekonomik eşitlikçi çizgide bulunan programlara (işçi-işveren ilişkisini istek dahilinde sona erdirme hakkını işçiye verirken işverenden sakınan iş kanunları ve ayrımcılık-karşıtı kanunlar gibi) karşı liberteryenlerin yasal eşitlik idealini savundukları kesinlikle doğrudur.


Fakat böylesi bir yasal eşitlik liberteryen ideali oluşturmak için çok çok sınırlı kalır. Tıpkı yasal eşitliği (Anatole France’ın unutulmaz ifadesiyle) zengine de fakire de köprü altında yatmayı yasaklaması yüzünden yetersiz bulan sosyoekonomik eşitlikçiler gibi liberteryenler de zorunlu askeri hizmet adaletsizliğini her iki cinsiyeti kapsayacak şekilde genişletmeyi, ki bu yasal eşitliği ilerletmek olacaktır fakat pek de özgürlüğü ilerletmek sayılamayacaktır, büyük bir sevinçle karşılamayacaktır. Murray Rothbard’ın yazdığı gibi:


Muamele eşitliğinin adaleti her şeyden önce muamelenin kendisinin adaletine bağlıdır. Farz edelim ki, örneğin, Jones beraberindekilerle birlikte bir grup insanı köleleştirmek istiyor. Adaletin herkesin eşitçe köleleştirilmesini gerektirdiğini mi savunacağız? Ve farz edelim ki birisi kaçma talihine sahip oldu, onu yoldaşlarına sağlanan adaletin eşitliğinden kaçtığı için ayıplayacak mıyız?

Aynı sebeple, hürriyet eşitliği de liberteryen ideali elde etme açısından eksik kalır. Herkesin aynı küçük özgürlük miktarına sahip olduğu bir dünya liberteryen bir dünya olmayacaktır. Herbert Spencer'ın yaptığı gibi, eşit özgürlük yasasından bahsedebiliriz, ancak bu yasa yalnızca özgürlüğün eşitlenmesini değil, aynı zamanda maksimizasyonunu da belirtir; asıl işi yapan eşitlik kısmı değildir. Eşit özgürlük yasası, eşitliği, maksimum özgürlüğün temeli olarak değil, en fazla bir kısıtlama olarak ele alır.


"En fazla" diyorum çünkü eşit özgürlük, herhangi bir kısıtlamadan ziyade, tartışmasız maksimum özgürlüğün mantıksal bir sonucudur. Rothbard'dan bir kez daha alıntı yapmak gerekirse:


Birisi herkesi araba almaya teşvik etmek isterse, amacını "Herkes bir araba almalı." şeklinde formüle eder. "Herkes araba satın almada eşit olmalıdır." gibi ifadelerle değil.… Spencer'ın Eşit Özgürlük Yasası lüzumsuzdur. Çünkü her insanın istediğini yapma özgürlüğü varsa, bu öncülden, hiç kimsenin özgürlüğünün ihlal edilmediği veya işgal edilmediği sonucu çıkar.… "Eşitlik" kavramının "Eşit Özgürlük Yasası"nda haklı bir yeri yoktur, çünkü mantıksal niceleyici "her" ile yeri değiştirilebilir. "Eşit Özgürlük Yasası", "Tam Özgürlük Yasası" olarak yeniden adlandırılabilir.

Ancak, anladığımız şekliyle özgür bir toplum için ne yasal eşitlik ne de özgürlük eşitliği yeterli değilse, özgürlük hakkımızı hangi anlamda eşit yaratılışımızdan türetebiliriz?


Bu sorunun yanıtı için Jefferson'dan Jefferson'un kaynağı, liberter anlamda "eşitliğin" tam olarak ne olduğunu bize söyleyen John Locke'a dönmeliyiz: yani bir koşul.


hiç kimsenin diğerinden daha fazla iktidar ve yetkiye sahip olmadığı, bütün iktidar ve yetkinin karşılıklı olduğu…. doğanın aynı nitelikteki bütün nimetleri ve aynı yeteneklerin kullanımı bakımından ayrımsız gözetmeksizin doğan aynı tür ve kademedeki yaratıklardan her birinin, tabi kılma ve tabi olma ilişkisi olmaksızın, diğerine eşit olması gerektiğinden daha açık bir şey olamaz.

