top of page

Devlet Sanatı Desteklemeli mi?

Devlet sanata mali destek vermeli mi?


Bu sorunun her iki tarafında da söylenecek avantajı ve dezavantajı vardır.


Sübvansiyon sistemini destekleyen birisi şunları ileri sürebilir: ‘’Bu sayede sanat yayılıyor, yükselişe geçiyor ve halkta şairane bir ruh gelişiyor. Sanat, maddi kaygılardan arınıyor ve güzellik duygusuna yöneliyor ve böylece görgüler, gelenekler ahlak anlayışımızı ileriye götürüyor ve hatta piyasayı canlandırıyor. Theathre İtalian ve Konservatuvar olmasaydı Fransa’da müzik bu kadar gelişebilir miydi? Theatre-Français olmadan dramatik sanatlar bu düzeyde ilerleyebilir miydi? Resim ve heykel, koleksiyonlar ve müzelerimiz olmasa ne hale gelirdi? Daha da ileriye gidelim. Güzel sanatlar merkezileştirilmese ve devlet onlara sübvansiyon vermeseydi, Fransız ince işçiliğinin ürünü olan bu muhteşem tat var olabilir miydi? Fransa ürünlerini dünyaya satabilir miydi? Bunlar göz önüne alındığında, bu kadar az bir vergi vermekten geri durmak akılsızca olmaz mı? Bu sanatlar Avrupa’nın gözünde üstünlük ve şan göstergesidir.’’


Bunların kuvvetli gerekçeler olduğunu kabul ediyorum. Ancak bu gerekçeleri onlardan daha az kuvvetli olmayan argümanlarla reddetmek mümkündür. Öncelikle buradaki hakim dağıtımcı adalet anlayışı sorgulanabilir. Kanun koyucunun sanatçının gelirini arttırma adına zanaatçıdan alıp sanatçıya verme hakkı var mıdır? Mösyö De Lamartine (Romantik yazar Alphonse Lamartine 1790-1869) şöyle söylüyor: ‘’Tiyatroya devlet desteğini kestiğiniz takdirde nereye varacaksınız? Böyle yaparsanız bunun mantıken zorunlu sonucu üniversitelerin, müzelerin, enstitülerin ve kütüphanelerin teşviğini kesmek olmaz mı?’’ Buna şöyle yanıt verilebilir: Eğer iyi ve faydalı olan her şeye mali destek verecekseniz, buradan nereye varacaksınız? Bunun mantıken zorunlu sonucu devletin tarım, ticaret, endüstri, refah politikaları ve eğitimi de desteklenmesi gerektiği değil midir? Ayrıca devlet teşviklerinin sanatları geliştirdiği kesin olarak doğru mu? Bu hala çözüme kavuşturulmuş bir soru değil. Kâr eden tiyatrolara baktığımızda onların kendi imkanlarıyla ayakta durduğuna gözlerimizle şahidiz. En son olarak da şu söylenebilir: Daha da ötesini düşünürsek, ihtiyaç ve istekler bir diğerini tetikler ve ihtiyaçlar ekonomi büyüdükçe karmaşıklaşır. Tatmin edilen temel ihtiyaçlar-milli gelirin izin verdiği ölçüde- yerini giderek daha nezih ihtiyaçlara bırakır. Devletin bu tür lüks harcamaları desteklemesi, temel ihtiyaçları karşılayacak sektörlerin zarar görmesi demektir. İhtiyaçlar, zevkler iş gücü ve nüfus dağılımının doğal sırasının bozulması ekonomiyi tehlikeye sokabilir.


Bütün bunlar vatandaşların ihtiyaç ve arzularının ve yapacakları faaliyetlerin devlet tarafından belirlenmesine karşı olanların sunduğu gerekçelerden bir kısmıdır. İtiraf ediyorum, ben de tercihlerimizin tepeden ve yasalar yoluyla belirlenmesine karşı olanlardan biriyim. Tercihlerin vatandaştan gelmesi gerektiği inananlardan biriyim ve bu konudaki fikirlerime karşı olan doktrinleri n özgürlüğü ve insan onurunu tahrip ettiğine inanıyorum.


Buna karşılık, ekonomistlerin ne tür safsatalar ve haksızca suçlamalarla karşılaştığını biliyor musunuz? Devlet desteğine karşı çıktığımızda, sanki sübvanse edilen faaliyetlerin kendisine düşman olmakla suçlanıyoruz. Ancak biz bu faaliyetlerin gönüllü yapılmasını ve değerini kendinin bulmasını istiyoruz. Ayrıca devletin dini meselelere karışmamasını talep eder ve dinlerin vergilerle fonlanmasına karşı çıkarsak onlara göre ateist oluyoruz. Devletin eğitimi vergilerle finanse etmesini eleştirirsek aydınlanmadan nefret etmekle suçlanıyoruz. Devletin belirli bir toprak parçasına değer atfederek orayı vergilerle fonlamasını yanlış bulduğumuzu söylediğimizde ve piyasadaki bazı sektörlere mali destek verilmesine karşı çıktığımızda ‘’mülkiyet ve emek düşmanı’’ olarak etiketleniyoruz. Sanatçılara devletin mali destek vermesini eleştirdiğimizde ise sanatın işe yaramaz olduğunu düşünen barbarlar olarak yargılanıyoruz.


