04/12/2005 - Hans-Hermann Hoppe
Bu sitenin okuyucuları muhtemelen üniversitemde yaşadığım ve bu sitede ve ana akım medyada çokça bahsedilen çetin sınavdan haberdardır. Şu anda büyük operasyonlar sona erdiğine göre (Bush’un Irak’ı kastederek iki sene önce kullandığı bir deyimi kullanıyorum), neler olduğuna, neden, nasıl olduğuna ve nereye kadar yerinde karşılık verdiğime kafa yoracak zamanım oldu ve bir iktisat profesörü olarak kariyerimi hiç tahmin etmediğim bir yere götüren bu tatsız olayla ilgili düşüncelerimi kaleme aldım. Şimdi ortalık biraz daha durulduğuna göre, yasal yönden olayın önemli detaylarıyla ilgili daha fazla sessiz kalmam gerekmediğini hissediyorum. Bu makalede olayın tam detaylarını ilk defa anlatacağım.
Las Vegas ve onun üniversitesi olan UNLV, hoşgörüsüyle gurur duyuyor. Halbuki üniversitedeki hoşgörü oldukça seçici. Beyaz heteroseksüel erkeklerin bütün insanlık suçlarından mesul olduğunu, Castro dönemi Küba’nın bir başarı hikayesi olduğunu, kapitalizmin sömürü olduğunu veya muhafazakarların öğretemeyecek kadar aptal olduğu için çoğu üniversite profesörünün liberal olduğunu öne sürebilirsiniz. Eğer birisi bu durumdan şikayet ederse, bu şikayet direkt yok sayılacaktır.
Ve haklılar da. Ne de olsa üniversite kendini akademik özgürlüğe adamıştır. Fakültede “Ders siyasi, sosyal yada bilimsel olarak tartışmalı konuların irdelenmesini gerektirse bile fakülte üyesinin konuyu tartışma özgürlüğü vardır. Fakülte üyesi, tartışmalı, sevilmeyen ve üniversitenin ve komünitenin karşı çıktığı görüşler dile getirse bile sansürlenmeyecek ve disiplin işlemi görmeyecektir.” ilkesi vardır.
Ancak öğrendim ki bunların hiçbirisi sosyalist, devletçi veya kültürel sol görüşlere karşı profesörler için geçerli değil.
2004’ün Mart ayındaki 75 dakikalık, zaman tercihi, faiz ve sermaye konulu “Para ve Bankacılık” dersimde, zaman tercihi kavramını tasvir etmek amaçlı birkaç örnek anlattım. Örneklerden birinde, eşcinselleri anlattım çünkü genelde çocukları olmayan, daha fazla zaman tercihi olan ve biraz daha günümüz odaklı bir grup. Aynı zamanda —birçok öğretmen gibi— iktisadi teorileri sonraki derslere de konu olacak John M. Keynes’in, bir eşcinsel olduğunu ve bunu bilmenin, onun kısa vadeli önerisi ve meşhur “uzun vadede hepimiz ölüyüz.” söylemini anlamada faydalı olacağını söyledim.
Dersimde hiç soru sorulmadı. Ancak, iki gün sonra üniversitenin olumlu ayrımcılık “komiseri” aracılığıyla bir öğrenci gayriresmi bir şikayette bulundu. Öğrenci, bir eşcinsel olarak dersin onu “üzdüğünü” iddia etti. Bu “kanıta” dayanarak, haftalar sonra eskiden papazlık yapmış “sertifikalı” bir eşcinsel aktivist olduğunu öğrendiğim komiser beni arayıp bu tür yorumlarıma devam ettiğim halde dersimi kapatacağını söyledi.