Kısacası, Locke ve Jefferson'ın sözünü ettiği eşitlik, otoritede eşitliktir: Bir kişinin diğerine “tabi kılınmasının" yasaklanması. A'nın B'nin özgürlüğüne herhangi bir müdahalesi, B'nin A'ya tabi olmasını gerektirdiğinden, özgürlük hakkı, doğrudan doğruya "güç ve yetki"nin eşitliğinden kaynaklanır. Locke'un açıkladığı gibi:


Herkes eşit ve bağımsız olduğundan, hiç kimse bir başkasının yaşamına, sağlığına, özgürlüğüne veya mülküne zarar vermemelidir…. Hepimizin benzer yeteneklerle donatılmış olarak tek doğa topluluğunu paylaşıyor olmasından dolayı, yaratıklardan daha alt kademede olanlarının kullanımımıza sunulmasına benzer biçimde, aramızda sanki birimizin bir başkasının kullanımı için yapılmış olması gibi birbirimizi yok etme yetkisini verecek herhangi bir tabiiyet olduğu düşünülemez.

Bu, insanlara sadece başkalarının amaçlarına hizmet eden araçlar olarak muamele edilmemesi ilkesinin önemli bir Kant-öncesi ifadesidir. (Locke ve Jefferson'un otoritede eşitliğin bir sonucu veya bir yorumu olarak bağımsızlığa nasıl başvurduklarını da gözlemleyin.)


Artık hem sosyoekonomik eşitliğin hem de yasal eşitliğin Lockeçu eşitliğin radikalizminin gerisinde kaldığını görebiliriz. Çünkü bu eşitlik biçimlerinin hiçbiri hukuk sistemini yönetenlerin otoritesini sorgulamaz; bu tür yöneticilerden yalnızca yönetilenler arasında ilgili türden eşitliği sağlamaları istenir. Dolayısıyla sosyoekonomik eşitlik, savunucularının cesur iddialarına rağmen, mevcut güç yapısına yasal eşitlikten daha fazla meydan okumaz. Her iki eşitlik biçimi de bu güç yapısını belirli şeyler yapmaya çağırır; ancak bunu yaparken, yasal çerçeveyi yönetenler ile diğer herkes arasında bir otorite eşitsizliği olduğunu varsayıyorlar ve gerçekten de bunu gerektiriyorlar.


Eşitliğin özgürlükçü versiyonu bu şekilde sınırlandırılmamıştır. Locke'un anladığı gibi, otoritede eşitlik, hukuk sisteminin yöneticilerine ve dolayısıyla hukuk sisteminin kendisine, özel yurttaşların sahip olduğu yetkilerin ötesindeki yetkileri reddetmeyi gerektirir:


Bu durumda her bir kişinin yasayı çiğneyenleri, yasanın ihlalini engelleyebilecek derecede cezalandırma hakkına sahip olmasını sağlayan doğa yasasının yürütülmesi her insanın ellerine verildiğinden.... birinin bir başkası üzerinde doğal olarak üstünlüğünün ya da yargılama hakkının olmadığı bu mükemmel eşitlik durumunda, herhangi bir kişinin bu yasanın yerine getirilmesinde yapabileceğini her bir kişinin de yapma hakkının olması gerekir.


Lockeçu eşitlik yalnızca yasa koyucular, yargıçlar ve polis önünde eşitliği değil, daha da önemlisi yasa koyucular, yargıçlar ve polis ile eşitliği içerir.


Bu standartla Murray Rothbard’ın, anarko-kapitalizmi savunurken, tüm zamanların en tutarlı ve eksiksiz eşitlikçi teorisyenlerinden biri olduğu ortaya çıkıyor.


