28/04/2018 - Murray N. Rothbard
İnsanlar karıncalar gibi olsalardı, özgürlükte hiçbir çıkarları olmazdı. Bireyler tıpkı karıncalar gibi tekbiçimli, birbirinin yerine geçebilir, kendine ait belirli kişisel özelliklerden yoksun olsalardı; özgür olup olmamaları kimin umrunda olurdu ki? Gerçekten de, yaşamışlar veya ölmüşler, kim ilgilenirdi? İnsan ırkının şanı her bireyin benzersizliğindedir; her kişinin, birçok bakımdan diğerlerine benzese de, bütünüyle ayırt edilmiş bir kişiliğe sahip olduğu gerçeğindedir. Her bir insanı yeri doldurulamaz yapan, onun yaşayıp yaşamadığıyla, mutlu mu sıkıntılı mı olduğuyla ilgilenmemizi sağlayan işte bu her kişinin benzersiz olduğu –hiçbir iki insanın bütünüyle birbirinin yerine geçemez olduğu– gerçeğidir. Ve, nihayet, bu benzersiz kişiliklerin tam gelişimleri için özgürlüğe gereksinim duydukları gerçeği, özgür bir toplum için başlıca argümanlardan birini oluşturur.
Belki, bir yerlerde, zeki varlıkların bir çeşit dıştan belirlenmiş kafeslerde tamamıyla şekillenmiş olduğu, bireysel varlıkların öznel öğrenime ya da tercihlere gerek duymadığı bir dünya vardır. Fakat insan, kuşkusuz farklı bir durumdadır. Bireyler, tümüyle şekillendirilmiş bilgi, değer, hedef ya da kişiliklerle doğmazlar, böyle tasarlanmamışlardır; her biri kendi değer ve hedeflerini biçimlendirmeli, kişiliğini geliştirmeli, kendisi ve çevresindeki dünya hakkında bilgi edinmelidir. Her insan özgürlüğe, kendi kişiliğini gerçekleştirmeye yönelik herhangi bir tür gelişim için kendi tercihlerine göre biçimlendireceği, sınayacağı ve hareket edeceği faaliyet alanına sahip olmalıdır. Kısacası, o, tam anlamıyla insan olabilmek için özgür olmalıdır. Bir anlamda, en katı ve totaliteryen medeniyet ve toplumlar bile, bireysel tercih ve gelişime en azından bir parça alan tanımıştır. En yekpare despotluklar bile tercih özgürlüğü için hiç olmazsa bir parça “boşluğa” izin vermek zorunda kalmıştır, toplumsal kuralların dışına çıkmadan tabii. Toplum ne kadar özgürse, şüphesiz, bireysel eylemlere müdahale bir o kadar az, her bireyin gelişimi için ayrılan faaliyet alanıysa bir o kadar büyük olmuştur. O hâlde toplum ne kadar özgürse, insanlar arasındaki çeşitlilik bir o kadar büyük olacak, tam gelişmişliğin artmasıyla her insan benzersiz bireysel kişiliğine sahip olacaktır. Diğer yandan, toplum ne kadar despotsa, bireyin özgürlüğüne yapılan sınırlamalar ve insanlar arasındaki tekbiçimlilik bir o kadar fazla olurken, çeşitlilik ve her bir insanın benzersiz kişiliğinin gelişimi bir o kadar az olacaktır. O hâlde, derin bir anlamda, despot bir toplum, üyelerinin tam anlamıyla insan olmasına engel olur.¹
Özgürlük bireyin tam gelişimi için gerekli bir şartsa da, hiçbir şekilde tek şart değildir. Toplumun kendisi de yeteri kadar gelişmiş olmalıdır. Örneğin, hiç kimse, ıssız bir adada ya da ilkel bir toplumda yaratıcı bir fizikçi olamaz. Çünkü bir ekonomi büyüdükçe, üretici ve tüketici için tercih çeşitliliği geniş ölçüde artmaya devam eder.² Üstelik, yalnızca asgari geçim düzeyinin bir hayli üzerinde bir yaşam standardı yakalamış bir toplum kaynaklarının çoğunu bilgiyi ilerletmeye ve asgari geçim düzeyinin üzerindeki sayısız mal ve hizmeti geliştirmeye vakfetmeyi göze alabilir. Fakat bireylerin yaratıcı güçlerinin tam gelişiminin ilkel veya geri kalmış bir toplumda gerçekleşememesinin bir nedeni daha vardır ki, o da geniş kapsamlı bir iş bölümüne duyulan gerekliliktir.