Bunun sorunu hızlıca çözeceğini düşünerek komiserle ofisimde görüşmeyi kabul ettim. Öğrenci, soru sorma ve profesörüne karşı çıkma hakkı dahil üniversite ve akademik özgürlük hakkında bilgilendirilecekti. Bunun yerine komiser benim dersimi nasıl ve ne şekilde öğreteceğime dair nutuk çekti. Ona bir profesör ile bir bürokrat arasındaki farkı anlattım, ama nafile. Buna rağmen, öğrencim yorumlarımın “bütün” eşcinseller hakkında olduğunu iddia ettiği için, sonraki dersimde “bütün” ve “ortalama” arasındaki farkı anlatmakta mutabık olduk.
Sonraki dersimde örnek olarak İtalyanlar Almanlardan daha çok spagetti yer demenin bütün İtalyanlar bütün Almanlardan daha fazla spagetti yer demek olmadığını anlattım. Bu, ortalamada İtalyanlar Almanlardan daha fazla spagetti yer demek.
Bunun üstüne öğrencim “resmi” bir şikayette bulundu. Onun hislerini ciddiye almamıştım. O yine “kötü hissetmişti”; ve komiserinden de öğrendiği gibi, iki kere üzülmek “düşmanca bir öğrenim ortamı” idi. (üniversite yönetmeliğince tanımlanmamış bir suç). Ondan sonra komiser durumu kendi üzerine aldı ve arabuluculuğu bırakıp savcılığa soyundu.
Nisan ayında komiserin lafıyla toplanan idare heyetine ifade vermem istendi . Bu açıkça universite kurallarının ihlaliydi: ortada doğru düzgün bir bilirkişi heyeti olmadığı gibi, toplananlar da bu iş için ehil insanlar değildi.
Yine de, ispat istedim. Görüşmenin kaydına dair talebim reddedildi. Şeklen Komünist ve Nazi Almanyası'ndaki siyaseten şüpheli akademisyenlerin soruşturulmasını anımsatan bu duruşmada, sadece komiser konuştu.
Tanıkların konuşmasını dinleme taleplerim defalarca reddedildi. Şikayet eden tarafından tavsiye edilen bir öğrenci daha sonra gizlice ifade verdi, ancak ifadesi komiserin istediğiyle çeliştiği için üstü kapatıldı.
Üstüne, Kasım ayında öğrendiğim üzere, komiser daha önce yapılmış alakasız bir şikayete atıfta bulundu, ancak bu şikayetin asılsız olduğunu ve üniversite idaresince rezaletle sonuçlandığını örtbas etti.
Verilen kanıtların bazıları da hiç ziyaret etmediğim anti-LGBT sitelerinde de yayınlandığı için yabana atıldı. Kimin ne dediğinin hiçbir önemi yoktu, zira komiser, düşmanlığımın “ispatını” yazı dilimde bulmuştu bile.
Kitabım Democracy, The God That Failed'de özel mülkiyet hakkında belirttiğim şekilde sadece ayrımcılık hakkını savunmadım, aynı zamanda özgür bir toplumu sürdürmede önemini anlatmak için bunun gerekliliğini de vurguladım. Özellikle kitabımda bunun önemini anlatan birkaç cümle daha var, açıkça belirtilen durumlarda, komünistler, demokratlar, ve eşcinseller dahil aile merkezli olmayan yaşam tarzlarının müzmin savunucularına karşı ayrımcılığa dair.
Örneğin, 218.sayfada ,”mal sahipleri ve topluluk üyeleri arasında özel mülkiyetlerini koruma amacıyla sözleşilmiş bir yerde, …kimsenin sözleşmenin amacına aykırı fikirleri savunmasına müsaade edilemez ...demokrasi ve komünizm gibi." “Benzer şekilde, aile ve akrabalığı korumak için kurulmuş bir yerde de, bu amaçla uyuşmayan yaşam tarzlarını savunanlara da müsamaha gösterilemez. …mütecavizin fiziken topluluktan uzaklaştırılması gerekir."
Kendi içindeki bağlamda bu ifadeler, Katolik Kilisesi’nin temel kaidelerini ihlal edenlerin afaroz edilmesinden yada bir nüdist kolonisinden mayo giymekte ısrar eden birinin kovulmasından daha ofansif değil. Ancak, ifadeleri bağlamından koparır ve sözleşmenin amacı gibi şartları ortadan kaldırırsanız… işte o zaman hak ihlalini savunur gibi görünür.