Eşitlikçilik: Doğaya Karşı İsyan'ın yazarı olarak Rothbard, kendisinin böyle tanımlandığını duyduğu için mezarında ters dönebilir; fakat göreceğimiz gibi, Ayn Rand'ın kapitalizm hakkında söylediği şey, daha ziyade (a fortiori) eşitliğe uygulanır: düzgün anlaşıldığında, eşitlik, birçok yönden bilinmeyen bir idealdir- hem savunucuları hem de onu eleştirenler tarafından bilinmez.


Locke'un zamanından beri liberteryenler iki kampa bölünmüştür. Rothbard gibileri, Lockeçu eşitliği, herhangi bir hukuk sisteminin uyması gereken mutlak bir standart olarak benimsemiştir.

Locke'un kendisini takip eden diğerleri, saf Lockeçu eşitliği bir hukuk sistemi üzerinde uygulanamaz bir kısıtlama olarak görmüşler ve bu nedenle, geriye kalan Lockeçu eşitliğin yasal korumasını uygulanabilir kılmak adına bir miktar Lockeçu eşitlikten vazgeçmeyi tercih etmişlerdir.


Benim gönlüm birinci gruptan yanadır; benim görüşüme göre, Locke'un Lockeçu eşitliğin işleyen bir hukuk düzeniyle bağdaşmazlığına ilişkin argümanlarının tümü ya bütünleme safsatasını ya da yanlış somutlaştırma yanılgısını içerir. (Örneğin, herkesin anlaşmazlıklarını üçüncü taraf bir yargıca göndermesi gerektiği iddiasından, Locke yanıltıcı bir şekilde herkesin anlaşmazlıklarını sunduğu üçüncü bir taraf yargıcı olması gerektiği sonucunu çıkarır; bu, herkesin en az bir TV şovunu sevdiğinden, herkesin sevdiği en az bir TV şovuna geçmek gibidir.)


Ama ikinci grup haklı olsa ve geri kalanını korumak için Lockeçu eşitlikten vazgeçmek gerekli olsa bile, en azından, işleyen bir hukuk sistemi için kesinlikle gerekli olanın ötesine geçen, hükümete özgü herhangi bir yetkinin, insan eşitliğine haksız bir tahkir oluşturduğu yine de doğru olacaktır.


Her iki grup da her halükârda, Lockeçu eşitlikten sapmaları en aza indirmeye çalışır. Bu nedenle liberteryenler geleneksel olarak kızgınlıklarını, bir yanda ortalama bir kişi ile diğer yanda hukuk sisteminin yöneticileri (ve onların yandaşları, hükümet ayrıcalığından özel olarak yararlananlar) arasında var olan otorite eşitsizliklerine yöneltmişlerdir. Antony Flew'in yazdığı gibi:


Çeşitli yönetici seçkinlerin uygun buldukları şey…. bu kadar bağımlı arasında eşitlikle sonuçlanabilir veya sonuçlanmayabilir. Ama emirleri verenler ve alanlar arasında…. elbette hiçbir eşitlik olamaz.

Wendy McElroy, feminist hareket içindeki üç farklı eşitlikçi ideal arasındaki etkileşimin izini sürdü: bir "ana akım" ideal- kanun önünde eşitlik- ve iki tane daha "radikal" ideal- McElroy'un sosyalist veya Marksist bir ideal olarak tanımladığı sosyoekonomik eşitlik ve benim otoritede eşitlik dediğim, McElroy'un bireyci veya özgürlükçü bir ideal olarak tanımladığı şey:


Eşitliğin anlamı feminist hareket içinde farklılık gösterir. Tarihinin çoğu boyunca, Amerikan ana akım feminizmi, eşitliği, mevcut yasalar çerçevesinde eşit muamele ve mevcut kurumlar içinde eşit temsil anlamında değerlendirdi. Odak noktası, statükoyu temel anlamda değiştirmek değil, onun içine dahil olmaktı. Daha radikal feministler, mevcut yasaların ve kurumların adaletsizliğin kaynağı olduğunu ve bu nedenle reform yapılamayacağını savundular…. Onların eşitlik kavramları bunu yansıtıyordu. Bireyci için eşitlik, bireysel hakların korunmasına atıfta bulunan politik bir terimdi; yani, her insanın kendi bedeni üzerinde sahip olduğu ahlaki yargı yetkisinin korunması. Sosyalist-feministler için bu sosyo-ekonomik bir terimdi…. Marksist sınıf analizi, referans noktası olarak üretim tarzıyla olan ilişkiyi kullanırken, liberter sınıf analizi, standart olarak politik araçlarla olan ilişkiyi kullanır. Toplum iki sınıfa ayrılır: zenginlik veya güç elde etmek için güç olan siyasi araçları kullananlar ve gönüllü etkileşim gerektiren ekonomik araçları kullananlar. İlki, ikincisinin emeği ve servetiyle geçinen yönetici sınıftır.

Liberter bir bakış açısından, sosyoekonomik eşitlikçilerin, utanç verici bir şekilde, egemen sınıfın savunucuları oldukları ortaya çıkıyor.


Sosyoekonomik olarak eşitlikçi önerilere karşı liberter direnişin kendisinin eşitlikçi bir ideale dayandığı nadiren kabul edilir. Yine de doğrudur. Bunu tanıyan tanıdığım tek sosyoekonomik eşitlikçi Amartya Sen'dir, ancak Sen kuralı kanıtlayan istisnadır. Çünkü o da asıl noktayı gözden kaçırıyor: Liberter eşitliği, daha önce yetersiz olduğunu gördüğümüz bir yorum olan, özgürlüğün eşitliği olarak yorumluyor. İşte Sen'in meseleyi görüşü şu şekildedir:


Sadece liberteryen düşünürler değil.… eşitlik karşıtı olarak görülmekle kalmaz, aynı zamanda tam olarak özgürlükle ilgili ağır basan endişeleri nedeniyle eşitlik karşıtı olarak teşhis edilirler…. Eşitlik ve özgürlük arasındaki ilişkiyi bu şekilde görme biçimi tamamıyla hatalıdır. Liberteryenler, insanların özgürlüğe sahip olmasının önemli olduğunu düşünüyor olmalıdır. Bu göz önüne alındığında, hemen ilgili sorular ortaya çıkacaktır: kim, ne kadar, ne kadar dağıtılmış, ne kadar eşit? Böylece eşitlik sorunu, özgürlüğün önemi iddiasına ek olarak hemen ortaya çıkar. Özgürlükçü öneri, ilgili insanlar arasında hakların dağılımını karakterize etmeye devam ederek tamamlanmalıdır. Aslında, liberteryen özgürlük talepleri tipik olarak “eşit özgürlük”ün önemli özelliklerini içerir, örneğin başkalarının müdahalesine karşı eşit dokunulmazlıkta ısrar…. Özgürlük, eşitliğin olası uygulama alanları arasındadır ve de Eşitlik, özgürlüğün olası dağıtım kalıpları arasındadır.

Sen'in analizi burada iki nedenden dolayı kafa karıştırıyor. Birincisi, daha önce gördüğümüz gibi, özgürlük eşitliği, özgürlüğün değerine ek değildir, sadece tam özgürlük idealinden çıkar. (Sen'in bunu fark edememesi, özgürlüğü pozitif terimlerle, şunu ya da bunu yapma özgürlüğü olarak düşünmesinden kaynaklanıyor olabilir, bu durumda başkalarının özgürlüğüne saygı duyma ihtiyacı, kişinin kendi özgürlüğünü kısıtlaması olur ve böylece herkes için tam özgürlük imkânsız hale gelir. Ancak özgürlük, negatif terimlerle, zorlayıcı müdahaleden özgürlük olarak anlaşılırsa, o zaman herkes için tam özgürlük tamamen mümkündür.) İkincisi, Sen, özgürlüğü, liberteryenlerin daha yeni değer verdiği ve sonradan eşitlikçi düşüncelerin uygulandığı bir şey olarak ele alır- özgürlüğün kendisinin Lockeçu anlamda bir eşitlik kaygısına dayandığını kabul etmez.