Uzmanlaşma olmaksızın hiç kimse kendi yeteneklerini herhangi bir doğrultuda tam olarak geliştiremez. İlkel kabile üyesi veya köylü, kendini idame ettirmek için çeşitli görevlerden oluşan daimi bir yuvarlağa bağlıdır; belirli herhangi bir ilgisinin sonuna kadar peşinden koşmak için ne zamanı vardır ne de kaynakları buna elverişlidir. Uzmanlaşmak, en iyi olduğu veya en çok ilgi duyduğu alanda kendini geliştirmek gibi bir fırsata sahip değildir. İki yüzyıl önce Adam Smith, gelişen iş bölümünün, en ilkel düzeyin üzerindeki herhangi bir ekonominin ilerlemesi için çözüm yolu olduğuna dikkat çekmiştir. Herhangi bir tür gelişmiş ekonomi için gerekli bir şart olan iş bölümü, aynı zamanda herhangi bir tür medeni toplumun gelişimi için de zorunludur. Filozof, bilim insanı, inşaatçı, tüccar — uzmanlaşma için faaliyet alanına sahip olmasaydı hiçbiri bu beceri ya da işlevleri geliştiremezdi. Üstelik, geniş bir skalada iş bölümünün keyfini süren bir toplumda yaşamayan hiçbir birey, sahip olduğu yetenekleri tam anlamıyla kullanamaz. Yeteneklerini bir alan veya disipline yoğunlaştıramaz, disiplinini ve kendi zihinsel yetilerini terfi ettiremez. En iyi olduğu şeyde uzmanlaşma imkânı olmaksızın, hiçbir kişi kendi yeteneklerini sonuna kadar geliştiremezse; o hâlde, hiçbir insan, tam anlamıyla insan olamaz.
Gelişmiş bir ekonomi ve toplum için devamlı ilerleyen bir iş bölümü gerekli olduğu hâlde, belli bir zaman aralığında böylesi bir gelişimin boyutu, verili bir ekonominin sahip olabileceği uzmanlaşma derecesini sınırlar. İşte, bu yüzden, ilkel bir adada fizikçi ya da bilgisayar mühendisi için yer yoktur; bu beceriler, varolan ekonomi bağlamında zamansız olurdu. Adam Smith’in ifade ettiği gibi, “iş bölümü piyasanın büyüklüğü tarafından sınırlandırılmıştır.” Bu nedenle ekonomik ve sosyal gelişim karşılıklı olarak desteklenen bir süreçtir: piyasanın gelişimi daha geniş bir iş bölümüne izin verir, hem de piyasanın daha ileriye uzanmasına olanak tanır.³
Piyasanın kapsamı ve iş bölümünün boyutu karşılıklı olarak destekleniyorsa, iş bölümünün boyutu ile insanlar arasındaki bireysel ilgiler ve kabiliyetlerin çeşitliliği için de aynısı geçerlidir. Çünkü tıpkı sürekli büyüyen iş bölümünün her bireyin kabiliyetleri ve enerjileri için geniş bir alan verilmesine ihtiyaç duyması gibi, bu tam bölünmenin varlığı da insanların doğuştan gelen çeşitliliğine bağlıdır. Şayet her kişi tekbiçimli ve