Ayrımcılığa dair övgüm arada sol-liberteryenizm de denen—özgürlüğü sefahat, çok kültürlülük ve özel mülkiyet haklarına karşı çıkan sözde insan hakları ile eşit tutan bir cephe saldırısının bir parçasıydı. Misilleme olarak, beni “faşist”, “ırkçı”, “yobaz” vs. olarak yaftalamak adına, sol liberteryen iftira tayfası sürekli olarak yazdıklarımı alıntılayıp bağlam dışına çıkararak görüşlerimi saptırdı.
Komiser bu “alıntıları” keşfetti ve suçum sabit görüldü. (Karakteristik olarak, itiraz edince söz konusu alıntının hangi sayfada olduğunu ispat edemedi, aynısı 6 ay sonraki ikinci bir duruşmada yaşandı)
Bir haftalık maaşın kesilmesini öneren bir iddianame dekana iletildi. Dekan da ne onayladı ne de kabul etti. Müdüre iletildi. 5 aylık bir bekleyişten sonra müdür de aynı tavrı sürdürdü.
Kasım ayında müdür, ilk toplanan soruşturma kurulunun da üyesi olan üniversite tüzüğü memuruna, bana iddianame yollanması, ikinci bir kurul toplanması ve ikinci bir duruşmaya çağırılmam yönünde talimat verdi. Kurulda doğal bilimler dekanı, turizm ve otelcilik dekan yardımcısı, bir biyoloji profesörü ve öğrenci birliği başkanı vardı. Tüzük memurunu sekreter ve komiseri savcı yapmışlardı. Üniversitenin avukatına karşılık bana da bir avukat eşlik etmişti. Kurul üyelerinin hiçbirinin iktisat bilgisi yoktu.
Avukatımın görüşmeyi kayıt ve mahkeme yazmanı talebi reddedilmişti. Öğrenci gücendirildiğini açıkladıktan sonra, avukatım tüzüğün neresinde bir “düşmanca öğrenim ortamı” tanımı olduğunu sordu. Ne tüzük memuru ne de üniversitenin avukatı soruyu cevaplayamamıştı çünkü böyle bir tanım yoktu.
Yukarıda yazdığım, akademik özgürlüğe dair alıntıyı okudum ve anlaşmalı olarak elde ettiğim hakkımın ihlal edildiğini söyledim. Ders konum dahilinde konuştuğumu ve bunun ötesinde hiçbir şey “ispatlamak” zorunda olmadığımı söyledim. Gerçek şu ki, beyanım güç bela “tartışmalıydı” ama ileri sürdüğüm kanıtlar ışığında tümüyle makuldü. Yine öğrencilerle “düşmanca tavrım” konusunda görüşülmesini istedim ancak yine bu isteğim umursanmadı. Birkaç öğrencinin benim lehime yazdığı yazıyı gösterdim, ancak ispat olarak sayılmadı.
Kurul üyeleri birkaç soru sordu; sadece dekan politik doğrucu birkaç laf etti. Zamanın çoğunu komiser harcamıştı. Bu sırada benimle ve benim bilinirliğimle ilgili bireyler öğrenmiş ve eğer beni susturabilirse herkesi susturabileceği sonucuna varmıştı. Bana nutuk atmaya başlamıştı ki avukatıma kalsa kendisini hangi duruşma salonu olursa olsun dışarı attırırdı. Neredeyse bir yarım saat atıp tuttuktan sonra üniversitenin avukatı bile bıktı ve ona “çenesini kapatmasını” söyledi ve devam edince de, avukat kurul makamına onu susturmasını söyledi.