Sosyoekonomik açıdan eşitlikçi yasamalara karşı olan tutum, dediğim gibi, eşitlikçidir; çünkü bu tür yasalar, her zaman, muhalif bireylerin hükümetin karar vericileri tarafından dayatılan vergilere ve düzenlemelere cebren tabi kılınmasını veya tabi kılınmasını içerir ve bu nedenle, birincisi ile ikincisi arasında bir yetki eşitsizliğini varsayar. Ludwig von Mises’ın yazdığı gibi:


Hükümet müdahalesinin her zaman ya şiddet eylemi ya da bir tür şiddet eylemi tehdidi anlamına geldiğini hatırlamak önemlidir. Devletin hangi amaçla olursa olsun harcadığı fonlar vergiden elde edilir. Ve vergiler, vergi mükellefleri vergi toplayıcılara direnç göstermekten korktukları için ödenir. Herhangi bir itaatsizliğin veya direnişin umutsuz olduğunu bilirler. Durum böyle olduğu sürece hükümet harcamak istediği parayı toplayabilmektedir. Hükümet, son raddede silahlı adamların, polislerin, jandarmaların, askerlerin, gardiyanların ve cellatların istihdamıdır. Devletin temel özelliği, kararlarını döverek, öldürerek ve hapsederek uygulamasıdır. Daha fazla hükümet müdahalesi isteyenler, nihayetinde daha fazla zorlama ve daha az özgürlük istiyorlar.

Sosyalizmin anarşist bir versiyonu da bazı insanlar rızaları olmayan diğerlerine zorla veya güç tehdidiyle yeniden dağıtımcı politikalar dayattıkları sürece bundan daha iyi olamaz. Bu durumda da zorlayanlar ve zorlananlar arasında, zorlayanların kamu vatandaşları mı yoksa özel kişiler mi olduğuna ve çoğunluğu veya azınlığı temsil edip etmediklerine bakılmaksızın, otorite eşitsizliğine sahibiz. Herkesin kendi iradesini bir başkasına empoze etmekte özgür olduğu Hobbesçu bir orman da otoritede eşitliği somutlaştıramaz; çünkü bir kişi diğerine tabi olmayı başarır başarmaz, otoritede bir eşitsizlik ortaya çıkar.


Hobbesçu orman, otorite için fırsat eşitliğini temsil edebilir, ancak bu bağlamda bir liberteryen, çıktı eşitliğinden yanadır. (Bu arada, özgürlük hakkının devredilemez olmasının nedeni de budur.) Gücün yalnızca savunma amaçlı kullanımları haklıdır, çünkü bunlar otorite eşitliğini ihlal etmekten ziyade yeniden sağlar. Aynı şekilde, her vatandaşın siyasi iktidar konumuna gelmek için eşit şansa sahip olduğu idealize edilmiş bir demokrasi, aynı zamanda, sonuç eşitliğini değil, yalnızca otorite için fırsat eşitliğini temsil eder ve aynı şekilde Lockeçu eşitliğe karşı da suç teşkil eder. Bir liberteryene göre, "herkes büyüyüp başkan olabilir" sözü, doğru olsaydı, "size saldıracak bir sonraki kişi herhangi biri olabilir" ile aynı neşeli tınıya sahip olurdu.


Otoritedeki eşitsizlik, ahlaki bir bakış açısından, salt sosyoekonomik eşitsizlikten çok daha saldırgandır; bu nedenle, sosyoekonomik eşitliğin talepleri, genellikle yaptıkları gibi, liberter eşitliğin talepleriyle çatıştığında, ikincisi tercih edilmelidir.


