20/07/2011 - Wendy McElroy
Yıllar önce, aşırı ilgili bir konferans çalışanı Murray Rothbard'ın liberteryen hareketin iyiliği için biraz kilo vermesi gerektiğini ifade etmişti. Bu nedenle, Murray'nin tabağındaki büyük tatlı hakkında iğneleyici bir yorum yaptı. Murray çatalını pastaya sapladı ve büyük bir lokmayı meydan okurcasına havaya kaldırarak "Her kalori hayata evet demektir!" dedi.
Boston Globe'da kısa süre önce yayınlanan bir makale bana şu olayı hatırlattı:
"Hey, şişko! O çöreği ağzından çıkar! Domuz gibi görünüyorsun ve bana ve diğer tüm vergi mükelleflerine her yıl gereksiz sağlık hizmetleri için milyarlarca dolara mal oluyorsun!" Sigara içenler gibi fazla kilolu ve obezleri de damgalayıp küçük düşürmek için tasarladığım bu yeni kamu spotu projemi beğendiniz mi?
Pek çok insan başkalarına ne yiyeceklerini, ne tüttürmeyeceklerini, ne kadar içeceklerini, fazla tuz eklememelerini, trans yağlardan kaçınmalarını, nasıl egzersiz yapacaklarını, kaç kilo olacaklarını söylemeye can atıyor ve bunu da kendini beğenmiş bir tavırla yapmaya bayılıyor. Bu arzularının siyasî tezahürü ise dadı devlettir: insanların refahını korumak adına, özellikle de sağlık ve güvenlik alanlarında, kişisel davranışları kapsamlı bir şekilde kontrol eden bir yönetim şekli.
İşgüzarların kendini beğenmişliği, Obama'nın sağlık planı gibi, "kötü" davranışların bedelini yasal olarak bireyden topluma kaydıran dadı devlet programlarıyla destekleniyor. Toplum, bu pahalı programlar nedeniyle, hata yapan bireye "doğru" davranışı dikte etme hakkına sahip olduğunu iddia ediyor.
Felsefî bireyciliğin temel bir ilkesi, dadı devlet tarafından sistematik olarak reddedilmektedir: Bu ilke, metodolojik bireyciliktir. Avusturyalı ekonomist Ludwig von Mises, İnsan Eylemi adlı büyük eserinde "metodolojik bireycilik ilkesi"nin bir tanımını yapmıştır:
Öncelikle tüm eylemlerin bireyler tarafından gerçekleştirildiğini fark etmeliyiz... Bireyler tarafından gerçekleştirilen çeşitli eylemlerin anlamını irdelersek kolektif bütünün eylemleri hakkında her şeyi öğrenmemiz gerekecektir. Çünkü toplumsal bir kolektifin tek tek üyelerinin eylemleri dışında bir varlığı ve gerçekliği yoktur.
Kısacası, "toplum" olarak bilinen ve bireysel üyelerinden bağımsız bir varoluşa sahip etten kemikten bir varlık yoktur. "Toplum", belirli bir bağlam içinde işlev gören bireylerin kitlesel etkileşiminden ortaya çıkan bir soyutlamadır. "Toplum" soyutlamasını oluşturmak açısından gerekli bağlam, belirli coğrafi sınırlar içinde yaşayan bireylerden öteye geçmeyebilir.
Kolektif bir bütünün bir başka örneği de tamamen bireysel üyelerinden oluşan ve onlar olmadan var olamayan "aile"dir.
Grupları temel birimlerine -bireye- indirgeyen Mises, kolektif soyutlamaların önemini hiçbir şekilde inkâr etmemiştir. Aslında tam aksine, şöyle açıklamıştır:
Metodolojik bireycilik, bu tür kolektif bütünlerin önemine itiraz etmek bir yana, bunların oluş ve yok oluşlarını, değişen yapılarını ve işleyişlerini betimlemeyi ve analiz etmeyi temel görevlerinden biri olarak görür. Ve bu sorunu tatmin edici bir şekilde çözmek için uygun olan tek metodu seçer.