Varılan bu yargıların hepsini tüm gücümle protesto ediyorum. Biz devletin bütün faaliyetlerin özgür gelişimini korumasını savunuyoruz. Ancak bunun yöntemi, onları başkalarının vergileriyle finanse etmek değildir. Bunu dile getirdiğimizde komik ama pek de eğlenceli olmayan tepkilerle karşılaşıyoruz: Onlara göre biz din, eğitim, mülkiyet, emek ve sanatı ortadan kaldırmayı hedefliyoruz.


Tam tersine bizim inandığımız şu: Toplumun bütün bu vazgeçilmez unsurları, özgürlüğün verdiği ilham ve ahenkle gelişmeli ve -bugün yaşadığımız gibi- sorunun kaynağı olmaktan çıkarılmalı. Bu bahsettiğimiz unsurlar; sıkıntıların, istismarın, tiranlığın ve yozlaşmanın araçları olmamalı.


Karşı gelenlerimizin, devletin finanse etmediği veya müdahalede bulunmadığı bir faaliyetin tasfiye olacağına inanıyor. Biz ise tam tersine. Onlar devlete inanıyor, insanlığa değil. Biz ise insanlığa inanıyoruz, devlete değil. Mösyö De Lamartine şöyle söylemişti; ‘’ Bu ilkeyi temel alırsak, bu ülkede zenginlik ve onur getiren sergileri de kaldırmamız gerekiyor.’’


Lamartine’e şöyle cevap veriyorum: Sizin bakış açınıza göre devletin mali destek vermemesi bu faaliyetlerin ortadan kalkmasıyla sonuçlanacaktır. Çünkü devletin iradesi olmadan hiçbir şeyin var olamayacağı fikrinden hareket edersek, vergilerle fonlanmayan hiçbir şeyin ayakta kalamayacağını kabul etmemiz gerekir. O zaman ben de size en büyük, en seçkin, en liberal, en evrensel ve hakkında ‘’insancıl’’ sıfatını hiçbir abartı olmaksızın kullanabileceğimiz bir sergiyi örnek gösterebilirim. Bu sergi şu anda Londra’da düzenleniyor (Londra Sanat Topluluğu sponsorluğunda 1851 yılında Hypde Park’ta yapılan Büyük Sergi) ve devlet bu sergiye ne elini attı ne de mali destek verdi.


Güzel sanatlar demişken şunu da tekrarlamadan geçemeyeceğim: Sübvansiyon sistemi lehinde ve aleyhinde yüklü neden olabilir. Okuyucu şunu anlamalı: Bu makalenin yazılma amacı beni bu nedenler lehinde veya aleyhinde bir açıklama yaptırmamı gerektirmiyor.

Ancak Mösyö de Lamartine değinmeden geçemeyeceğim bir argüman daha öne sürdü; ekonomiye dair bu çalışmanın özenle çizilmiş sınırlarına girdiği için bunu cevaplandırmadan geçemeyeceğim.


Şunu dile getiriyor:


‘’Tiyatrolarla ilgili ekonomik sorun tek kelimede özetlenebilir: İstihdam. İstihdamın doğasının ne olduğunun pek önemi yok; tiyatroda çalışanlar da diğerleri kadar verimli ve üretkendir. Bildiğimiz gibi tiyatrolar, her konuda – boyacı, dekoratör, duvar ustası, mimarlar, kostümcü vs.- seksen binden az olmayan sayıda işçi tarafından destekleniyor ve sektöre hayat veren bu işçiler ilgiyi hak ediyorlar.’’


İlgi mi dediniz? Tercüme edelim: Vergiler. Ve dahası:


‘’Paris’in eğlencesi, taşra bölgelerinin istihdamı ve ihtiyaçlarının karşılanması demektir. Zengin sınıfın lüks zevkleri sayesinde tiyatroların, farklı alanlarda çalışan ülke kırsalına yayılmış iki yüz bin işçi ekmeğini kazanır. Fransa’ya şan katan bu sektör sayesinde seçkinler keyif alır, sektör çalışanları ise ailelerine ve çocuklarının geçimini sağlar. Altmış bin frank verdiğimiz insanlar onlardan başkası değildir’’(Bravo! Bravo! Alkış!)


Bunun karşısında benim içimdense şunu demek geliyor: ‘’Eyvah! Eyvah!’’. Hayıflandığım mesele, ekonomiye dair yürütülen fikirler hakkındadır.