Yani iddia ediyorum. Bence bu iddia sadece iddia edilebilir değil, savunulabilir de. Ama şu anda bunu savunmayacağım- hem bugünkü zamanım sınırlı olduğu için hem de bir anlamda bunu savunmaya ihtiyacım olmadığı için. Sosyoekonomik eşitlikçiler, sözle değilse de eylemleriyle, otoritedeki eşitsizliği sosyoekonomik eşitsizlikten daha büyük bir kötülük olarak gördüklerini kendileri gösterirler. Tanıdığım çoğu sosyoekonomik eşitlikçi, meslektaşının daha yüksek maaş aldığını öğrenmekten çok, bir meslektaşı tarafından soyulmaya veya saldırıya uğramaya kesinlikle daha fazla öfkelenirdi. Dolayısıyla, pratikte bu eşitsizliklerden hangisinin daha büyük bir kötülük olduğunu açıkça kabul ederler. Aslında çoğu sosyoekonomik eşitlikçi, günlük kişisel etkileşimlerini özgürlükçü ilkelere titizlikle bağlı kalarak yönetir ve karşılığında da aynı muameleyi bekler.


Sosyoekonomik eşitsizliğin kendisinin bir otorite eşitsizliği biçimi olduğu ve aynı nedenle yasaklanması gerektiği cevabı da verilemez. Çünkü, Rothbard'ın işaret ettiği gibi, bu fikirlerin bileşimi tutarsızdır:


A, B ile takas yapmayı reddediyor. Ne diyeceğiz… B silahını savursa ve A'ya değiş tokuşu yapmasını emrederse? … B şiddet uyguluyor; bu gayet açık... Bu şiddet ya saldırgan ve dolayısıyla adaletsizdir ya da savunmacı ve dolayısıyla adildir. "Ekonomik-güç" argümanını benimsersek, ikinci konumu seçmeliyiz; reddedersek, ilkini benimsemek zorundayız…. "Orta yolcu" devletçi, mantıksal olarak, haksız zorlamanın "birçok biçimi" olduğunu söyleyemez. Birinden birini seçmeli ve ona göre tavır almalıdır. Ya yasa dışı zorlamanın aleni fiziksel şiddetin tek bir biçimi olduğunu söylemelidir. Ya da yasa dışı zorlamanın tek bir biçimi olduğunu söylemesi gerekir; değiş tokuş yapmayı reddetmek.

Rothbard'ın görüşünü daha ileri taşımak için: Lockeçu eşitsizlik vakalarının tümüne, hatta çoğuna yönelik bir yasak hem sosyoekonomik eşitsizliğin hem de başlatıcı kuvvetin (initiatory force) Lockeçu eşitsizliğin biçimleri olarak kabul edilmesiyle tutarlı değildir, çünkü sosyoekonomik eşitsizliğin etkili bir şekilde yasaklanması, sistematik başlatıcı kuvvetin büyük ölçekte onaylanmasını gerektirir. Bu nedenle, sosyoekonomik eşitlikçiler, eğer tutarlı olmak isterlerse, ideallerini Lockeçu eşitliğin bir uzantısı olarak değil, yalnızca onun yerine geçecek şekilde sunabilirler. (Aynı durum, negatif hakların hepsinin çok iyi olduğunu ancak pozitif haklara da ihtiyacımız olduğunu söyleyen devletçiler için de geçerlidir, sanki eklenen her pozitif hak, bir negatif hakkın daha kaldırıldığı anlamına gelmiyormuş gibi.)


Devlet aygıtı ile tebaası arasındaki geniş otorite eşitsizliği -ve de aralarındaki muazzam sosyoekonomik eşitsizlik- göz önüne alındığında, nasıl oluyor da kendilerini her şeyden önce insan eşitliğine adadıklarını düşünen bu kadar çok kişi devletin savunucusu oluyor? Liberteryenler, tercihler üzerindeki kısıtlamalara ve pazarlık gücündeki farklılıklara, eğer bunlar piyasa faktörlerinden kaynaklandıysa bu kadar hassas görünenlerin, tercih kısıtlamaları ve farklı pazarlık gücü, taleplerini yasallaştırılmış şiddetle uygulama yetkisine sahip olan devletin silahlı güçleri tarafından gelince nasıl bu kadar şaşırtıcı bir şekilde ihmalkâr olduklarına sıklıkla şaşırırlar.