Metodolojik bireycilik, bir grup insanın etkileşimde bulunduğu ilkeleri keşfetmek, tarihin akışını ve toplumlarının bünyesindeki yapıları anlamak için güçlü ve gerekli bir analitik araçtır. Dünyanın kendisinin nasıl işlediğini anlamak için en iyi metottur.
Mises'in metodolojik bireycilik üzerindeki vurgusu bir boşlukta ortaya çıkmadı. Bu, 20. yüzyılın başlarında popüler olmaya başlayan sosyal holizm (toplum bütüncülüğü) teorisine bir yanıttı. Sosyal holistler, kolektif bütünlerin, bireysel parçalarının her birinin toplamından çok daha önemli olan bağımsız bir varoluşa sahip olduğunu iddia ediyorlardı. Kolektif, bireyden daha üstün ve daha belirleyici bir öneme sahipti.
Holistler genellikle biyoloji ve sosyoloji arasında paralellikler kurdular. Karmaşık bir biyolojik organizmayı tanımlamak için, onu oluşturan molekülleri açıklamak maksadıyla kullanılandan daha üst düzey ilkelere ihtiyaç olduğunu savunmuşlardır. İnsan toplumu için de aynı şeyi iddia ettiler. Toplum bünyesinde, bireyler için geçerli olanlardan tamamen farklı yeni ilkeler ve özellikler ortaya çıkıyordu. Başka bir deyişle, tek tek üyelere değil, yalnızca kolektif bütünlere uygulanan kurallar vardı.
Dahası, ortaya çıkan bu kurallar bireyler için geçerli olmayan bilimsel bir analize göre işliyordu. Örneğin, Keynesyen parasal hesaplama fikrini ele alalım. Keynesyen ekonomi toplumun geneli için geçerliydi ama bütçesini dengelemeye çalışan bir ev hanımı için geçerli değildi. Böylece, siyasetin içine çifte standartlı bir eylem ve değerlendirme yerleştirildi - ve bu genellikle "toplumun" çıkarlarını bireyin çıkarlarıyla karşı karşıya getirdi.
Özellikle Marksistler metodolojik bireyciliği "atomizm" ya da indirgemecilikle suçladılar. Bazı Marksistler soyutlananın toplum değil birey olduğunu iddia edecek kadar ileri gittiler, çünkü insan (bildiğimiz anlamda) toplum olmadan var olamazdı. Mises'in gözlemlediği gibi, "Birey kavramı, eleştirmenlerin söylediğine göre, boş bir soyutlamadır. Gerçek insan zorunlu olarak her zaman toplumsal bir bütünün üyesidir."
Karl Marx'ın kendisi de bu noktayı savunmuştur. Doğduktan hemen sonra ıssız bir adaya terk edilen ve tamamen izole bir şekilde büyüyen bir bireyin insan olamayacağını iddia etmiştir. Özünde, insanların tanımlayıcı bağlamlarından koparılamayacak ve insan olarak kalamayacak sosyal organizmalar olduğunu savunmuştur. Issız bir adaya düşen yetişkin Robinson Crusoe açıkça bir insandı, ancak onun insanlığı daha önceki bir sosyalleşme geçmişinden kaynaklanıyordu. Böylece Marx, metodolojik bireyciliği tersine çevirerek, "toplum" adı verilen kolektifin kendi bireysel üyelerini yarattığını iddia etti.
Klasik liberaller ve Avusturya ekolü iktisatçıları, tamamen izole bir şekilde yetişmiş bir insanın yine de insanî özelliklere sahip bir varlık olacağını ileri sürmüşlerdir. Örneğin, ilk önce en yüksek olanı elde etmek için hareket edeceği bir tercihler ölçeğine sahip olacaktır.