birbirinin yerine geçebilir olsaydı iş bölümü hiç de amaçlanmazdı. (İş bölümünün ortaya çıkmasının daha ileri bir koşulu doğal kaynakların çeşitliliğidir; dünya üzerindeki belirli toprak parçaları da [tıpkı insanlar gibi] birbirinin yerine geçebilir değildir.) Üstelik, insanlık tarihinde yakın zamanda aşikâr hâle geldiği üzere, iş bölümüne dayanan piyasa ekonomisi son derece iş birlikçidir, böylesi muazzam bir bölünme üretkenliği ve dolayısıyla toplumdaki her katılımcı kişinin servetini artırmıştır. Ekonomist Ludwig von Mises meseleyi olanca açıklığıyla ifade eder:
Tarihsel olarak iş bölümü iki doğal olgudan kaynaklanır: insan kabiliyetlerinin eşitsizliği ve dünya üzerindeki insan yaşamının dışsal koşullarının çeşitliliği. Bu iki olgu aslında birdir: kendini tekrar etmeyen, evreni sonsuz, bitmez tükenmez farklılıklarla yaratan Doğanın çeşitliliği. Bu iki koşul … gerçekten de insanlığı iş bölümü yapmaya neredeyse mecbur bırakır. Yaşlı ve genç, erkek ve kadın sahip oldukları çeşitli kabiliyetleri uygun şekilde kullanarak iş birliği yaparlar. Burada diğer yandan coğrafi iş bölümünün tohumları da vardır; erkek avlanmaya gider, kadın kaynaktan su getirmeye. Tüm bireylerin güç ve kabiliyeti ile üretimin dışsal koşulları her yerde aynı olsaydı iş bölümü fikri hiçbir zaman ortaya çıkamazdı. … Coğrafi olarak tekbiçimli, aynı doğal kapasitelere sahip insanlardan oluşan bir dünyada sosyal yaşam ortaya çıkamazdı. … İşgücü bir kez bölününce, bölünmenin kendisi farklılaşan bir etki gösterir. Şu bir gerçektir ki işgücünün bölünmesi bireysel yeteneğin daha ileriye taşınmasını mümkün kılar ve böylece iş birliği git gide daha üretken hâle gelir. İş birliği aracılığıyla insanlar, bireyler olarak yapabileceklerinin ötesini elde etmeye muktedir olurlar. … İş bölümü altında çalışmanın daha büyük getirisi, onun birleştirici etkisidir. Bu etki, insanlara, birbirlerini varoluş mücadelesindeki rakipler yerine ortak bir refah mücadelesindeki dostlar saymaları için yol gösterir.⁴
O hâlde özgürlük, bireyin gelişimi için gereklidir ve böyle bir gelişim aynı zamanda iş bölümünün boyutuna ve yaşam standartının yüksekliğine bağlıdır. Gelişmiş ekonomi, ilkel bir ekonomiye kıyasla sınırsız büyüklükte bir uzmanlaşmaya ve bireyin güçlerinin daha fazla çiçeklenmesine imkân verir ve teşvik eder; böylesi bir gelişimin derecesi ne kadar büyük olursa, her birey o kadar büyük faaliyet alanına sahip olur.