M.Ö. beşinci yüzyılda yaşamış Çinli filozof Mo-Tzu bir keresinde, bir kişinin, birisinin bir diğerine karşı haksız bir saldırganlık eylemi işlendiğini fark edebiliyorsa, ancak aynı eylem örgütlü bir grup birey tarafından gerçekleştirildiğinde fark edemiyorsa, böyle bir kişinin neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda kafasının karışık olduğunu belirtti. O halde sosyoekonomik eşitlikçiler de aynı şekilde bir tür kafa karışıklığı içinde olmalıdır. Ama neden?


Bir kinik, sosyoekonomik eşitlikçilerin kafalarının hiç karışık olmadığını; onların sözde eşitliğe bağlılıklarının, iktidar şehvetinin bir kılık değiştirmesi olduğunu ve dizginlerini kullanmayı ya da en azından bunu yapanlarla iyi geçinmeyi planladıkları için de devleti eleştirilerinden muaf tuttuklarını söyleyebilir. Bu bana adil bir analizi gibi geliyor, fakat sadece bazı sosyoekonomik eşitlikçiler için. Şahsen tanıdığım sosyoekonomik eşitlikçilerin çoğu eşitlikçiliklerinde samimi ve devletçiliklerinde iyi niyetliydi.


Bununla tamamen masum olduklarını kastetmiyorum; ne de olsa masum bir devletçi şöyle diyen biri olmalıdır: "Sistematik yasallaştırılmış şiddet yoluyla bireylerin zorla devlete tabi kılınmasının ve bununla tehdit edilmesinin büyük bir kötülük olduğunun farkındayım. - kim fark etmez ki? - Ancak bu kötülük, ne yazık ki, daha büyük kötülükleri önlemek için gereklidir." Bu bakış açısına sahip bir devletçi, kendi devletçiliğine sevinemezdi, tam aksine donanmayı kurtarmak için kızını feda eden Agamemnon'un trajik ağırbaşlılığıyla yoluna devam etmek zorunda kalırdı.


Masum bir devletçi de tıpkı akademideki bir devletçinin, bahsettiği diğer kötülüklerin çoğunun devletçi olmayan yollarla önlenebileceğini savunan liberter literatürün zenginliğini dikkatlice araştırmasını ve çürütmeye çalışmasını (ve umutsuzca çürütemeyeceğimi umarak) gerektireceği gibi, önce olası alternatifleri araştırmadan bu korkunç sonuca varmak için kendine pek izin veremezdi. Bu kriterlere göre, az sayıda devletçi masum olarak nitelendirilebilir. Otoritedeki eşitsizliğe alternatifler aramak, alternatiflerin mevcut olduğundan emin olmadan önce devletçiliğin böyle bir eşitsizliği içerdiğini kabul etmekle olacaktır ve bu, devletçiyi kaçınmayı tercih ettiği tatsız bir seçime zorlayacaktır. Bu nedenle, ırkçılık ve cinsiyetçiliğin salt bilişsel hatalar değil, ahlaki kusurlar olması gibi, devletçiliği de en azından çoğu durumda, salt bilişsel bir hatadan ziyade ahlaki bir kusur olarak görüyorum.


Ama yine ırkçılık ve cinsiyetçilik gibi, devletçilik de ruha doğrudan bir kucaklanmadan ziyade kendini kandırma, yarı bilinçli geçişim ve bir tür Arendt banalliği yoluyla girme eğiliminde olan bir tür ahlaki kusurdur; büyük ölçüde samimi ve iyi niyetli olanları bile enfekte edebilen ve de eden bir ruhsal körlük biçimidir. (Liberterlerin genellikle devletçilerden daha erdemli olduklarını ileri sürmek de istemiyorum. Zira adalet, pek çok erdemden yalnızca bir tanesidir ve liberterlik, adaletin yalnızca bir uygulamasıdır; bu yüzden çıkarabileceğimiz tek kendini kutlayıcı ders, bir erdemin bir yönü üzerinde devletçi meslektaşlarımızdan daha yüksek puan almamızdır.)