Kuşkusuz, sosyal etkileşim olmadan, kişinin içindeki büyük potansiyeller gelişmeyecek veya ifade edilemeyecektir. Örneğin, dil becerilerini geliştirmek için hiçbir neden olmayacaktır. Bununla birlikte, izole edilmiş birey kurtarılırsa, ifade edilmemiş potansiyelleri pekâlâ ortaya çıkabilir. Ancak ortaya çıkan her ne olursa olsun, kendi içsel insan potansiyelinden kaynaklanacak ve "toplum" olarak bilinen soyutlamadan değil, deneyimlediği bireysel etkileşimlerden kaynaklanacaktır. "Toplum" bir bireyin insanlığını meydana getirir diyemeyiz.
Klasik liberaller, bir grubun tek başına bir insandan farklı bir dinamiğe sahip olduğuna itiraz etmemişlerdir. Sonuçta, entelektüel ve ekonomik alışverişler ancak toplum içinde ortaya çıkar. Ancak bu farklılıkların, grup dinamiğini onu oluşturan bireylerin birbirleriyle olan karmaşık etkileşimlerine indirgeyerek açıklanabileceğine inanıyorlardı.
Örneğin, bir grup sohbeti ile ilgili her şey, katılan bireylerin cümlelerine, vücut dillerine vb. ayrıştırılabilirdi. Konuşmayla ilgili hiçbir şey daha fazla açıklama ilkesi gerektirmez. (Bu analitik süreci basitleştirmez. Nitekim Mises, kariyerinin büyük bir kısmını praksiyoloji olarak bilinen son derece kompleks "insan eylemi bilimi"ni geliştirmekle geçirmiştir.)
Bu metodolojik yaklaşım, "devlet" adı verilen karmaşık kolektifin analizinde de işe yaradı. Devletle ilgili her şey, bu eylemlerden tamamen ve bireysel olarak sorumlu olan üyelerinin bireysel eylemlerine indirgenebilirdi. Mises'in açıkladığı gibi,
Bir suçluyu idam eden devlet değil, cellattır. Celladın eylemine, bunun, devletin bir eylemi olduğunu fark ederek anlam veren, bu eylemle alâkalı kişilerin anlamıdır.
Cellada bakan ve devleti eylem hâlinde gören bireyler bunu sadece bir bağlam sağlamak üzere "devlet" soyutlamasını yarattıkları için yaparlar. Ancak gerçekte var olan tek şey eylemde bulunan bireylerdir.
Metodolojik bireyciliğin dadı devlet için derin sonuçları vardır. Eğer bir kolektif, bağımsız varoluşa sahip somut bir varlık değil de bireylerin içindeki "zihinsel bir süreç" ise, o zaman bir kolektif için geçerli olan ancak onu oluşturan bireyler için geçerli olmayan benzersiz kurallar olduğunu iddia etmenin bir anlamı yoktur. Çifte standardın hiçbir anlamı yoktur çünkü gerçekten var olan, bireylerdir.
Dahası, her bir kişi kendisi için konuşur, toplum için değil. Kişisel davranışınızın kabul edilemez olduğunu ilan eden kişi, toplum genelinin, çoğunluğun iyiliğini savunan bir ses olarak değil, bireysel bir işgüzar ve ukalâ olarak kendi adına konuşmaktadır.
19. yüzyıl Amerikan bireyci anarşisti Josiah Warren, Mises ile hemen hemen aynı ilkeyi dile getirmiş ve pratik uygulamasını yapmıştır. Warren, komüniteryen Robert Owen'ın bir takipçisi olarak yola çıkmıştı. 1820'lerde başlayan ünlü New Harmony topluluğunun ilk katılımcılarından biriydi; sosyalist toplulukların örgütlenme ilkesinde neyin yanlış olduğunu ilk elden gördü. Hem İngiltere'de hem de Amerika'da ütopik planlamacılar tarafından onlarca yıl tartışıldıktan sonra, New Harmony onların teorilerini pratik bir teste tâbi tuttu. New Harmony'nin dağılması bir buçuk yıldan kısa sürdü. Warren, topluluğun başarısızlığını büyük ölçüde bireyciliği bastıran komünalizm talebine bağladı.