Eğer hem özgürlük hem de piyasanın büyümesi her bireyin gelişimi ve dolayısıyla çeşitliliğin ve bireysel farklılıkların çiçeklenmesi için önemliyse, o hâlde özgürlük ile ekonomik büyüme arasında nedensel bir ilişki vardır. Çünkü tam da bu özgürlük, yani kişilerarası yasakların veya müdahalenin yokluğu ya da sınırlandırılması, ekonomik büyümeye ve dolayısıyla piyasa ekonomisinin büyümesine ve gelişmiş iş bölümüne zemin hazırlayan şeydir. Batı’nın Endüstri Devrimi ve doğal bir sonucu olan ekonomik büyüme, onun girişime, icada ve yeniliğe, hareketliliğe ve işgücünün ilerlemesine sağladığı göreceli özgürlüğün bir ürünüydü. Başka zaman ve mekânlardaki toplumlara nazaran, 18. ve 19. yüzyıl Batı Avrupa’sı ve Birleşik Devletler, devletin taciz ve müdahalelerine karşı güvenceye alınan açık ara sosyal ve ekonomik özgürlüğüyle — hareket, yatırım, çalışma ve üretim özgürlüğüyle — dikkat çekiyordu. Başka bir yerde devlete biçilen rolle kıyaslandığında, bu yüzyıllarda Batı’da devletin rolü oldukça minimaldi.⁵
Serbest ekonomi; yatırım, hareketlilik, iş bölümü, yaratıcılık ve girişimciliğe izin vererek hızlı ekonomik gelişimin koşullarını yaratır. Adam Smith’in haklı olarak dikkat çektiği gibi, “milletlerin zenginliği”ni artıran özgürlük ve serbest piyasadır. Böylelikle, özgürlük ekonomik gelişime yol açar, ve bu koşullar da sırasıyla bireysel gelişimi ve bireyin yetilerinin yayılmasını artırır. O hâlde, her iki durumda da köken özgürlüktür; yalnızca özgür insan tam olarak bireyleşebilir, dolayısıyla da, tam anlamıyla insan olabilir.
Şayet özgürlük genişleyen bir iş bölümü ve tam faaliyet alanını beraberinde getiriyorsa, aynı zamanda büyüyen bir nüfusa da yol açar. Çünkü iş bölümü nasıl piyasanın büyüklüğü tarafından sınırlanmışsa, toplam nüfus da toplam üretim tarafından sınırlanmıştır. Endüstri Devrimi ile ilgili çarpıcı gerçeklerden biri şudur ki, o yalnızca genel yaşam standardında büyük bir sıçrama yaptırmamış, ama aynı zamanda muazzam büyüklükte bir nüfusa yeterli yaşam standardının sürdürülebilirliğini sağlamıştır. 500 yıl önce Kuzey Amerika toprakları yalnızca bir milyon civarında kızılderiliyi besleyebiliyordu, o da ancak asgari geçim düzeyinde. İş bölümünü ortadan kaldırmayı isteseydik bile, hâlihazırdaki dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu kelimenin tam anlamıyla yok etmeden bunu yapamazdık.
Dipnotlar:
1. Özgürlük, çeşitlilik ve bireylerin gelişimi arasındaki karşılıklı ilişki için Wilhelm von Humboldt’un klasik eserine bakın: The Limits of State Action (Cambridge University Press, 1969). Bireyselliğin gelişimi adına bir gereklilik olarak özgürlük için, Josiah Warren’ın Equitable Commerce (New York: Burt Franklin, 1965) ve Stephen Pearl Andrews’in The Science of Society (London: C. W. Daniel, 1913) eserlerine de bakın.
2. Ekonomist Bauer ve Yamey, ekonomik gelişimi ikna edici bir şekilde “tüketiciler ve üreticiler olarak insanlara açılan alternatif aralığının genişlemesi” diye tanımlarlar. Peter T. Bauer and Basil S. Yamey, The Economics of Underdeveloped Countries (Cambridge: Cambridge University Press, 1957), p. 151.
3. Bkz. George J. Stigler, “The Division of Labor is Limited by the Extent of the Market,” Journal of Political Economy (June, 1951), p. 193.
4. Ludwig von Mises, Socialism: An Economic and Sociological Analysis (New Haven: Yale University Press, 1951), pp. 292–95, p. 303.
5. Tarihçiler son on yıllarda bize, ne İngiltere ne de Birleşik Devletler’de devletin laissez faire ideali için kendini katı bir biçimde sınırlandırdığını hatırlatmıştır. Çok doğru; fakat bizim bu dönemi, devletin, daha önceki –ve de sonraki– günlerdeki rolüyle aradaki farkın önemini görmek için karşılaştırmamız gerekir. O yüzden, karşılaştırın: Karl Wittfogel, Oriental Despotism (New Haven: Yale University Press, 1957).
Comments