Bu ruhsal körlük nasıl bir biçim alır? Bir yandan devletçi ideoloji, temsil ettiği eşitliğe yapılan hakareti gizlemek için devletin şiddetini görünmez kılmalıdır. Bu nedenle, devletçiler, hükümet buyruklarını, araçların uygunsuzluğu olmaksızın, doğrudan kararnameden sonuca geçen sihirli sözlermiş gibi ele alma eğilimindedirler; gerçek dünyada, hükümetin kullandığı başlıca araç şiddet, tehdit ve fiiliyattır, örtülü devlet kararnameleri ve bunların sihir kisvesi altında şiddetle uygulanması, kararnameden sonuca giden dağınık yolu görmezden gelerek devletçiliğin hem ahlaksızlığını hem de verimsizliğini gizler.


Ancak öte yandan, hükümet buyruklarının etkililiği, tam da insanların bu buyrukları destekleyen gücün fazlasıyla farkında olmalarına bağlıdır. Bu nedenle, devletçilik, ancak dolaylı olarak, Katoliklikteki değiştirme (transubstantiation) doktrininin bir tür grotesk parodisini zımnen yansıtarak inandırıcılığını koruyabilir: Tıpkı ekmek ve şarabın gerekli ruhsal rollerini oynamak için özlerinde Mesih'in bedenine ve kanına dönüştürülmesi gerektiği gibi, aynı zamanda da gerekli pratik rollerini oynamak için ekmek ve şarabın dışsal arazlarını korumaları gerekir. Aynı şekilde devletin şiddeti, haklı gösterilebilmesi için özünde barışçıl bir büyüye dönüştürülmelidir, ancak aynı zamanda etkili olması için de şiddetin dış arazlarını muhafaza etmelidir. (Devlet şiddetinin bu kutsallaştırılması, örneğin, silah kontrolünün savunucularının kendilerini nasıl şiddetin muhalifleri olarak görebileceklerini ve aynı zamanda barışçıl vatandaşları kitlesel ve sistematik şiddetle tehdit edebileceklerini açıklar.)


Sosyo-ekonomik yasamanın zorunlu olarak dayandığı şiddeti görmezden gelmek veya maskelemek, böylesi bir şiddetin içerdiği akıl almaz tabiiyeti ve boyun eğmeyi kabul etmektir. Bu, tabi kılınan ve boyun eğenleri, tabi kılma işini yapanların amaçlarına yönelik bir araç olarak görmek ve böylece iki grup arasında güç ve yetki alanında meşru bir eşitsizlik varsaymaktır. Bu tür kibirli küstahlığa karşı liberter tiksinti, aslında (ipso facto) eşitlikçi bir dürtüdür. Böyle bir tiksinti duymayanlar, eşitlikçi kimliklerinin sorgulanmadan geçmesini beklememelidir; teoride eşitliğe saygı duyabilirler ama pratikte bunu kabul etmekte başarısız olurlar.


Yanlarından geçip bağlılıklarını gördükçe, üzerinde BİLİNMEYEN İDEAL'E yazılı bir sunak bulduk. Bu nedenle cahilce taptıkları, bizi onlara bildiren şey oldu. Çok uzun bir süre boyunca, yanlış yola sapmış rakiplerimizin eşitlik bayrağını tekellerine almalarına izin verdik. O bayrak üzerinde onlardan daha fazla hakkımız var. Onu geri almanın zamanı geldi.


Yazar: Roderick T. Long

Çeviren: Serdar Sert


Bu yazı mises.org sitesinin ''Equality: The Unknown Ideal'' adlı yazının çevirisidir.

325 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
Yazı: Blog2 Post
bottom of page