Warren, Periodical Letter adlı yayınında şunları yazdı:
Fikirlerin, zevklerin ve amaçların farklılığı tam da uyumsallığa olan taleple orantılı olarak artmış gibi görünüyordu... Görünen o ki bizi fetheden doğanın kendi içsel çeşitlilik yasasıydı... "Bütünleşmiş çıkarlarımız" kişilerin ve koşulların bireysellikleriyle ve kendini koruma içgüdüsüyle doğrudan savaş hâlindeydi.
Josiah Warren'ın yaşadığı hayal kırıklığı, toplumsal uyumun "Bireyin Bağımsız Egemenliği" olarak adlandırdığı radikal bir bireycilik gerektirdiğini fark etmesine yol açmıştır. Warren, Practical Details adlı eserinde bu ifadenin anlamını açıklamıştır:
Toplum, HER BİREYİN BAĞIMSIZ EGEMENLİĞİNİ dokunulmaz kılacak şekilde dönüştürülmelidir. Bu dönüşüm, kişilerin ve çıkarların her türlü birleşiminden ve bağlantısından, ve her bireyi, başkalarının KİŞİLİK VE ÇIKARLARINA MÜDAHALE ETMEKSİZİN, duygularının ya da muhakemesinin gerektirdiği herhangi bir şekilde kişiliğini, zamanını ve mülkünü her zaman değerlendirme özgürlüğüne sahip olmaktan alıkoyacak diğer tüm düzenlemelerden kaçınmalıdır.
Böylece Warren, bir sonraki nesil tarafından daha da geliştirilecek olan temelde bireyci bir toplum yaklaşımının tohumlarını atmış oldu. Çırağı Benjamin Tucker bu teoriyi genişleterek toplumun var olmadığını, sadece bireylerin var olduğunu savundu. Bunun üzerine Atlantik Okyanusu'nun diğer yakasında, İngiltere'de Auberon Herbert da şunu beyan etti:
Devlet bireyler tarafından yaratılır. Kendi istekleri ve zevkleri doğrultusunda ... kendi kullanımları ve hizmetleri için biçimlendirir ve yeniden yapılandırırlar ve gereksinimlerini karşılamadığında, onu parçalara ayırır ve yeniden inşa ederler. İnsanlar yaşamları boyunca pek çok bütünün içinde yer alır... okullar, kolejler, kulüpler, dernekler, anonim şirketler, kooperatif şirketleri, siyasî partiler, köy ya da kasaba örgütleri ve son olarak da ulusal örgütlenme ya da Devlet; ama bütün bu durumlarda örgütlenme bireylerin kendileri tarafından yaratılır... inşa edilen ve yeniden yapılandırılan herhangi bir şeyin onu inşa eden ve yeniden yapılandıranlardan daha büyük olması nasıl mümkün olabilir? Böyle bir hayal gücüne kapılmak, kendi elleriyle odun kütüğünü şekillendirdikten sonra önünde diz çöküp ona tanrım diyen put yontucusunu taklit etmektir. (Free Life Dergisi, Temmuz 1898)
Nasıl yaşamanız gerektiğini -kendine hak görerek- dikte etmek için toplum maskesine bürünen kişi, "çoğunluğun iyiliği" denilen bir putu yontmuş ve ona tanrı gibi tapınmak için dizlerinin üzerine çökmüştür. Ancak, onsuz toplumun var olamayacağı bireyden daha büyük bir toplumsal değer yoktur. Ve başkalarının kendilerini sahte bir tanrıya kurban etmelerini talep eden herhangi bir kişi, yalnızca küçümsenmeyi ve hor görülmeyi hak eder.
Comments