İki ay sonra, Ocak 2005 sonunda, tüzük memuru avukatımı arayıp bilirkişi kurulunun, ilk kurulun “düşmanca ortam” bulgusunu teyit ettiği ve müdüre kınama cezası ve sonraki liyakat zammının kesilmesine dair telefon açtı. Az da olsa bir pazarlık payı olabilirdi, ama eğer teklifi kabul etmeseydim, işten çıkarılmaya kadar giden ciddi yaptırımlar eli kulağındaydı. Avukatımın ilgili raporu görme talebi reddedildi.
Teklifi reddettim ve davadan bahsetmem yasaklandıktan sonra, nihayetinde karşı saldırıya geçtim. ACLU (Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği) Nevada ile iletişime geçtim, ve siyasi görüşlerimizin zıt kutuplarda olmasına rağmen, ACLU namının hakkını verir şekilde, benim “sağcı” davamı üstlenecek kadar ilkeliydi.. Buna ek olarak, tanınmış bir yerel avukat hizmetlerine gönüllü oldu ve birkaç gün içinde Mises Enstitüsü’nün halkla ilişkiler mekanizması benim adıma çalışmaya başladı.
İlk olarak, ACLU bu saçmalığa son verilmesi ya da üniversiteye dava açılacağına dair bir ihtarname yolladı, sonra yerel haber organlarında bu olaya ilişkin hikayeler yayınlandı, ve üniversiteye öfke çığ gibi büyüdü.
İlk sonuç olarak, 9 Şubat'ta kınama ve para cezası veremeyen müdür bana bir "disiplin dışı talimatname" gönderdi. Bu talimatname ortalığı sakinleştirme amaçlı olmuş olsa bile tam tersi yaşandı. "Talimatlar", bir aptalın bile anlayabileceği gibi, akademik özgürlükle ilgili tüzüklerle açıkça çelişiyordu. Müdürün akademik itibarı her nasıl olursa olsun, bu talimatname onu bir aptal gibi gösterdi.
Yerel bir mesele, ulusal ve hatta uluslararası bir meseleye tırmandı ve büyük bir protesto dalgasına dönüştü. Üniversitenin elinde bir halkla ilişkiler felaketi vardı. Sadece on gün sonra—bütün mevzunun başlamasından neredeyse tam bir yıl—üniversite başkanı, üniversite rektörünün emriyle, resmi olarak şikayetini geri çekti.
Bu, büyük bir kişisel zafer anıydı, ancak bazı şeyler eksik kaldı: Üniversite benden özür dilemedi, kayıp bir yıllık çalışmam için herhangi bir iade teklifinde bulunmadı, ve üniversitede kimse sorumlu tutulmadı. Bunu başarmak için bir deneme daha gerekli olacaktı. Avukatlarım mahkemede galip geleceğim konusunda hemfikir olsalar da hayatımın bir veya iki yılı daha kaybedilecekti. Bu maliyet çok yüksek. Benim adıma dünya çapındaki desteğin dökülmesi ve birçok canlandırıcı ve yürek ısıtan mektup beni memnun etmeye yetiyor.
Uzun zamandır politik doğruculuk hareketini bütün bağımsız düşüncelere tehdit olarak gördüm, ve akademik camiadaki öz-sansür tehlikesinin büyüklüğünden endişeleniyorum. Bu eğilime karşı, derslerimde dokunulmamış tek bir politik tabu bırakmadım. Amerika’nın bunu yapabilmek için halen özgür olduğuna inanıyordum, ve göreceli olarak öne çıkmamın bana ekstra koruma sağladığını varsaydım.
Düşünce polisinin kurbanı olduğumda gerçekten şaşırmıştım, ve şimdi korkarım ki benim davam daha az öne çıkan akademisyenler üzerinde caydırıcı bir etki yaptı. Yine de umuyorum ki davam, ürkek birini cesur yapamayacak olsa da, mücadele ruhu olanlara gerekli ilhamı verecektir.
Eğer bir hata yaptıysam, o da fazla işbirlikçi olmam ve karşılık vermek için çok beklememdir.
Yazar - Hans-Hermann Hoppe
Bu yazı mises.org sitesinin ''My Battle With The Thought Police'' adlı yazının çevirisidir.