Zira en azından söylenenlerin bir kısmı doğrudur. Evet, altmış bin frank, kısmen tiyatro çalışmalarına gidecek. Bu yolda belki biraz ziyan verilebilir. Meseleyi dikkatlice inceleseydi, pastanın büyük kısmının başka bir yerde yolunu bulacağını görebilirdi. İşçiler eğer onlar için eğer biraz kırıntı kalırsa kendilerini şanslı saysınlar! Ancak bütün sübvansiyonun ressam, dekoratör, kostümcü ve kuaförlere gideceğini varsaymalıyız. Bu görülendir.


Peki, bu para nereden geliyor? Madalyononun diğer bu yüzü de diğeri kadar önemli. Altmış bin frangın kaynağı ne? Ve bu para çıkarılan yasalar sayesinde ilk başta Rue de Rivoli’ye ve oradan Rue de Grenelle’e gönderilmemişse bu para nereye gitti? Bu görülmeyendir. (Bastiat’ın bahsettiği sokaklar Paris’teki belediye binasına giden yollardır.)


Bu paranın kaynağının seçim sandığından çıktığını söylemeye emin olun, hiç kimse cüret etmeyecektir. Söylenene göre bu para, milli gelire saf bir katkıdır; sandığa atılan mucizevi oylar olmasaydı, bu altmış bin frank, görünmez ve elle tutulmaz halde kalmaya devam ederdi.Şunu kabul edelim: Çoğunluğun bütün yapabileceği parayı bir yerden bir başka yere aktarmaya karar vermektir ve paranın gidebileceği tek bir yön vardır.


Bir franklık vergi veren vatandaş, artık o bir frangı tasarruf edemeyecektir. Bir franklık bir zevkinden yoksun kalacaktır ve bu zevki elde edeceği ürünü üreten işçi de aynı oranda ücretinden yoksun kalacaktır.


O zaman 16 Mayıs’ta (1849 parlamento seçimleri) verilen oyların milli refahımızı ve istihdamımıza bir şeyler kattığına dair çocuksu yanılgılardan vazgeçelim. Bu yapılan mal ve parayı bir yerden başka bir yere aktarmaktır, daha fazlası değil.


Bir ihtiyaç yerine diğerinin, bir meslek dalı yerine diğerinin destek görmesinin daha acil, daha ahlaki, daha akılcı olduğu söylenebilir mi? Bu temelde bir itirazım olacak. Şunu diyebilirim: Vergi veren vatandaştan altmış bin frank alarak çiftçinin, kazı işçisinin, marangozun, nalbantın kazancını azaltıyor ve şarkıcı, kuaför, dekoratör ve kostümcülerin kazancını arttırıyorsunuz. Bu ikincisinin daha önemli bir sınıf olduğunu kanıtlayan hiçbir şey yok. Mösyö de Lamartine böyle bir iddia bulunmuyor, tiyatro sektöründe çalışanların en az diğerleri kadar üretken ve verimli çalıştığını söylüyor. Tiyatro sektöründe çalışanların, diğer sektörlerde çalışanlar kadar üretken ve verimli olmadığının en büyük kanıtı şudur: Birincisi, ikincisinin vergileriyle sübvanse edilmektedir.


Ancak farklı meslek dallarının kendiliğinden kıymet sahibi olup olmadığı ve hangi işin ne kadar takdire şayan olduğu şu anda tartıştığım konunun bir parçasını oluşturmuyor. Şu anda Mösyö de Lamartine ve onun bu argümanını alkışlayanlara göstermem gereken şu: Bir yanda aktörlerin ihtiyaçlarını karşılayanların kazandıkları ücretleri görenler, öbür yanda vergi veren vatandaşların ihtiyaçlarını karşılayanların ettiği zararları da görmelidir. Bunu göremeyenler servetin yeniden dağıtımıyla, kazanç kavramlarını karıştırıyorlar demektir ve bu yüzden de mizah malzemesi olmayı hak ederler. Fikirlerinin mantıklı olduğunu düşünüyorlarsa, talep etmeleri gereken sonsuz sübvansiyondur; çünkü bir frank da olsa, yüz milyon frank da olsa aynı mantığın geçerli olması gerekir.


Baylar, konu vergilere geldiğinde alınacak vergilerin verimli bir şekilde kullanılacağını makul gerekçelerle kanıtlayın, şunun gibi içler acısı argümanlarla değil: ‘’Kamu harcamaları, çalışan sınıfı ayakta tutuyor.’’ Bu önemle bilinmesi gereken gerçeği gizlemek gibi bir hataya yol açıyor: Kamu harcamaları, özel harcamaları başka bir yere aktarmaktan başka bir şey değildir ve neticede bir sektör çalışanının ötekisi yerine desteklenmesi anlamına gelir, ancak bir bütün olarak çalışan sınıfın mevcut durumunu ileri götürmez. Argümanınız çok popüler ama bir o kadar da saçma, çünkü akıl yürütme tarzınız yanlış.


Bu yazı mises.org sitesinin ''Should the State Support the Arts?'' adlı yazının çevirisidir.


303 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
Yazı: Blog2 Post
bottom of page